“Müslümanların batı karşısında artık nefsi müdafaa konumundan çıkıp, teklifi bir inşa sürecine geçmeleri lazım”

“Müslümanların batı karşısında artık  nefsi müdafaa konumundan çıkıp, teklifi bir inşa sürecine geçmeleri lazım”

Abdurrahman Arslan: “Günümüzün postmodern ideolojisinin hakikati olmadığı için kuralları da bütünüyle soyut ve esnektir. Her yere nüfuz edebiliyor. Böyle bir durumda da yine bir ideoloji ya da ideolojilerin dünyasında yaşıyoruz. Yaslandıkları temelin bilgi düzeyinde epistemolojik olarak felsefesi üzerinde konuşursak -ki bence konuşmamız gerekiyor- o zaman belki bunların taşıdıkları tuzağı faş etme imkânımız olabilir diye düşünüyorum.”

Siyer Dergisi, Ahmet Mercan’ın Abddurahman Arslan ile röportajı:

Bu sayımızda ülkemiz düşünce dünyasının son elli yılına şahitlik etmiş, uzun yıllara dayanan ilmi birikimi ile günümüz dünyasına “Müslümanca Bakış”ın imkanlarını arayan nadir mütefekkirlerimizden Abdurrahman Arslan hocamız ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Müslüman dünyasının hâl-i pürmelalinde son derece etkin bir rol oynayan modernitenin; Batı’daki serüveni, tarihi arka planı, kavramsal/felsefî çerçevesi, birey ve toplum üzerindeki etki alanlarına dair önemli tespitlerin yer aldığı hasbihal tadındaki söyleşimiz, her bakımdan ufuk açıcıydı. Pandemi dolayısıyla pek çok kısıtlamanın olduğu bu zor zamanlarda davetimizi geri çevirmeyen Abdurrahman Arslan hocamıza ve söyleşiyi dergimiz adına gerçekleştiren Ahmet Mercan hocamıza da ayrıca teşekkürlerimizi sunarız.

Siyer Dergisi: Öncelikle hoş geldiniz. Modernite ve postmodernite konusunda Türkiye’de düşünen, yazan, çok uzun zamandan beri bunu ortaya koyan ve analiz etme yeteneğine sahip sayılı birkaç düşünürden birisiniz, bana göre ilkisiniz. Modernitenin tarihsel süreci ve bunun izlerini nerede yakalayabiliriz? Nasıl ortaya çıktığı konusundan başlayalım isterseniz.

Abdurrahman Arslan: Modernlik genel olarak sekülerizm üzerinden anlaşılmaya çalışıldığı için onu hazırlayan ortam sıklıkla gözden kaçmaktadır. Ama yakinen baktığımızda şunu görüyoruz: Aslında modernliği hazırlayan rahim, Hristiyanlığın rahmidir. Ondan dolayı da sık sık şunu söylemeye çalışıyorum: Hristiyanlığı, bilhassa da Hristiyanlığın manastır tecrübesini bilmeden modernliği anlamak bence çok kolay değil. Hatta modern toplumdaki disiplini, üretim mantığını anlamak da pek mümkün değildir. Hristiyanlığın kendisinden önce devraldığı bir mirası devralış biçimini bugünkü Müslümanların modernliği devralış biçimine çok benzetiyorum. Hristiyanlar ilk dönemlerinde eski antik dönemin, Helenik dönemin ya da Grek dünyasının felsefî düşünsel birikimini devraldılar. Nasıl devraldılar? Onları Hristiyanlaştırarak devraldılar. Bugün de genel olarak baktığınızda Müslümanlar modernliğin birçok unsurunu İslâmîleştirerek içselleştiriyorlar. Fakat Hristiyanlar bunu aldıklarında kendilerini daha zengin hale getireceğini düşündüler. Çok kısa bir süre sonra aslında Hristiyanlık Grek felsefesinin gölgesi altında anlaşılan bir din haline geldi. Özellikle Platoncu felsefenin ışığı altında… Roma’nın yıkılışıyla birlikte Hristiyan topluluk bir bakıma başsız kaldı. Tam da bu dönemde -ki bu aşağı yukarı milâttan önce 425 yıllarına denk geliyor- o günün mü’minleri kendilerini Roma ordusunun örgütlenme biçimi içinde Hristiyanlığı örgütlediler. Roma Katolik Kilisesi’nin örgütsel yapısının içinde bu var. Geçmişteki mirası içselleştirerek gelmek… Bugün bizim için de ders çıkaracağımız bir şey daha var: 425 yılında Hristiyanlık büyük babalarından birisi olan Augustinus ile iki gruba ayrılıyor. Birisinin başkanlığını Augustinus, diğerinin başkanlığını Tertullianus yapıyor. Bu iki gruptan Augustinus diyor ki: “Biz bu Grek felsefesini ve mirasını alırsak bizim Hristiyan düşüncemizi çok zenginleştirebiliriz. Dolayısıyla bu bize bir katkı olur.” Tertullianus ise şöyle diyor: “Hayır bu toplum zaten sapık bir toplumdu. Onların düşünceleri ve felsefeleri de sapıktır. Biz bunu alırsak biz de sapıtırız.” Fakat enteresan bir şekilde Augustinus’un savunduğu düşünce hakim duruma geliyor. Dolayısıyla da Platon’un ışığında Hristiyanlık yeniden yorumlanmaya başlıyor.

Sizin; “Roma Hristiyanlaşırken Hristiyanlık da Romalaştı” şeklinde de bir tespitiniz var.

İşin enteresan tarafı bu. Hatta Augustinus’un bu dönemde getirdiği delil de vardır. İncil’de Exodus diye bir bölüm vardır. Exodus, Yahudilerin Mısır’ı terk ettiği “çıkış” anlamına gelen bir bölüm. Komşularından Yahudiler düğüne giderken takmak için altın ödünç aldılar. Galiba o zaman âdetmiş. Bu altınları alıyorlar ve sonra da o altınlarla beraber yolculuğa, Mısır’ı terke çıkıyorlar. Bir rivayete göre de o altınları buzağıya dönüştürdüler. İncil’deki o ayette Augustinus diyor ki: “Onlar bu altınları alarak kendilerini kuvvetlendirdiler. Biz de eğer Grek düşüncesini alırsak biz de bu yolculukta güçlenebiliriz.” Dolayısıyla bu biraz da taraftar buluyor. Bu aynı zamanda Hristiyanlığı dönüştürdü de… Hristiyanlığın Roma Kilisesi’ne dönüşmesi Platon’un Devlet’inden çok bağımsız değildir. Dolayısıyla toplumsal örgütlenme daha pek çok şeye baktığınızda bu birikimle birlikte geldi. Hristiyanlık önce Platoncu, sonra ise Aristocu yoruma tabi tutuldu. Bu ise artık modern dönemin mayalandığı dönemdir. Modernlik, aydınlanma ya da Rönesans dediğimiz şey aslında çok önceden bir bakıma mayalanmış, entelektüel olarak ciddi şekilde ete kemiğe bürünmüş haldeydi. Buradaki esas kırılma noktası Hristiyanlıktan esinlenerek hakikat hakkında, daha doğrusu İncil’in bildirdiği hakikat hakkında değişik yorumlar doğduğundan dolayı bir uyuşmazlık çıktı; çünkü Batı toplumu yaklaşık 1400 sene boyunca kutsal kitabın tek bir yorumuna inanarak yaşadı. Yani hakikatin tekilliği… Bu tekillik yoruma açık değildir. Sadece din adamı bunu yorumlayabilir. Bütün insanlar da bu tekil yorum üzerinden hayatlarını sürdürürler. Fakat 1517 reformasyonu olunca bu defa Hristiyanlara ait değişik yorumlar ortaya çıktı. Bu değişik yorumların neticesinde Otuz Yıl Savaşları, Yüz Yıl Savaşları gibi savaşlar ortaya çıktı. Tabi ki buradaki kavgalardan birisi de şuydu: Galilei gibi adamlar dediler ki: “Tanrı bize diyor ki: ‘Size iki tane kitap gönderdim. Bunlardan bir tanesi İncil’dir, diğeri tabiattır.’” Galilei dedi ki: “Madem ki bizim İncil’le ilgili sorunlarımız var. Oradaki hakikati değişik yorumlardan dolayı bulamıyoruz. O zaman biz tabiata dönelim. Tanrı’nın ikinci kitabını okuyalım. Oradan Tanrı’nın tabiata koyduğu kanunları ve hükümleri hayatımıza uygulayalım. Dolayısıyla bunlar da kanun olarak ortaya çıkacağı için biz tekrar Tanrı’nın kanunlarını bulmuş olacağız. İncil’de bulamadığımız ve üzerinde tartıştığımız kanunları ve hükümleri tabiatta bulacağız.” İlk defa tabiatı okumaya başladılar. Galilei dedi ki: “Tabiatı okumak İncil gibi değil. Tabiatı okumanın dili matematikseldir.” İlk defa yeryüzünde Batı dünyasında sonra da bizim gibi dünyada tabiat matematik üzerinden okunmaya başlandı. Bu, insanoğlunun tarihindeki ciddi bir kırılmadır. Daha öncesinde de matematik vardı ve insanlar kullanıyorlardı. Ama dünyanın matematiğin aracılığıyla yorumlanması, anlaşılması meselesi ilk defa oluyordu. Çünkü mitolojik bile olsa insanlar dünyayı hep mitoloji ya da dinin ya da bir ilâhi gücün aracılığıyla anlamlandırıyorlardı. Dolayısıyla da burada matematikle birlikte dünyanın yeni bir anlamlandırılma biçimi ortaya çıktı. Burada “modernlik nedir?” sorusunu sorarsak modernlik; iman ile kitabın yerine tabiat ve aklın geçmesidir. Bu, bilgiyi belirleyen bir şeydir. Benim naçizane fikrim bu anlamda İslâm düşüncesi modernlikle uyuşmaz. Uyuşması mümkün değildir. Burada bir şeyi de düzeltmemiz gerekir: Grek mitolojisi diye bir şey yalandır, yanlıştır. Grek dinidir o. Çünkü tarihte -benim yaptığım okumalardan öğrendiğime göre- dinini icat eden ilk toplum Greklerdir. Onun için modern dönemin kendini köken olarak Greklerde bulması çok manidardır. Sıradan bir şey değildir yani.

Sanıldığı gibi dünyadan da kopuk değil. Hint kıtasında Buda var, Mısır’da Hermes var. Deniz yollarıyla Yunanistan’a bilginin sirkülasyonu var.

Tabi ki. Mesela benim bildiğim kadarıyla manastır fikri İskenderiye üzerinden Hint’ten gelmiştir. Yanlış hatırlamıyorsam 525 yılında ilk defa Roma’nın haricinde manastır kuruluyor. Manastırı kuran da Romalı bir prens. Diyor ki: “Roma’da artık hakkıyla bu dini yaşayamayız. Kendimizi bu çirkinliğin dışına çıkaralım.” Böylece Roma’nın haricinde Aziz Benedict tarafından kuruluyor. Üstelik de mesela bugün bilim diye tercüme edilen “science” kelimesi de modern döneme değil manastıra aittir. Bunu manastır ehli kullanıyordu ve “geçici olan”, “anlık” anlamına geliyordu. Niteliği farklı olduğu için çok benzetmek istemiyorum; ama bu, bizim “fenafillah” noktasına gelme adına “scientia” diyorlardı. Sonra bunu modern dönem tabiat kökenli bilim olarak tercüme ettiğimiz bir anlama getirdiler. Bizde de el-ilm ile bu tercümeyi eş tutuyoruz. Bilhassa teologlarımız bunu çok yapıyor. Bence çok yanlış bir şeydir. Çünkü el-ilm, -ben Arapça bilen birisi değilim ama-, el-ilm’in kökeni vahiydir. Halbuki scientia’nın ya da bizim bilim diye tercüme ettiğimizin kökeni ise tabiattır. Dolayısıyla iki farklı bilgi türüne de işaret eder. O yüzden İslâm ile bunun uyuşması mümkün değildir. Biz genel olarak modernliğin araçları üzerinden modernliği okuyoruz; ama modernliği felsefî anlamda maalesef hiçbir zaman ele alamadık. Ontolojik, epistemolojik olarak modernliği ele alıp tartışabilseydik İslâm’ın bize başka şeyler söylediğini görecektik. Bu başka şeyleri söylediyse bugünkü çemberden, içine düştüğümüz tuzaktan kurtulmanın imkanlarını veriyor. Modernliğin araçsal dünyasının içine kendimizi hapsettiğimiz için hep araçlar üzerinden düşünüyoruz ve bence yanılıyoruz.

Manastır hayatı ve akabindeki bilgi hareketlenmesi sonrasında reform hareketlerini tetikledi. Reformla birlikte de başka kırılmalar ortaya çıktı.

Katoliklik öyle bir dünya kurmuştu ki aslında esasında şu vardı: Katolikliğin bir problemi insanları bir bakıma cendereye koyan bir tarafı vardı. Çünkü Katoliklik biraz da insanın bedenî arzularını yok etmek istiyordu. Esas problem bu. Bu insana uygun bir şey değildi. Başka bir tarafı daha vardı. Katolik din adamları ise hayatlarında bunu yaşamıyorlardı. Mesela faize karşı çıkıyorlardı; ama 12. asırdan itibaren faiz verenlerin başında manastırlar geliyorlardı. Özel mülkiyete karşı çıkıyorlardı; ama en çok özel mülkiyetin sahibi olan manastır ve kilise idi. Dolayısıyla hayatlarında da dini yaşamadıkları için toplum onları ikiyüzlü insanlar olarak görmeye başlıyorlardı. Ben kişisel olarak Protestanlığı hep dinin başka bir yorumu olarak düşünüyordum; ama doğrusunu isterseniz son 5-10 yıldır öyle düşünmüyorum. Protestanlık, Katolikliğin dejenere edilmiş biçimidir. Esas köklerinden kopartılmış halidir diye düşünüyorum.

Bir nevi merkez değiştirme, yani Katoliklerde ahiret önemliydi. Dünyayı onun adına kurban ederken Protestanlıkta ‘Tanrı senin dünyada mutlu olmanı istiyor’ diyerek ahiretin feda edilmesi durumu yani…

Benim dikkatimi çeken şey şu: İnsanoğlunun tarihi ifrat ile tefrit arasında gidiyor; ama ortasını bulamıyor. Dinimizin orta yolu tavsiye etmesini onun mucizelerinden biri olarak görüyorum. O çok yücelttiğimiz ama kendisinin ne olduğuna dair üzerinde hiç düşünmediğimiz akıl kavramı bize bu orta yolu vermiyor. İfrattan tefrite gidiyor. Doğruyu yanlışın tam karşı kutbunda arıyor. Aklın böyle bir özelliği yok. Olsaydı kitabın gelmesine gerek kalmazdı diye düşünüyorum. Her seferinde orta yolu bulmak için bir peygambere ihtiyaç duyuluyor.

Hocam bu bilgiyi kim seslendiriyorsa ona göre değer aldığını gördüğümüz bir zaman diliminde yaşıyoruz. Hep düşündüğüm bir konu var: Batı’nın rönesans ve reform dönemlerinden sonra aydınlanmaya paralel olarak teknolojik pek çok köklü buluş yaptıklarını görüyoruz. Bütün bunları düşündüğümüzde bu teknolojideki gelişmenin bu manastır hayatı ile bir alakası mı var? Çünkü bugün artık güce erişmiş bir Batı’nın söylediği sözün bağlamından koparılarak bir değeri yok. Söylediğinin söyleyen kişinin arkasındaki güç ile telakki ediliyor. O yüzden bilgi bir tahakküm aracına dönüşüyor. Yani bir Amerikan başkanının söylediği bir sözle sıradan bir insanın söylediği söz aynı; ama eşit kabul edilmiyor. Bu da bilginin çok uzun dönemden beri iktidara yaslanarak dünyaya servis edildiğini gösteriyor. Bu teknolojik gelişme 18. yüzyılın başlarında oluşunun buna etkisi var mıdır? Ya da o ilişkiyi nasıl anlayabiliriz?

Yakın dönemde kültür üzerine biraz okumalar yapmaya çalışıyorum. Batı’yı bilgi anlamında belirleyen aslında Platoncu felsefedir. Gözden kaçan şey ise Platoncu düşünce daima bir hakimiyet içeriyormuş. Ben de yeni öğrendim. Dolayısıyla bilginin kaynağı ya da bilgiyi üreten, bu bir topluluk olabilir, daima bir iktidar olarak davranıyor. Ya da bir iktidarın temsilcisi olarak davranıyor. Çünkü bu Platoncu bilgiyi üretmenin getirdiği bir şey bu. Siz Platoncu anlamda bilgiyi üretiyorsanız bu size iktidar da bahşediyor. Bizi ilgilendiren asıl sorun ise şu: Bilginin kaynağı nedir? Eğer siz bilginin kaynağını tabiat olarak seçerseniz ya da Platon’un dediği gibi idealar alemi olarak seçerseniz orada ister istemez Platoncu bir aklı devreye sokuyorsunuz. Tabiat da olsa bu değişmiyor. Bu size bir iktidar veriyor. Onun için bilginin kaynağının vahiy olması başka bir şeye işaret eder. Çünkü hiçbir bilgi yoktur ki iktidar içermesin, tarafsız olsun. Nötr diye bir bilgi yoktur. Bizim vahiy dediğimiz bilgi de taraftır. Bizim kul olmamızı istiyor. Dolayısıyla tarafsız bir bilgi yoktur. İnsanın tarafsızlıktan çok adil olmasını bekleyebiliriz. Bilgi düşüncenin ve amelin dayanma noktasıdır. Bilgi olmasa insan hiçbir amelde bulunamaz ve hiçbir düşünme üretemez. Düşüncemizin temeli aklın çalışabilmesi için düşüncemizin temelinde bir bilgi olması gerekir. Genel olarak Resûlullah’ın (sas) buyurduğu gibi; “Ameller niyetlere göredir.” Fakat niyeti de belirleyen bilgidir. Niyetimizin salih olup olmadığını temel aldığımız bilgi üzerinden değerlendirebiliyoruz. Burada sizin hangi bilgiyi temel alarak hareket ettiğiniz ya da o temel aldığınız bilginin kaynağının ne olduğu önemlidir. Batı bilgiyi üretmenin kaynağını rönesanstan itibaren ele geçirdi. Teknoloji meselesine gelince de genel olarak söylenen şey şudur:  “Bu bilimsel bilgi sayesinde teknoloji üretildi.” Bu doğrusunu isterseniz Batı’da da çok tartışılan bir konudur. Bilimsel bilgiyi elde ettiğinizde teknoloji üretmiyorsunuz. Bir kere bunun kökeninde pek bu yok. Bildiğim kadarıyla Batı’da üniversitelere teknikle ilgili, mühendislik dallarının girmesi 1860 yılıdır. Londra Üniversitesi’ne ilk defa mühendislik fakültesinin açılmasının tarihi 1860 yılıdır. Bundan önce üniversitenin görevi beşerî bilimlerle ilgilidir. Dolayısıyla bunlar genel olarak üniversite dışı ya da başka bir şekilde insanların meraklarıyla elde edilmiş bilgiler. Elbette ki burada mühendislik dediğimiz bir olay vardır; ama 19. asırdan itibaren yeni güç kaynakları elde etti Batı. 1859 yılında petrolle çalışan motoru üretti. Ya da buharı makinalara uyguladı. Bu da ciddi şekilde dünyadaki insanların elinde bulundurmadığı yeni güç kaynaklarıydı. Bu güç kaynakları insanların geleneksel anlamda kullandıkları güç kaynaklarının üzerinde onu ellerinde bulunduran insanlara bir egemenlik hakkı verdi. Bu anlamda kolonyalizm, emperyalizm dediğimiz şeyler başladı. İşçi sınıfının sömürüsü başladı. Buradaki yeni güç kaynaklarının keşfi dediğimiz bir meseleyle karşılaşıyoruz. Bu bence tarih içerisinde insanoğlunun ciddi şekilde yaşadığı bir kırılmayı beraberinde getiriyor. Bu da Batı’yı Batı dışındaki bütün toplumlardan ayıran önemli bir imkân olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bu güç kaynaklarını silah sanayinde, üretimde, ekonomik alanda, askeri alanda kullanıyor. Böyle olunca da tabi otomatik olarak bir egemenlikle beraber yürüyor.

Modernleşme dediğimiz Batı’nın bu bahsettiğiniz aydınlanma ve reform hareketleriyle birlikte bir güce ulaşması ve bu güçle İslam dünyasının temas etmesi çok trajik olmuştur.

Bizim gözden kaçırdığımız şeylerden biri de odur. Bu bizim hikayemiz değil. Bu, Batı dışındaki bütün ahalinin hikayesidir. Elbette ki bu hikayenin içerisinde en çok direnen bu anlamda da trajedi yaşayan Müslümanlardır. Mesela diğerleri postmodern kültür karşısında bugün çok direnç noktaları oluşturamıyorlar; ama var. Fakat bizim gibi haberdar değiller. Mesela Hindularda, Şintoistlerde çok var. “Biz tabiata hakimiyet kuruyoruz” diyorlar. Biliyorsunuz Uzak Doğu’da; “Tanrı dünyayı yaratmıştır, tabiatta kendini gizlemiştir” şeklinde bir düşünce var. Buna rağmen onların da bir itirazları vardır; ama bu konuda çok daha potansiyel olarak, bir de elindeki tevhid açısından Müslümanların elinde imkan var. Çünkü modernlik bizi bir bakıma şirk toplumu olmaya davet ediyor. Bence esas burada direnen İslâm’ın tevhid anlayışıdır diye düşünüyorum. O halen birçok şeye Müslümanların zihnini açmıyor.

Burada tabi Batı’nın yaşadığı bir dönüşüm var. Devlet olan bir kilise İncil’in açıklanmasını sadece kendi uhdesinde gören, hiç kimseye virgül dahi koydurtmayan bir kilisenin insanlık ve fıtratla barışık olmaması bütün bu gerilimi oluşturması ve aydınlanma sonrası devlet olan kilisenin daha sonra sivil toplum alanına kayması… Batı bütün bu öyküsünü yaptığı hatadan ve bizim Cumhuriyet aydınımızın da özellikle anladığı şey bütün dünya bu serüveni sanki kilise serüvenini yaşamış gibi bütün dünyada aynı öykünün yaşanması gerektiğini Batı’nın dayatması maalesef bizim de bir kısım aydınımızın bunu böyle anlaması ve dinin bizi geri bırakmış olduğu düşüncesinden mütevellit çözümü tamamen Batılılaşmayı harfi harfine izleyerek gelişme göstereceğimiz, “medeni” olabileceğimiz zehabına kapılmaları… Oysa Ortaçağa baktığınız zaman İslâm dünyasında karanlıktan bahsetmek şöyle dursun yani en iyi dönemlerini İslâm’ın yaşadığını görmek mümkün. Burada tabi bu dayatmanın ve kabulün sonucunda geldiğimiz aşamada biz de böyle bir sıkışmanın içerisinde veya bunun sancıları içerisinde değil miyiz?

Elbette. Fakat bütün bunları bize yaptıran aslında modernleşme ile başlayan bilgi transferidir ki bunun başında da eğitim geliyor. Bizim eğitimden edindiklerimiz bizim dünyaya ve tarihe öyle bakmamızı salık veriyor. Burada bir tek tarih, bir tek din tecrübesi olarak düşünülmektedir. Aslında bütün bu Batı’nın din, tarihsel tecrübesidir. Dolayısıyla da bu bütün bir dünya tarihini Avrupa merkezli okumaktır. Bu nereden geliyor? Elbette ki bir egemen teknoloji var. Bilgi üretiyor, doğrudur. Burada esas önemli olan şeylerden birisi insanlara sistematik bir bilgi sunduğudur. Aklî ve rasyonel bir bilgi olduğu için de benimsenmesi kolay oldu. Buradaki temel şeylerden birisi bu bilgi zihnimizi inşa edip kendine göre şekillendirirken biz de Batı’nın tecrübesiyle kendi tarihimize ve kendimize bakmaya başladık. Mesela İslâmcılık dediğiniz nedir? İlk defa 1400 yıl sonra Müslüman kendini modernlik karşısında yeniden tanımlama ihtiyacı hissediyor. Bu küçük bir iş değil ki! Öyle bir vuruş vurmuş ki çok farkında değilsiniz. -Bu arada söyleyeyim ki ben kendimi İslâmcı olarak kabul ediyorum.- İslâmcılık diyor ki: “Biz İslâm’ı iyi anlayamadık. Eğer iyi anlasaydık bugün bu duruma düşmezdik.” Bu şimdi basit gibi görünen bir cümledir. Bu, 1400 yıllık tarihi hiçe saymaktır. Bu küçük bir şey değildir; ama biz bunu çok normal görüyoruz şimdi. Demek ki 1400 yıldan beri Müslümanlar bu tarihi iyi okuyamadılar ve anlayamadılar. Şimdi biz bunu iyi anlasaydık Batılılar gibi olurduk. Bence yüzyıldan beri yazılan tefsirlerin asıl amacı budur. Bence tefsirler bu amaç doğrultusunda yazıldı. Bilinçaltımızda bu var. Bu, kurtulmamız gereken bir şeydir. Bizi İslâm’ın hakikatinden uzaklaştırıp modern dünyaya eklemlendiriyor. Tamam da iyi anlamanın ölçüsü nedir? Dini iyi anladığımızın ölçüsünü nerede arayacağız? Aslında bizim anlama dediğimiz şey İslâmcılık kendisini yeniden restore etmelidir. İslâmcılık Müslümanların nefs-i müdafaasıdır. Doğrudur, oryantalist bir çağrışımı vardır. Bütün bunları kabul ediyoruz; ama buna rağmen postmodern bir dünya karşısında Müslümanın nefs-i müdafaası için İslâmcılığın restore edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama bu restorasyon kesinlikle Batılılaşma kavramı ile ifade edilmemelidir. Çünkü Batılılaşma bizi yanlış bir yere götürdü. Biz işin felsefî muhtevasını ihmal ettik. Kılık kıyafet olarak düşündük. Oysa bu çok yanlış bir şeydi. Modernlik felsefi muhtevaya ilişkin bir şeydir. Bunun üzerine konuşmamız lazım. Bu bir hesaplaşmadır. Onun için diyorum. Gazzâlî dönemindeki hesaplaşmanın İslâm dünyasında yeniden neşv ü nema bulması gerekir diye düşünüyorum.

Birçok kelâmcının ve İslâm felsefecisinin de Gazzâlî’ye felsefenin boynunu vurduğu zehabıyla karşı çıkmasının da sebebi bu mudur?

Bence öyledir. Filozoflara karşı çıktı. İslâm filozofları ya Platon’un ya da Aristo’nun çömezleridir. Seneler önce Seyyid Hüseyin Nasr buraya geldiğinde bir evde özel bir toplantı olmuştu. Arkadaşlardan biri; “Farabi için, bizim filozoflar için ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca; “Onlarda bir şey bulamazsınız. Onlarla uğraşmaktan vazgeçin” demişti. Ben de aynı fikri taşıyorum. Tıp için demişlerdir, ona saygı duyuyorum. Öğrenciliğimde Medinetü’l-Fazıla’yı okumuştum. Sık sık eleştiriyordum. Yanlışlık, haksızlık olmasın diye Medinetü’l-Fazıla’yı aldım okudum. Baştan sona Platon’un kopyası. Medinetü’l-Fazıla ile siyasi bir risale olarak ben nereye gideceğim? Bunun bana söyleyecek bir şeyi yok ki? Bu, tarihi inkâr etmek değil. Felsefenin tabi ki konuşulması lazım. Ama felsefeden neyi anlıyoruz? Felsefe niçin önemlidir? Meydanı boş bulup; “Felsefemiz yoktur, biz onun için geri kaldık” diye saçma sapan konuşuyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Batı’yı bugünkü noktaya getiren de felsefe değildir ki! Felsefe, Batı’da inkişaf eden teknolojik gelişmelerin bir yorumcusu olarak arkadan geliyor. İkinci husus da felsefe özgür bir düşünce yerinin imkânı değildir sadece. O zaman felsefesi olmayan bütün toplumların özgür düşünemediklerini söylemek gerekir. Felsefe, Batı tipi düşünme biçimidir. Buna diyecek bir şeyim yok. Ama siz İslâm felsefesi diyorsanız İslâm felsefesinin Batı tipi bir düşünme mecburiyetinde olmadığını kabul etmemiz lazım. Felsefe dünyayı yorumlamadır. Dünyayı anlamlandırma biçimidir. Dünyayı her yorumlama aynı zamanda dünyaya anlam vermedir. Siz eğer Batı tipi bir felsefeden bahsediyorsanız o zaman siz dünyayı Batı tipi bir felsefenin ışığında yorumluyorsunuz demektir. Bu tarafa geldiğimizde ise bizde tasavvufu nereye koyacağız? Bir tarafıyla bakıyorsunuz felsefedir, bir tarafıyla bakıyorsunuz psikolojidir, bir tarafıyla bakıyorsunuz şeriattır. Bu bize ait bir “el-ilm” dallarımızdan birisidir. Peki biz bunu nereye koyacağız? Ben felsefenin ışığında bunları değerlendiremem ki! Eğer entelektüel gücüm yetiyorsa bunların ışığında felsefeyi değerlendirmem lazım. Dolayısıyla felsefenin bütünüyle insanlara bir özgür düşünme hakkı verdiği fikrine katılmıyorum. Üstelik de ben inançlı birisiyim. Batılı anlamda ne eleştirel bir zihne sahip olabilirim ne de felsefe yapabilirim. Çünkü felsefe de Batılı anlamda eleştiri de karşısında herhangi bir manianın olmasını istemez. Hele bir kutsalın olmasını da istemez. Bir Müslüman bunu nasıl yapabilir ki? Eleştiri sekülerdir. Karakterinde bu vardır.

Düşünme ameliyesi içerisindeki insanlara düşünür ya da filozof dediğiniz zaman bir şey yapmış oluyorsunuz, mesela İmam Şafiî’nin filozof olmadığını söylemiş oluyorsunuz, Gazzâlî felsefenin imkanlarıyla felsefeyi mâhkum ederken ona da filozof dememiş oluyorsunuz.

Bir kere felsefe bilginin kaynağının insan olduğunu kabul ederek işe başlayan bir şeydir. Dolayısıyla bir Müslüman âlim, mütefekkir o işe başladığında zaten üzerinde konuştuğu bilginin kaynağının kendisi olmadığını, verili bir bilgi olduğunu kabul ederek konuşmaya başlar. Esas problemlerimizden bir tanesi de bilginin kaynağı meselesidir.

“Modern Dünyada Müslümanlar” kitabınızda da bahsediyorsunuz. Kopernik Devrimi’nin Kant’ın felsefede yaptığı merkez değiştirmeyle birlikte aşkın alanın tamamen insan aklının nesnesi haline getirilmesiyle bilginin tamamen seküler bir hale gelmesi, Tanrı’nın yerine otomatik olarak aklın geçmesi süreci söz konusu. Onun şekillendirdiği, yönettiği bir altyapı dünyasında geldiğimiz aşamada Müslümanlar şekillerle kendilerinin varlıklarını sürdürebildiklerini düşünüyorlar. Üretim ve tüketim biçimi açısından neredeyse özdeşleşmeye yakın bir konum arz ediyor. Böyle değil mi?

Modernliğin bir özelliği de otonom yaratmış olmasıdır. Bunun da ilk işi Tanrı’yı otonom haline getiriyor. Türkçede buna özerklik diyoruz. Tanrı özerk hale gelince, hiçbir şeye müdahil olmayan hale gelince insanı ve tabiatı otonom haline getirmek mümkündür; çünkü Tanrısal bir müdahalenin haricine çıkartıyorsunuz bunu. Bunu yapamazsanız bilim yapamazsınız zaten. Bizim gözümüzden kaçan şeylerden biri de odur zaten. Bizim dinimize göre Allah yaratmayla her şeye her an müdahildir. Kalplerden yeryüzüne kadar… Allah’ın müdahil olduğu bir şeyde bilimin kesinlik ilkesinden bahsedemezsiniz. Bunu ben değil, bilim felsefecileri söylüyor. Sabit bir zaman anlayışınız yoksa yine bilim elde edemezsiniz. Bunu da bizim aklı evvellerin konuştuğu birçok şeyin yanında bir yere not etmeniz lazım. Bizde sabit bir zaman yok. Hiçbir zaman salise bile de olsa hiçbir zaman biz öğle, ikindi ya da akşam namazını aynı zaman dilimi içinde kılmayız. Çünkü sürekli değişmektedir. Modernlik ise sabit bir zaman getirmiştir. Gece saat 12’yi gece yarısı olarak nitelemiştir. Bizim için ise gece yarısı akşam namazı ile sabah namazı arasıdır. Onun için biz hiçbir zaman sabit bir ayda oruç tutmuyoruz. Bunlar bilimin elde edilmesine imkân veren sabitelerdir. Bu sabiteler olmazsa olmaz. Tanrı eğer tabiata müdahilse orada bir tabiatın özerkliğinden bahsedemeyiz. Hatta enteresan bir şekilde 1850’lerde toplum kavramı tartışılırken; “İnayete inanan bir toplum tam özgür kabul edilebilir mi?” diye tartışılmıştır.

Bizde de diyelim ki aynı tabiata dediğiniz anlamda Bacon’un bakışı var. Bizde de Hz. Peygamber (sas) diyor ki: “Bir nehirden abdest alırken bile suyu ölçülü kullanın.” Biz iki kişi aynı yere baksak bile birisi; “Bunda benim alacağım var” diye düşünürken diğeri “Bu bana Rabbimin gönderdiği bir nimettir.” diye düşünüyor.

Zaten onun için düşüncenizi kurduğunuz bilgi üzerinden baktığınızda o düşünce size tabiat üzerinde bir egemenlik hakkı vermiyor; ama Baconcı, Platoncu düşünce veriyor. Onun için tabiat üzerindeki egemenlik fikrini getirebiliyor. Sizin için zihninize aykırı bir şeydir bu. Absürd bir şeydir. Ne demek tabiat üzerinde egemenlik kurmak? Böyle bir şey Müslüman zihne de Taocu zihne de Hindu zihne de gelmez. Burada Tanrı özerkleşince insan ve tabiat da özerkleşti. Bu özerkleşmenin felsefi temellerini ilk kuran Descartes’tir. Çünkü varlığı düşünceden türetti. Descartes diyordu ki: “İnsan doğuştan bazı unsurlar getirir ve onlarla dünyaya bakar.” John Locke ise “Hayır. Biz gelirken herhangi bir bilgi ile gelmeyiz. Bilgimiz ise tecrübeden elde edilmiştir.” dedi. Böyle olunca bilginin Tanrı ile ilişkisini de kopardı Locke. Doğrudan doğruya insanın kendi becerisinin sonucunda elde edilmiş bir şeydi bu. O zaman bu haliyle insan bir özerk varlık olarak tabiata döndü. O da Tanrı’nın müdahalesinden bağımsızdır. Böyle olunca da tabiattan bir bakıma yine Tanrı’nın koymuş olduğu kuralları, hükümleri kanun olarak çıkarmaya çalıştı. Bizim bilimsel dediğimiz uğraşı buna dayanıyor. Buradaki bilgi ilişkisi özne ile nesne arasındaki bir ilişkidir. Bu böyleydi. Kant biraz bunu sıkıntıya soktu. “Bu iş bu kadar basit değil” dedi; ama orada kaldı. Modernlik de şöyle düşündü: “Ben bunu zaman içerisinde akılla tamir edebilirim.” Fakat ne zaman ki atomun parçalanması, kuantum mekaniği denen şeyler ortaya çıktı bu defa pozitivist bilginin mutlak doğruluğu ilkesi suya düştü. Batı düşüncesini Hristiyanlıktan beri belirleyen önemli bir şey var, o da: Batı düşüncesi uzun zamandan beri mutlak tekil bir doğruluk üzerine kuruludur. Mesela dogma bunu temsil eder. Mutlaktır, doğrudur, modernlik bizi bir bakıma şirk toplumu olmaya davet ediyor. Bence esas burada direnen İslâm’ın tevhid anlayışıdır diye düşünüyorum.

Aslında bilim, bilimsel anlayış da bulunduğunuz tabiattan elde ettiğiniz kanunları tartışılamaz ve mutlak olarak görür. Bana sorarsanız bence dogmanın yerini tabiat kanunları aldı. Bir şey değişmedi. Biz değiştiğini zannediyoruz. O da bir dogmadır. Ama postmodernizm geldi ve onu dağıttı. “Hayır! Öyle bir şey yok. Bilgi, yasalar mutlak doğrudur ve değişmez değil” dedi. Burada Batı tarihi açısından baktığımızda Batı başlangıçta bilginin kaynağını Platoncu bir anlayış olarak idealar aleminde aradı. Sonra orada problem oldu. Rönesansla beraber bilginin kaynağını tabiatta aradı. Şimdi bu dediğimiz Kuantum mekaniği ile birlikte bunun burada da olmadığını gördü. Şimdi Batı bilginin kaynağını tarihte arıyor. Şimdi diyeceksiniz ki tarihselcilik mutlak bir doğru olmadığını da işaretliyor. Olsun, ama Batı bugün bilginin kaynağını tarihte aramaktadır. “Tarihte mutlak doğru yoktur” diyorsak onda bir problem yok. Önemli olan bilginin ontolojik alanının nerede aranmış olmasıdır. Dediğim gibi ilk alem idealar alemi, tabiattı. Buradan da üçüncü bir aşama olarak tarihe döndük. Şimdi Batı bilginin tarihsel olduğunu, doğruluk olmadığını söylemek istiyor; ama bilgiye de ontolojik bir zemin kuruyor, yani tarihi kuruyor. Bu aslında Batı dışı hiçbir toplumda görmediğimiz bir durumdur. Hiçbir toplum bilginin kaynağını, ontolojisini Batı gibi değiştirmemiştir. Batı üç kere ontoloji değiştirmiştir. Birincisi Platon’un idealar dünyası, oradan Hristiyanlığa vahye kutsal kitaba gelmiştir, üçüncü olarak da vahiyden kalkıp tabiata gelmiştir. Bu işin esas başlangıcında Galilei var. Ondan sonra da Newton geliyor. Tabi ki kainatın yeniden anlamlandırılması Kopernik ile başlıyor. Orası doğru. Üstelik de bu adam din adamıdır. Onu da kaydetmeniz gerekiyor. Hatta arkadaşları okuduğum bir metinde fikirlerini yayması için teşvik ediyorlar; fakat bizim de anlamakta zorluk çektiğimiz bir şey var: Hristiyanlıkta, Hristiyanlığın kozmolojisi imanın bir parçasıdır. Batılı insan feryad ü figan ederken haklıdır; çünkü siz dünyanın güneşin, güneşin de dünyanın etrafında döndüğünü söylediğinizde imana yönelik bir şey söylüyorsunuz. Mesela bir Müslüman çıksa bildiğim kadarıyla Kur’ân’da çok açık ayetler yoksa “Dünya dönmüyor” veya “Dünya düzdür” dese kafir olmaz. Çünkü imanın bir parçası değildir. Hristiyanlık bunu imanın bir parçası haline getirmiş. Kendi kozmolojisini inşa ederken getirmiş; çünkü bir aşkınlık kurmak istemiş. Aşkın olan en üsttedir. Dolayısıyla da din temsille ilgilidir. Belki biraz sanata da girebiliriz. Çünkü Hristiyanlıkta Hz. İsa -haşa- Allah’ın temsilcisidir. Havariler ise Hz. İsa’nın temsilcisidir. Kilise ise havariler ölüp gittikten sonra havarilerin temsilcisidir. Dolayısıyla da Tanrı’nın temsilcisidir. Bu temsilcinin yüce bir yerde olması lazım. Aşkın kavramını getirecek buraya. Bu da bir kozmoloji olarak inşa ediliyor. Önce dünyaya bir aşkınlık veriliyor. Dünya bütün gezegenlerin ortasında sabit olduğu için hareket etmeyen bir varlıktır. O diğer gezegenler içinde aşkın bir statü verildi. Kopernik geldi ve bunu yıktı. Oradaki o itikadın bir parçası alan suya düştü. Kilise diyordu ki: “Bu böyledir.” “Kilise seçilmiş Tanrı’nın temsilcisi olan adamların dünyasıdır ve onlar aşkın, günahsızdır. Onlar Tanrı’nın gönderdiği kitabı yorumlama hakkına sahiptirler” diyorlar. 1517’de Luther çıkıp herkesin kitabı okuyup anlayabileceğini söyledi. Ve deniyor ki bir yüzyıl boyunca matbaa yalnızca İncil ve türevlerini bastı. Çünkü yerel dillere tercüme edildi. Çok geçmeden Luther baktı ki yerel dillerde anlaşılan İncil başka türlü yorumlanıyor. Bu defa buna karşı çıkmaya başladı. Herkes okuyup anlayınca kilisedeki o kutsallık özelliği de gitti. Bu arada dünyanın yuvarlak olduğu ortaya çıktı. Yuvarlak olunca da Roma Katolik Kilisesi dünyanın merkezi olmaktan çıktı. Dünya da gezegenlerin merkezi olmaktan çıktı. Böyle olunca da tabi ki korkunç bir iman bunalımı oldu. Biraz bu gözle bakmak lazım.

Batı merkez sıkıntısı çekti. Sonra bunu metafizik alanda ihdas etmeye çalıştı. Temsil metafiziği diye aşkın alanı nesneleştirerek bunu aşmaya çalışıyor.

Aşkın olanı tabiata transfer etti. Aslında onu tabiatta içkinleştirdi; ama bu tabi ki kaybedilenin yerini dolduramadı. Dolduramadığı için de ciddi bir bunalım yaşandı. Aslında aydınlanma aklın el değiştirmesidir. Akılcılık kilisenin elinden alındı ve herkese dağıtıldı. O zaman kilise tekel kurmuştu. Aydınlanma akılcılıktır; ama başka bir şey olarak da ortaya çıkıyor. Her şey dağılmış; ama aydınlanma akıl temelinde Avrupa’yı yine Avrupa olarak kurmak isteyen bir projedir. Hristiyanlığın o ümmet dünyasını din temelinde değil akıl temelinde yeniden kurmak istiyor. Aydınlanmanın bir özelliği de budur.

Bizim fark edemediğimiz bir şey daha var. Sonuçlar üzerinden baktığımız zaman bugün Avrupa Birliği kendini 13 ülke olarak bir millet, ümmet kabul ediyor. Bunu da atmış değil hâlâ.

Benim kanaatime göre Avrupa Birliği, Hristiyanlığın birlik dünyasına dönüştür. Avrupa sadece siyasi olarak bölündü. Hukuki olarak değil. Ahlaki olarak değil. Dini olarak tamam Protestanlık var; ama değil. Dolayısıyla Avrupa Birliği seküler temelde yeniden o kaybedilen birliği sağlama projesidir. Hatta bu gözle tarihe bakarsanız Batı düşüncesi de bu birliği sağlamanın peşinde olan bir tarih anlayışıdır. Medeniyet kavramının kavramsallaştırılmasındaki önemli şeylerden birisi de budur. Napolyon’un Moskova’dan Mısır’a kadar olan seferlerine baktığınızda Avrupa’nın birliğini sağlamaya çalıştığını görürsünüz. Dolayısıyla Avrupa hep o bütünlüğü aramaktadır.

Şöyle bir yaklaşım var: Bilimsel gelişmeyle birlikte dini argümanlar zayıfladı; ama Kant’a bile bakıyorsunuz Tanrı’yı nesne haline getirmesine rağmen araçsal akılda tekrar Tanrı’yı konuşuyor, buna yapacak bir şey yok insanlar yıldızlara bakıyorlar Allah’ı hatırlıyorlar, ölüm korkusu var, mutlaka buna bir çözüm getirmek lazım söyleminin tam tersine böyle bir yola da gidebiliyor. Öyle sanıldığı gibi değil.

Değil tabi ki. Ahlâka temel ararken de öyle. Onun üçlemesi var. Yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın şeklinde. Kim söylüyor bunu? Temeli ne? Hangi temele oturtacağız? “Tanrı söylüyor” diyor. Dolayısıyla da öyle bizim düşündüğümüz anlamda öyle geçmişten kopuk bir süreç değil. Ben klasik Marksizm’in dışında bir Marksist adamın makalesinde okumuştum. Diyordu ki: “Aslında Marksizm Hristiyanlığın sekülerleşmiş devamıdır.” Çünkü hem dünyevileşme anlamında hem de Hristiyanlıkta 14. asırdan itibaren mülkiyet yoktur. Hristiyanlığa mülkiyet çok sonradan gelmiştir. Çünkü kiliseye göre mülkiyet, ticaret şeytanın işidir. Dolayısıyla da burada özel mülkiyet çok sonralarıdır. Ondan dolayı da mülkiyetsizlik Batı insanının zihnine çok yabancı gelmez. Muhtemelen bunun için o cümleyi kurmuş olabilir. Birçok şey Batı’da yeniymiş gibi görünüyor; ama bir bakıma mevcut olanın da yeni bir şekle dönüştürülerek devam etmesi şeklinde görünüyor. Mesela ben kültür üzerine biraz okuma yapıyorum. Bakıyorum kültür dediğiniz kavram Hristiyanlığın gelenek dediği kavramın dönüştürülmüş biçimi.

Batı serüvenini iyi konuştuk hocam; fakat Batı dışındaki toplumların bu aydınlanmayla birlikte değişen dünyaya, algıya karşı tavrı çok etkili olamadı diyebiliriz. Ya da İslâm’ın Osmanlı döneminde karşılaşmayı önceleri hayret ve panikleme sonra da öykünme olarak sonra da hayranlık olarak böyle bir zincirde görebiliriz. Hatta o dönemin İslâmcıları bile makine karşısında mesela Mehmet Akif’in “uyumaz hizmetkar” demesi çok ilginç gelmişti. Tabi o zaman henüz modernliğin sonuçları da test edilmemişti. Ne zaman ki atom bombası patladı, insanlık yeni bir şokla yüz yüze geldi. İlk defa teknolojinin iyi mi kötü mü olabileceği ikilemi ortaya çıktı. Bunun tam belki tartışma süreci postmodern olarak mı dönüştü, bu modernizmin daha da güçlenmesi anlamına gelen izafiyetin merkeze alındığı, bireyin daha tolere edildiği bir dönem olarak görülüyor. Şimdi bizim hikayemize döndüğümüz zaman Müslüman toplum, Müslüman ümmet Batı’daki bu değişime hayret ve hayranlık dışında bir cevap verebildi mi? Vermeli miydi, bunun karşısında bizim imkanlarımız nelerdir? Yoksa bir dizi şekilci tatminlerle mi kaldık?

Bir Müslüman olarak derdimiz var. Modern dünyada yaşıyoruz. Elimizi attığımız her yerde onu görüyoruz. Dolayısıyla da elbette ki bu bizim serüvenimizdir ve bunu konuşmamız gerekir.

Bizim tarihimizde iki çeşit bir modernleşme ile karşılaşıyoruz. Bunlardan bir tanesi dışsal olanı değiştirmeye yöneliktir. Ben buna II. Mahmud Modernleşmesi diyorum. İkincisi ise dış görünüşe karışmadan içeriğini fikri ve anlam olarak değiştirmek. Bu da içerik olarak değiştirmektir. Buna da Abdülhamitçi Modernleşme diyorum. Bu çizginin eğer devamını ararsak bu çizginin devamı benim gördüğüm kadarıyla bir tek Rusya’da Deli Petro ile başlamış. Kısmen de belki Stalin’de anlam bulan bir şeydir. Bizde ise Kemalizm ile, tek parti ile devam eden bir çizgi bu. Bugün bence bizdeki temsilcisi CHP’dir. Halen birçok şeyin değiştiği dünyada son dönemlerde bilhassa dikkat ediyorum halen o çizgiden bir milim bile sapmadan o çizgiyi sürdürüyor. Oysa postmodern bir dünyada yaşıyoruz. Bu çizgi o kadar anlamlı değil artık. İkinci çizgi olan Abdülhamitçi çizgi ise Demokrat Parti, Serbest Fırka, Özal ve bugünkü Ak Parti diyelim. Peki bizim kaderimizi bu iki çizgi mi belirleyecek? Bence belirlememelidir. Bunun için üçüncü bir yol bulabileceğimize inanıyorum; ama bizim bugüne kadar bu serüveni yaşarken geldiğimiz nokta şuydu: Bu bir nefs-i müdafaa idi. Nefs-i müdafaa halinde olan her şey yasaklar üzerinden konuşulur. Bu çok fıtrî bir şeydir. Bu da genç kuşakları bıktırır. Nitekim çağdaş dünyada böyle bir durumla karşı karşıyayız. Ama siz ne zaman egemen bir yaşam biçimi olursunuz o zaman siz yasaklarla konuşmazsınız. Oysa bugün bizim yaşadığımız hayatta bize haramlar yakın, helaller uzaktır. Helal bir şey yapmak için çaba sarf ediyoruz, haramı ise oturduğumuz yerden yapabiliyoruz. Böyle bir hayat tarzı içerisinde düşünmemiz lazım. Bugüne kadar bu bir nefs-i müdafaaydı. 21. asır postmodern felsefe birçok şeyi değiştirdi. İslâmcı düşüncenin muhalefet ettiği gücü de mahiyet itibariyle değiştirdi ve dönüştürdü. İslâmcı düşüncenin muhalefet ettiği güç o klasik dönemdeki Akif’lerin karşılaştığı bir dünya yok artık. Bu yapı nitelik olarak ya da mahiyet itibariyle dönüştü ve değişti. İslâmcı düşünce bunu bence anlayamıyor. Anlayamadığı için o klasik zihinle bakıyor ve ona muhalefetini öyle yürütüyor. Halbuki o muhalefet artık Müslümanların aleyhinedir. Bugün yaşadığımız durum biraz da budur. Batı’ya İslamafobi var derseniz buradan politik bir çıkar elde edersiniz. Batı İslamafobi derken dini çağrıştıran her şeye karşı artık. Dolayısıyla Nihilist bir toplum… 21. asırda nefs-i müdafaa halinden çıkalım. Çünkü biz başlangıçta, İslâmcıların hepsi modernliğe, getirdiği araçlar üzerinden baktılar; ama filin ayağına bakarak fili tanımlamak gibi bir şeydi bu. Şimdi artık ekonomik, siyasi, felsefi, ontolojik, epistemolojik olarak iyiyi kötüyü Müslüman dünya olarak tanıyoruz artık. Bu nefsi müdafaa halini gevşetelim. Biz yeni 21. asrın şartları içinde oluşmuş adına postmodernlik dedikleri bu dünya karşısında yeni bir nefsi müdafaa hattı oluşturmaya çalışalım; ama bu, içinde teklifi olan bir şey olsun. Sadece bir müdafaa olarak kalmasın. Gazzâlî dönemindeki o zengin entelektüel tartışmanın başlamasını ümit ediyorum. Bu bir entelektüel hesaplaşma olmalıdır. Çok zengin düşünce kaynaklarını, düşünceleri sadece İslâm alemi için değil bütün bir insanlık için çıkacağından eminim. Geçenlerde Eş’arî’den okudum. Eş’arî diyor ki: “Bilgi Allah’a aittir. Akıl bilgi ilişkisi yanlıştır. Cenab-ı Allah lutfeder, siz de akledersiniz ve bunun neticesinde bilgi ortaya çıkar.” Bu, başka bir şeydir. Batı epistemolojisinin kavrayabileceği bir şey değildir bu.

Dolayısıyla da bizim bu epistemolojik zenginliğimiz üzerinde daha doğrusu bıraktığımız epistemolojiye yeniden devam edebiliriz. Eğer biz bu zengin tartışma ortamını oluşturabilirsek ama Batı’dakilerin tesirinde olmadan, onları bilerek ama onların tesirinde olmadan… Mesela hocalarımız din sosyolojisi okutuyorlar. Peter Bürger son 15-20 senedir bakıyorum bütün üniversitelerimizi kaplamış. Söylediklerinin bir kısmı benim de hoşuma gidiyor; ama din sosyolojisi okutanların zihnini o şekillendirmiş. Tamam da buraya baktığımızda din sosyolojisi dersine ya da kavramına baktığınızda orada din nesneleştirilerek anlatılıyor. Ben bir Müslümanım. Bunu yapabilir miyim? Ben İslâm’a masaya yatırılmış kadavra gibi muamele edebilir miyim? Ben o dine iman etmiş birisi olarak kendimi düşünüyorum. Ona hariçten bakamam. Ancak dahilden bakabilirim. Dahilden bakmanın da elbette yollarının ve imkanlarının kurulması gerekir.

Modern dünya en küçük titreşimi bile şekillendirmiş durumda şu an geldiğimiz aşamada. Şehirlerden tutun da iletişim dünyasına kadar, beynimize kadar her şeyi yönlendiriyor ve kontrol ediyor. Bu tabi bütün farklı potansiyel düşünceler üzerinde olumsuz bir, güvensiz bir durum oluşturuyor.

Önceden kendisi düşünüyor, tasarlıyor, ortaya koyuyor. Şehir deyince aklıma geldi, 1850’lerde Paris ve Londra gibi şehirler yeniden tasarlanırken mimarlar arasında şöyle bir tartışma geçmiş: Acaba ideal bir şehrin nüfusu ne kadar olmalıdır? Yaygın kanaate göre 1 milyonu geçmemelidir. Size soruyorum. Bu ülkede sokakları doldurup bağıran Müslümanların kaçta kaçı şehir üzerinde konuştu? Biz şehirleşme süreci yaşayan, trajik şekilde de yaşayan bir topluluğuz. Peki biz niçin üniversitelerde okuduk ve okuttuk? Onlar üzerinde düşünmek için, değil mi?

Öte yandan bakınca kreşler, huzurevleri, okullar, fabrikalar Fransa’da ne varsa Türkiye’de de aynı şekilde gelişiyor. Büyükbaba huzurevine, çocuk kreşe gönderiliyor, kadın erkek çalışıyor. Bankalar var. O zaman bizim kendimizi Müslüman olarak hissetmemizin sadece kültürel bir tarafı var. Hayattan aldığı pay %10 bile değil yaşam tarzı üzerinden baktığımız zaman. Tabi ölçümler de aynı şekilde oluyor. Biz ürettiğimizde tükettiğimizde bir seküler insanla aynı olabiliyorsak gelişmişlik de tartışmaya açık bir kavram. Yani bir ülkenin gelişmiş bir ülke olduğu tükettiği enerjiden ya da çıkardığı otomobil üzerinden, kişi başı düşen gelirden mi anlaşılır yoksa o ülkedeki adaletin sağlamlığından, insanlığın birbirine katlanma oranından mı ölçülür? Bütün sorun burada yatıyor, ayırt edici özellik burası. Biz buna razı mıyız ama? Fakir olalım; ama bu kadar konforumuz olmasın ya da biz daha sade, daha az tüketen, daha tutumlu, hesabı verilebilir bir hayat mı yaşayalım ikilemini Müslüman şahsiyetin hissetmesi lazım. Sorun buraya da gelip dayanıyor.

Öyle bir şahsiyeti biz nasıl ve ne ile inşa edeceğiz? Bir kere kabul edelim ki bu eğitimle olmuyor. Biz bunu konuşmadık. Niye okumak mecburiyeti vardır mesela? Bildiğim kadarıyla 1830’lardan 1890 yılına kadar Batı’da devlet ile kilise arasında eğitim ve okullar üzerinden kavga sürüyor. İlk defa 1860’larda Almanya’da, 1890’larda İtalya’da başlıyor. Kilise bazı okulları kendine alıyor, diğer okulların yani eğitimi ulus devlet kendi tekeline geçiriyor. Kilisenin yaptığı gibi yapmak istiyor o da. Peki bizim gibi ülkelerde eğitim niçin mecburidir? İşte ulus devletin mantığından dolayı. Çünkü kendine göre bir insan yetiştirmek istiyor. Kilise de kendine göre insan yetiştirmek istiyordu. Bir kere modernlik insan nefsine hitap eden bir kültür üretti. Biz sizin dediğiniz şekilde düşünen ve yaşayan bir insan modelini nerede yetiştireceğiz?

Seküler bir haz merkezi var; ama biz başka bir gerçeklik, hakikatin rızasını alacak yeni bir gerçeklik peşinde olmamız lazım. Hakikatin onayını alan bu gerçeklikte de zevk alacağımız şeyler olabilir. Yeni bir zevk üretmesi sonuç itibariyle…

Bizim sadece düşüncelerimiz değil zevklerimiz de Batı tarafından modifiye edilmiştir. Biz Batı’nın objelerine ulaştığımızda haz alıyoruz ve mutlu oluyoruz. Bu şu demektir: Mutluluk yeniden kodlanmaktadır. Bunlar olmayacak şeyler değildi. Bugün artık çağdaş dünyada tüketim sıkıntısı yok; çünkü üretimden önce bir tüketim alanı oluşturuluyor. Bunların imkânları şu anda mevcut. Bizim düşüncelerimiz, zevklerimiz, gelecek ümitlerimiz bütün bunlar modernlik tarafından modifiye edilmiştir. Peki sizin bu dediğinizi yani iki şey arasında tercih yapmamız gerektiği hususunu düşündüğümüzde biz onu nasıl realize edeceğiz? Ki o zaman ortaya bir mukayese çıksın.

İslâm’ın irfan boyutunun mesela bu alanda bir potansiyel olduğunu ve bunun nasıl devreye konması gerektiği sorusu ortaya çıkıyor. Diyelim ki sohbette duyulan o lezzetin, eskiye ait yapıların ve geleneklerin bugün benzeri değil devamı yok; ama bugün bir kafe kültürü, tüketim kültürü üzerine her şeyin bitirildiği ve siyasi baskıların eritildiği ya da sözün tüketildiği yerler. O yüzden dediğiniz gibi yani yeni gerçekliğe teolojinin de ya da bir takım ortaya çıkan insanların da yeni gerçekliğe teslim olarak, İslâm’ı gerçekliğe uydurmaları dediğimiz şey de bir tarihselcilik adı altında son günlerde de baya yoğun şekilde konuşuluyor. Yani siz şartları, kendi şartlarınızı değiştiremediğinizde, yeni bir açılım, inşa süreci kendi orijinal referanslarınızla başlatamadığınız zaman mevcut şartları aşılmaz görüyorsunuz ve İslâm’ı ona uydurmaya çalışıyorsunuz.

Kişisel kanaatim odur ki o mevcut şartları besleyen felsefi temelleri analiz edebilirsek muhtemelen belki bu taraftaki eğilimlerimiz, eğilim gösteren insanlara ya da kendimize bizim uygun olmayan yönlerini gösterebiliriz diye düşünüyorum. Biliyorsunuz reformasyon sonrası dünya ideolojilerin dünyasıdır. Çünkü artık din yoktur burada. Şimdi bugün son zamanlarda da söylenen ideolojilerin bittiğidir. Aslında bakarsanız ideolojiler bitmedi. Modern dönemin ideolojileri bitti.

Günümüzün postmodern ideolojisinin hakikati olmadığı için kuralları da bütünüyle soyut ve esnektir. Her yere nüfuz edebiliyor. Böyle bir durumda da yine bir ideoloji ya da ideolojilerin dünyasında yaşıyoruz. Yaslandıkları temelin bilgi düzeyinde epistemolojik olarak felsefesi üzerinde konuşursak -ki bence konuşmamız gerekiyor- o zaman belki bunların taşıdıkları tuzağı faş etme imkânımız olabilir diye düşünüyorum.

Hocam Allah razı olsun.

Sizden de. Teşekkür ediyorum.

(Kaynak: Siyer Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2021, sayı 17)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *