Paradigmatik Akıl ve Sapmalar

Paradigmatik Akıl ve Sapmalar

Sağlıklı akıl sahibi ile sağlıksız akıl sahibi arasında bir fark vardır. Kur’an bu farkı şöyle ortaya koymaktadır: “Allah’tan başka varlıklara (tagut) kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjdeler olsun. Sözleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte onlar, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir ve aklı selim sahipleridir.” (Zümer, 17-18). Demek ki sahte tanrılara kulluk etmemek ve sözlerin en güzeline uymak, sağlıklı bir aklın özelliği ve göstergesidir.

Kadir Canatan / Her Taraf

Geçtiğimiz hafta aklın paradigmatik bir yapıya sahip olduğunu; yani kendi başına bağımsız bir değişken değil, yapısal etkiler altında işleyen bağımlı bir değişken olarak işlev gördüğünü ortaya koymuştuk. Bu durum doğal olarak şöyle bir soruyu da akla getirmektedir: Eğer akıl zamansal, kültürel ve disipliner etkiler altında ise, kendi aklımıza nasıl mukayyet olacağız? “Müslüman aklı” sapmalardan ve saptırmalardan nasıl koruyacağız?

Frankfurt Okulu düşünürlerinden Max Horkheimer “Akıl Tutulması” adlı kitabında Batı dünyasında akıl tasavvurunun nasıl değiştiğini anlatır. Ona göre Batı akıl tasavvuru başlangıçta nesnel bir aklı hedeflerken, zamanla öznel bir akıl tasavvuruna doğru geçiş yapmıştır. Nesnel akıl hem her şeyi kapsayan ya da temelde yatan bir varlık yapısının bulunduğunu varsayıyor, hem de bu varlık yapısının kavranabileceğini öngörüyordu. Sokrates nesnelerin gerçek doğasını yansıtan ilkelerden söz etmişti. O toplumunun ve ülkesinin kutsal ve köklü düşüncelerini aklın (daimon) süzgecinden geçirdiği için öldürülmüştür. Platon’da Tanrılar idealara dönüşmüş ve ideaları somut olgulardan bağımsız evrensel gerçeklikler olarak görüyordu. 17. yüzyıla kadar Batı’da bu evrensel ve nesnel akıl tasavvuru hâkimdi. Bu yüzyılın filozofu Spinoza’ya göre gerçeklik hakkındaki bilgimiz yeterince derinleştikten sonra, Logos’tan başka bir şey olmayan bu evrene duyduğumuz aşkın dışındaki bütün korkular ve tutkular silinip gidecektir.

Daha önce amaçları anlamak ve hatta belirlemek için bir yöntem olarak görülen akıl, 17. yüzyıldan sonra araçlar ile amaçlar arasındaki ilişkiyi düzenlemeye indirgenmiştir. Bu tür aklı Horkheimer “öznel akıl” olarak adlandırmaktadır. Öznel akıl, az çok baştan kabul edilmiş amaçlara ulaşmak için seçilen araçların yeterli olup olmadığı üzerinde durur. Amaçların akla uygun olup olmadığı sorusunu bir tarafa bırakmıştır. Aydınlanma filozoflarının akıl tasavvurunu Horkheimer şöyle değerlendirmektedir: “Aydınlanma filozofları dine akıl adına saldırıyorlardı; sonuçta öldürdükleri akıl kavramı oldu. Gerçekliğin doğasını algılama ve hayatımıza yön verecek ilkeleri belirleme aracı olarak akıl kavramı bir yana atılmıştı. Spekülasyon metafizikle eşanlamlıydı, metafizik de mitoloji ve hurafeyle. Eski Yunandaki başlangıcından bugüne kadar aklın ya da aydınlanmanın tarihi, akıl sözcüğünün bile mitolojik bir çağrışım taşıdığı bir durumla sonuçlanmıştır. Ahlaki ve dinsel bir kavrayış etmeni olarak akıl kendini yok etmiştir.” (Akıl Tutulması, Metis Yay., Sh. 70).

“Ne” sorusuyla uğraşmayı terk eden ve “nasıl” sorusuyla uğraşan modern/öznel akıl, Horkheimer’e göre “Her şeye ayak uyduran bir akıldır.” Bu noktada Alman sosyolog Max Weber de Horkheimer’a katılır. Weber’e göre geleneksel akıl, amaçlara odaklı iken, modern akıl araçlara odaklanmıştır. Bir şeyin rasyonel olması demek, amaçlara ulaştırmada bir aracın ne kadar etkin bir araç olup olmadığıdır. Araçsal akıl aynı zamanda “politik” bir akıldır, çünkü politika –modern siyaset bilim literatüründe policy anlamında- belirli amaçlara, belirli araçlarla belirli bir sürede ulaşmaktır. Bir konuda politika izliyorsanız, hangi amaçlara nasıl ve ne sürede ulaşacağınızı belirlemeniz gerekir.

Öznel ya da araçsal akıl paradigmatik bir akıldır. Yani aklın belirli bir biçimde kullanılmasına yönelik bir vurguyu içinde barındıran bir tasavvurdur. Eski tasavvurda araçlar kadar amaçlar da önemliydi ve hem amaçların hem de araçların meşru olmasına özen gösterilirdi. Adalet, eşitlik, mutluluk, hoşgörü geçmiş yüzyıllarda aklın doğasında varolduğu ya da gücünü akıldan aldığı varsayılan bütün bu kavramlar düşünsel köklerinden kopmuşlardır. Hala birer amaçtırlar, ama onları değerlendirecek ve nesnel bir gerçekliğe bağlayacak rasyonel bir etmen yoktur (Akıl Tutulması, Sh. 74).

İslamiyet’te akıl bir sıfat ya da isimden çok bir fiildir. Nitekim Kur’an’da aklın kendisi değil, bundan türemiş filleri yer alır. Bunlar da “anlamak”, “düşünmek” veya bir başka deyişle “aklı kullanmak” anlamını içerirler. Aklı kullanıp kullanmama açısından Kur’an iki insan tipi ya da toplumdan bahseder: Aklını kullanan ve kullanmayan insanlar ve toplumlar. Aklını kullanan insanlar ve toplumlar övülürken, kullanmayanlar eleştirilir ve kınanır. Aklını kullanmayanlara yönelik eleştiri öyle bir doza ulaşır ki, onların “hayvanlar gibi” ve hatta onlardan daha aşağı oldukları ifade edilir.

“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil  olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (Furkan, 22:43-44).

Kur’an, insanın kendi aklına mukayyet olması için, her şeyden önce onu özgürleştirmesi gerektiğini salık verir. Kur’an’ın aklı özgürleştirmek için önerdiği ve kaçınılması gereken şeyler şunlardır:

Çoğunluğa uymaktan (ki biz bugün buna “sürü psikolojisi” diyoruz) kaçınmak;
Atalara ve geleneklerine uymaktan (gelenekçilik) kaçınmak;
Zanna uymaktan (ya da önyargılara ve ezberlere uymak) kaçınmak;
Aklın, arzuların güdümüne girmesinden (hevaya uymak) kaçınmak.

Akıl, bu etkenlerden kurtarılmadıkça sağlıklı çalışmaz. Kur’an aklını çalıştıran ve bu etkenlerden kurtulan akla “aklı selim”, yani “sağlıklı akıl” demektedir. Aklı selim sahiplerini Âl-i İmran Suresi şöyle betimler: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri (ulu’l-elbâb, lübb sahipleri) için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle niyazda bulunurlar): “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 3:190-191)

Aklın özgürleşmesi ilk adım iken, bundan sonrası da önemlidir. Aklın istikamet sahibi de olması gerekir. Müslüman akıl, hem evreni ve içindekileri yaratanın hem de kendisine bir yaşama düzeni (din) öngören Tanrı’nın aynı Tanrı olduğunu bilir. Evrene içkin yasalara uyarken de, ilahi kitaptaki yasalara uyarken de aynı türden yasalara uyduğunun farkındadır. Evrendeki yasalara uymak zorunludur, ilahi kitaptaki yasalara uymak iradeye bağlıdır. Sadece evrendeki yasalara uymak, insanı iradi ve bilinçli bir varlık kılmaz. İnsanı insan yapan, esasen mecburi kulluktan iradi kulluğa geçmektir. Ancak bu durumda insan doğadaki diğer doğal ve canlı varlıklardan ayrılır.

Sağlıklı akıl sahibi ile sağlıksız akıl sahibi arasında bir fark vardır. Kur’an bu farkı şöyle ortaya koymaktadır: “Allah’tan başka varlıklara (tagut) kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjdeler olsun. Sözleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte onlar, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir ve aklı selim sahipleridir.” (Zümer, 17-18). Demek ki sahte tanrılara kulluk etmemek ve sözlerin en güzeline uymak, sağlıklı bir aklın özelliği ve göstergesidir.

İlk kuşak İslamcı düşünür ve yazarlardan Said Halim Paşa, evrenin yasalarıyla toplumu düzenleyen şeriat yasalarının özdeşliğini çok iyi kavramıştır. Ona göre şeriat kanunlarının, bütün kâinata hâkim olan tabiat kanunlarından farkı yoktur. Tabiat kanunları karşısında olduğu gibi şeriat kanunları karşısında da insanlar eşittir. Bütün insanlar bu kanunlardan aynı hürriyet içinde yararlanırlar. O halde şeriatın hâkimiyeti demek, tabii ve insan yaradılışına uygun olan, fakat insanların arzu ve iradelerine bağlı olmayan ve değişmeyen ahlaki ve sosyal kanunların hâkimiyeti demektir.

Said Halim Paşa, Batı dünyasına özgü olan egemenlik anlayışı ile İslam’a özgü olan egemenlik anlayışı arasındaki farkı da görmüş ve bu bağlamda yasama meclisi olarak işlev gören parlamentoyu problematize etmiştir. Batılı egemenlik anlayışında çoğunluğun kararı kanundur. Çoğunluk kuvvetini sayı çokluğundan alır. Nicelik, niteliğe bazen üstün gelir. Böyle bir sistemde azınlık çoğunluğa ya da çoğunluk azınlığa hükmedebilir. Nitekim tarihte aristokratlar halka, bugün de demokrasilerde halkı temsilen küçük bir azınlık topluma hükmetmektedir.

Batı modeline zıt olarak İslam’da kanun yapma hakkı ilke olarak Allah’a aittir. Ancak ilahi normların kitaptan çıkarsanması için fakihlere ve âlimlere ihtiyaç vardır. Bu dikkate alındığında temsili bir meclisin bulunması Müslüman bir toplum için yeterli değildir, bunun yanında bir de uzmanlardan oluşan bir yasama meclisi bulunmalıdır. Temsili meclisin üyelerini halk seçmeli, yasama meclisinin üyelerini ise ulema kendi arasından seçip atamasını devlet başkanına bırakmalıdır.

Özetlersek, Müslüman aklını hem bireysel hem de toplumsal sapmalardan korumak için özgürleştirici bir eğitim ve özgürleştirici bir yasama düzeni kurgulamak isabetli olacaktır. Ya değilse aklı selim olmayan akıllar yüzünden hem bireyler hem de toplum mağdur olacaktır!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *