‘Türkiye liberal düzenin koruyucularından biri’

‘Türkiye liberal düzenin koruyucularından biri’

ABD’nin Türkiye’yi kaybedebileceği iddiasında bulunan Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, “Ankara’yı liberal dünyanın dışında birilerine kaptırdığı için kaybetmez, liberal dünya ikiye bölüneceği ve Türkiye çok taraflı, eşitlikçi, otonomist liberalizmi desteklemeye devam edeceği için kaybedebilir.” ifadesini kullandı.

İstanbul Nişantaşı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, ABD-Türkiye ilişkilerinin liberal düzen açısından önemli olduğu ve ABD’nin Türkiye’ye daha hassas davranması gerektiğini belirttiği yazısında Türkiye’nin bu düzenin koruyucularından biri olduğunu vurguladı.

Star gazetesi Açık Görüş eki için “Washington-Ankara ilişkilerinin liberal düzen için önemi” başlıklı bir yazı kaleme alan Güney, “ABD için Türkiye ile ilişkiler sadece Türkiye ile ilişkiler olarak görülemeyecek kadar önemli. Umalım, ABD’de işi, sınırlı, dar jeopolitik kazanç-kaybın ya da ideolojik haçlı seferlerinin dışında algılayanlar seslerini duyururlar ve Türkiye ile ilişkiler doğru rayda, doğru hatta kalır. Gelecek istasyonu da ikili ilişkilerde tam normalleşme olur.” ifadesini kullandı. İbrahim Kalın’ın sözlerine de atıf yapan Güney, bu sözlerin Türkiye’nin “ABD’nin vekil aktörü filan olmayacağını” açıkça ifade ettiğini ileri sürdü.

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney’in yazısı şöyle:

Washington-Ankara hattında yine bir dizi önemli görüşme gerçekleşti. ABD-Türkiye Stratejik Mekanizmasının dışişleri bakanları düzeyinde yapılacak toplantısına katılmak üzere Sayın Çavuşoğlu, ABD’ye uçtu. Toplantı, ABD’de görülen Halkbank temyiz duruşmasının hemen ertesinde gerçekleştiğinden, bir hafta öncesinde ABD’nin Esad Rejimi ile yakınlaşmaya itirazlarını dinlediğimizden ve İsveç ile olası NATO üyeliğini geciktiren krizler yaşadığımızdan Çavuşoğlu-Blinken görüşmesinin bagajı oldukça doluydu. Zaten Türkiye-ABD ilişkilerinin hiç değişmeyen sorunlu alanları var: ABD’nin PKK’ya desteği, Ermeni ve Rum lobilerinin Kongre’de ABD-Türkiye ilişkilerini zehirleyen tutumları, FETÖ meselesi gibi. Ayrıca, Avrupa’da sürmekte olan bir savaş ve Washington’un bir Rusya politikası var. Bu politikanın Kafkasya, Karadeniz, Akdeniz ve Avrupa’da istikrarsızlaştırmaya yol açmasını Ankara arzu etmiyor. Bütün bu gündemin, belki de kamuoyu tarafından en çok merak edilen maddesi F16 modernizasyonu ile ilgili ABD yönetiminin kararıydı. Bu konu, Türkiye’de kamuoyu tarafından sıkça tartışılıyor ve Washington’un samimiyeti F16 meselesinin uzaması üzerinden sorgulanıyor.

Telafinin yolu iş birliği

Ayrıca kamuoyu için ABD’nin Türkiye ve Yunanistan arasındaki dengeyi bozduğu geçmiş ve bugünkü bazı stratejilerini telafi etmenin bir yolu F16’lar konusunda Türkiye ile işbirliği yapmak. Ayrıca kamuoyu, Biden yönetiminin NATO’nun caydırıcılığının güçlendirilmesi politikasında ciddiliğini koruyabilecek derecede güçlü olup olmadığını merak ediyor. Yönetimin, Amerikan ara seçimlerinden önce bu konuda pek çok mazereti vardı. Artık bu mazeretlerin miadı dolduğuna göre kamuoyu Türkiye-ABD ilişkilerinde somut bir adımın işaretini bekliyor. Tabii iki dışişleri bakanının masasındaki dosyalar bu kadar kalabalıkken, öncelikli amacın iki ülkenin gündemindeki bütün konuların istişaresi ve bu istişarenin de ikili ilişkilerde olumlu bir atmosfer yaratmak için gerçekleşmesi olduğu unutulmamalı. Sonuçta Stratejik Mekanizma toplantısının gerçekleşmiş olması iki ülke arasındaki diyalog hattının işlemekte olduğunun bir kanıtı. Diyaloğun ötesine geçmek nelere bağlı; ya da soruyu şöyle soralım: Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi bir normalleşme ne zaman gerçekleşecek?

ABD ile normalleşme

Burada normalleşmeden kastedilen elbette ikili ilişkilerin bir şekilde sürmesi ya da tüm sorunların mucizevi bir biçimde ortadan kalkması değildir. Daha ziyade sorunları yönetebilir olmak, normalleşme dahilinde değerlendirebileceğimiz bir husus. Türkiye, ABD ile yaşadığı tüm sorunlara rağmen yeni kurulan ortak stratejik mekanizması ile bu sorunları yönetilebilir bir hale getirmek için azami gayret gösteriyor. Kısaca, Türkiye ABD ile ilişkilerinin normal hale gelmesini arzu ediyor. Ancak Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın da belirttiği üzere, Washington’un Türkiye algısında halihazırda ciddi sorunlar mevcut. Kalın, aslında “araçsal ve etkileşimsel bakış açısının müttefiklik ruhuyla uyuşmadığını ve Ankara’nın ABD ile aynı göz hizasında, eşit, adil ve şeffaf bir ilişki kurmayı beklediğini” ifade etmekte. Bu ifade, Türkiye’nin ABD ile ortak gündeme sahip olabileceğini, işbirliği yapabileceğini ama ABD’nin vekil aktörü filan olmayacağını da açıkça anlatıyor. Washington için “vekil aktör” arayışı sadece bir kar-maliyet hesabının sonucu değil, ABD ulusal çıkarlarını tanımlarken uzun bir süredir müttefikleri ile güvenilir bir ilişki kurma maddesini es geçiyor, müttefiklerini sahneye istediğinde çıkardığı, istediğinde indirdiği araçlar olarak görüyor. Bunun temel sebebi, yine İbrahim Kalın’a göre, ABD çıkarlarının Washington tarafından “dar ve bencilce” tanımlanması. Ankara’ya göre Türkiye’nin Washington’daki Biden yönetiminden bazı temel beklentileri var: (1) ABD’nin PKK’nın Suriye’deki kolu olan PYD’ye desteğini kesmesi, (2) Washington’un S-400’ler konusunda gerçekçi ve yapıcı bir tavır alması, (3) FETÖ’ye yönelik kararlı ve sonuç alıcı adımlar atması, (4) Doğu Akdeniz gibi konularda Biden yönetimiyle Kongrenin makul ve tarafsız bir tutum içerisinde olmasıdır. Türkiye, bu beklentilerin sadece Ankara’nın güvenlik ihtiyaçlarıyla ilgili olmadığını, Türkiye’nin komşu tüm alanlarının yani bölgenin istikrara kavuşması için önemli olduğunu söylüyor. Biden Yönetimi Asya-Pasifik’e odaklanmaya karar vermişken Türkiye’nin bulunduğu bölgenin görece bir istikrar yaşamasını arzu etmeli.

F16 sınavı

Maalesef Türkiye-ABD ilişkileri bu tür bir normalleşme noktasından hala çok uzakta. ABD’nin küresel güçlere özgü dar bakışı kadar, iki ülke arasındaki güven krizinin de henüz aşılamadığını belirtmek lazım. Üstelik klasik bir güven krizinden de bahsetmiyoruz. Türkiye kamuoyunun hassas olduğu, politikleştirdiği bir güven krizi söz konusu. Muhtemelen kamuoyu etkisini de düşünerek, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Yunanistan’a F35 ve Türkiye’ye F16 temini için Amerikan Kongresine kararların aynı anda gönderilmesinin yaratabileceği komplikasyonlara dikkat çekti. Biliyoruz ki F16 meselesi ilk gündeme geldiği andan itibaren ABD ve Türkiye bu meseleyi, farklı bir konu veya 3. taraflarla ilişkilerle irtibatlı hale getirmemeye çalıştılar. Ancak gerek Kongre’deki kimi sesler gerek kamuoylarındaki algı Washington’un F16 meselesini Türkiye-Yunanistan ilişkisinde bir sopa olarak kullandığı yönünde. Miçotakis’in Kongre’de yaptığı konuşma, F16’ları diline dolaması ve seçime hazırlanan Kongre’nin bir halkla ilişkiler faaliyeti olarak Yunan Başbakanını ayakta alkışlaması bu algının oluşmasında etkili oldu. Bugün Ankara için Washington’un iki NATO müttefiki arasında eski bir Amerikan geleneği olan dengenin korunması prensibinden uzaklaştığı görüntüsü çizmesi gerçek bir sorun. Çavuşoğlu, Washington’un son dönemlerde benimsediği uygulama ve davranışlarıyla Kıbrıs’ta Güney ve Kuzey arasında var olan mevcut dengenin bozulmasına sebebiyet vermesini de son derece endişe verici buluyor. Elbette, sorun Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de stratejik denge ise ne ABD ne de Türkiye Washington’un Ankara’yı kaybetmeyi göze alacağını düşünüyor. Zaten Ankara’nın kaybedilmemesi gerektiği bilindiğinden Biden Yönetimi ikili stratejik mekanizmaların oluşturulması ve iki başkent arasında diyalog kurulmasını istemişti. Ancak, ABD, hala Türkiye kamuoyundaki algıyı yeterince ciddiye almıyor ve yaşanabilecek yol kazalarına müsaade ediyor ya da baskı diplomasisini açıkça değil, kamuoyunda oluşturduğu algı üzerinden oynamak suretiyle Ankara’ya mesaj vermeye çalışıyor. F16 süreci, ABD’nin bu iki seçenekten hangisine daha yakın olduğunu göstermesi bakımından önemli.

Gerçi her iki seçenek de stratejik körlük demek olduğundan Türkiye kamuoyu için ikili ilişkilerde yaşanacak kaza veya kriz arasında çok büyük bir fark yok. Burada mühim olan ABD’nin müttefikine müttefik gibi davranma pozisyonunu benimseyip benimsemeyeceği. Bu noktada Çavuşoğlu, Biden Yönetimini siyasi olarak sorumlu tuttuklarını, mealen “yönetimin istediği takdirde F16 meselesinin çözüleceğine inandığını” söylemesinden anlıyoruz. Bu bağlamda, ABD yönetiminin Türkiye’ye F-16 tedarik edilmesinin NATO’nun da yararına olduğunu belirtmesi önemli ve olumludur. Ama, yeterli değildir. Bakan Çavuşoğlu’nun dediği gibi, ”Türkiye şartlı veya elini kolunu bağlayacak bir şekilde bir ülkeden ürün almak istememektedir”. Cumhurbaşkanımız Erdoğan açıkça söyledi, uçak tedariki konusunda Dünya’da tek adres ABD değildir ve piyasada başka alternatifler de vardır. Daha da önemlisi, Türkiye kendi savaş uçağını geliştirme yolunda oldukça önemli merhaleler katetmiştir. Sözün özü, Ankara F16 meselesini çözüme bağlamak isterken bir kaygı haliyle (ne olursa olsun bu işi çözelim mantığı ile) hareket etmemektedir. Türkiye, ABD Yönetimini F16 meselesi üzerinden Türkiye’ye yönelik zorlayıcı araçları bir yana bırakıp normal müttefikler arası ilişkilere dönmekte hevesli olup olmadığını gözlemlemektedir. Kendi kendimize gelin güvey olmadık, biliyorsunuz ABD, 2022’de yayınladığı tüm stratejik belgelere “müttefiklerle iyi ilişkiler” geliştirmeyi not etti, bunu Liberal Dünya Düzeninin bekası için bir gereklilik saydı.

Seçici ittifaklar ya da yeni mini-taraflılık

Uluslararası sistemin ciddi bir dönüşüm içinden geçtiği bu dönemde, Biden Yönetiminin liberal düzenin küreselleşmesi ve muhafaza edilmesi konusunda geçmişe nazaran oldukça farklı bir tutum içinde olduğu görülmekte. Temelleri İkinci Dünya Savaşı’na kadar giden ama en çok da Doksanlı yıllarda pekişen liberal düzenin kurucusu ve koruyucusu olan ABD, yayınladığı yeni stratejik belgelerin gösterdiği üzere sistemin sorumlu bir aktörü olduğu görüntüsünü vermeye çalışıyor, kendini böylece Çin ve Rusya gibi aktörlerin “büyük güç sorumsuzluğundan” ayrıştırıyor. Oysa Washington’un her gün biraz daha, çok taraflılık, şeffaflık, serbest piyasa gibi değerlerden uzaklaştığını ve onun yerine Dünya’nın farklı bölgelerinde kendisi gibi düşünen ülkelerle ittifak ilişkisi içine girdiğini görüyoruz. Kısaca ABD, geleneksel müttefiklerinden farklı bir müttefiklik tanımı uydurmaya çalışıyor. Bu tanım müttefikin olası araçsallaştırılmasına da müsaade eden egosantrik bir tanım. Kısaca hangi ülkenin kendisi gibi düşündüğüne, kimin düşünmediğine de Washington karar veriyor. Şimdinin kutsal belirleyicisi, özellikle Çin’in nasıl göründüğü ve algılandığı elbette. Sonra muhtemelen Rusya’nın nasıl görüldüğü geliyor. Bu durumu, Lee Shin-Wha, “çok taraflılıktan” mini-taraflılığa geçiş olarak adlandırıyor. Kimileri diyecektir ki, ABD, hiçbir zaman çok taraflılığı sevmedi- ki doğrudur. Ancak tek taraflılığı, mini taraflılık ardına saklaması, QUAD gibi, AUKUS gibi küçük kulüpleri yüceltmesi Shin-Wa’ya göre oldukça problemli çünkü tarafsız – özellikle de orta büyüklükteki tarafsız- ülkeleri ötekileştiriyor. Mevcut liberal sistem içinde ABD gibi düşünmeyen veya tarafsız kalabilen devletler aslında kötü, liberalizme zarar veren ülkeler değiller. Bu ülkelerin birlikte hareket etmeleri durumunda büyük güç mücadelesinin kutuplaştırıcı atmosferini dengeleme imkanları da var. Yani Liberal Dünya Düzeninin asıl koruyucuları tarafsız olma cesareti ve gücüne sahip bölgesel orta büyüklükte güçler. Bu ülkeleri zorla, pozisyon almaya zorlamak, kendi alanları dışındaki mücadelelere taraf yapmaya çalışmak, bu olmadığı zaman kamuoyları üzerinde “üzgünüz, bizimle değilsiniz algısını” oluşturmaya çalışmak ABD’yi aslında göründüğünden daha tehditkâr bir aktör, liberal düzeni tehdit eden bir aktör haline getiriyor.

Türkiye liberal düzenin koruyucularından biri

Batıda kafası çalışanlar, ABD’nin içine düştüğü bu çelişkinin farkındalar. Bu nedenle sinsi bir yol izleniyor ve orta büyüklükte tarafsız ülkeleri eski ve yeni diye iki kategoriye ayırıyorlar. Eskilerin; İsveç, Kanada, Avustralya Hollanda, Yeni Zelanda, Danimarka gibi orta büyüklükteki güçler her zaman mevcut liberal düzenin destekçisi ve dolayısıyla istikrarlaştırıcısı olduğu söyleniyor. Yenilerin; Türkiye, Malezya, Meksika, Endonezya, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Venezüella, Cezayir gibi ülkelerin ise tutumlarından çok emin olamıyorlar. Söz konusu, bu ayrımın ne kadar hatalı olduğunun en önemli kanıtı bizzat Türkiye’nin son onlu yıllardaki güvenlik ve dış politika uygulamalarıyla liberal düzene vermiş olduğu katkıdır. Ankara, liberal düzenin kurulduğu yıllardaki gibi şeffaf, adil, kapsayıcı olmak gibi niteliklerinin korunmasını ve hatta iyileştirilmesini talep ediyor (Daha adil bir Dünya gerekli ve “Dünya beşten büyüktür” söylemlerinde olduğu gibi) yani reformist bir aktör ama liberal dünya düzeninin yerine başka bir düzen gelmesini arzu etmiyor. Çatışma çözümü, arabuluculuk, denge politikası gibi stratejileri de liberal düzenin iyileştirilmesi için kullanıyor. İşin bu yönünü görmeden, açık olmayan ve kamuoyu etkisi üzerinden işleyecek zorlayıcı araçları Ankara’ya karşı kullanmak sadece ikili ilişkiler açısından bir risk oluşturmuyor, sistemsel etkileri açısından da oldukça riskli bir davranış. Zira, ABD’nin “kendi gibi düşünmeyenler” olarak yarattığı kategori liberal dünyayı bölerse, zaten bu dünyanın kenarında duran Çin ve karşısında duran Rusya’nın kırılgan konumlarını da düşünürsek, Batı kendini yapayalnız bulabilir, hatta giriştiği bu kavgayı kaybedebilir.

Türkiye liberal düzenin fabrika ayarlarına dönerek daha adil bir Dünya’nın herkesle paylaşılabildiğinin düşünüldüğü günlere referans vermekte, liberal düzenin koruyucusu bir aktör olarak eşitliği talep etmektedir. Bu bağlamda, büyük güç rekabetinin içinden geçtiğimiz bugünlerde ABD’nin bu seçici ittifak seçiminden vazgeçmesi ve bunun yerine kuşatıcı müttefiklik ruhuna geri dönmesi bölge ve küresel barış için bir zaruriyet oluşturmaktadır. Washington için, bu bağlamdaki en önemli sınamalardan birisi şüphesiz Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanmaktadır. Dolayısıyla, yakın-orta-uzun gelecekte Washington-Ankara hattının nasıl bir dönüşüme uğrayacağı aynı zamanda liberal düzenin de gidişatında ve geleceğinde belirleyici bir etken olacaktır. Sözün özü, ABD için Türkiye ile ilişkiler sadece Türkiye ile ilişkiler olarak görülemeyecek kadar önemli. Umalım, ABD’de işi sınırlı, dar jeopolitik kazanç-kaybın, ya da ideolojik haçlı seferlerinin dışında algılayanlar seslerini duyururlar ve Türkiye ile ilişkiler doğru rayda, doğru hatta kalır ve gelecek istasyonu ikili ilişkilerde tam normalleşme olur. Aksi bir durumda, olmaz denilen şey olabilir: ABD Türkiye’yi kaybedebilir. Ankara’yı liberal dünyanın dışında birilerine kaptırdığı için kaybetmez, liberal dünya ikiye bölüneceği ve Türkiye çok taraflı, eşitlikçi, otonomist liberalizmi desteklemeye devam edeceği için kaybedebilir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *