‘Kaçış olgusu kadim bir meseledir’

‘Kaçış olgusu kadim bir meseledir’

İnsanın genetik kodlarına işlenmiş sürekli bir tedirginlik hali vardır. Bununla birlikte tedirginliği sükûna erdirecek pek çok manevi ve sosyal imkânlara da sahiptir insan. İnanç, aile, dostluk gibi olgular insana güven ve huzur verir. Ama bu huzurun bir bedeli vardır; bağlanma.

Kaçış

İsa Özçelik / Her Taraf

Günlük koşuşturma ve telaş içinde insanlar çoğu zaman varoluşsal meseleleri düşünmek bir yana kendi eylemlerinin dahi bilincinde olmadan yıllarını tüketir. Bizi diğer canlılardan ayıran özelliğimiz olan akıllı varlıklar oluşumuz, çoğumuz için büyük bir kibrin vesilesi olsa da genelde bu melekemizden ziyade duygu ve güdülerimizle hareket ederiz.

Duyularımız, tecrübi bir sağduyu şeklinde duygusal tepkilerimize yön verdiğinde, bu durum her zaman kötü sonuçlar üretmez. Hatta insan ilişkilerinde her an rasyonalist hesaplamalarla diyalog geliştirmek çok can sıkıcı ve itici bir pozisyona konumlandırabilir insanı. Ancak, insanoğlunun çok önemsediği iradi bir varlık olma özelliğiyle hayatı boyunca kurduğu ilişkiler arasında ne kadar paralellik vardır? Sorusu da diğer önemli bir nokta olsa gerektir.

Bizi diğer varlıklardan ayırt eden en başat özelliklerden birisinin de ‘’kendinin farkında olmak’’ olduğu söylenir. Yine bütünsel bir zaman bilincine sahip olması yönüyle de insanlar diğer varlıklardan farklı bir konumdadır. Bu ona geçmiş, şimdi ve gelecek arasında çok yönlü bir anlama ve yorumlama becerisi sağlar. Böylece insanoğlu tahayyül, kurgu ve inşa edici özellikleriyle dünyada biricik bir konum elde ettiğini düşünür.

Tahayyül etme ve büyük kurgular peşinde koşmayı yalnızca geleceği planlama çabası olmaktan çıkaran insan, geçmişi de her an yeniden inşa etmenin peşine düşer. Çoğunlukla geçmiş ve gelecek kurgusu ona şimdiyi unutturur.

Aslında insan geçmişe akıp, geleceğe koşarken bir tür kaçış halinde midir? Elbette pek çok kimse; geçmişin tecrübelerinden faydalanıp şimdiyi ihya ederken, geleceği de inşa etme peşinde koştuğundan dem vuracaktır. Belki de büyük oranda haklılık payı vardır bu cevabın. Ancak, sanki pek çoğumuz bir oluş ya da koşuş halinden ziyade, bir kaçış durumuna daha yakın bir pozisyonda gibi görünürüz.

İnsanın genetik kodlarına işlenmiş sürekli bir tedirginlik hali vardır. Bununla birlikte tedirginliği sükûna erdirecek pek çok manevi ve sosyal imkânlara da sahiptir insan. İnanç, aile, dostluk gibi olgular insana güven ve huzur verir. Ama bu huzurun bir bedeli vardır; bağlanma.

Özgürlüğüne pek düşkün olan insan kimi zaman kendini anlamlı kılan bu bağlardan da kurtulmak ister. Böyle durumlarda kaçış bir kopuş olarak, bağları parçalamak şeklinde karşımıza çıkar. Hâlbuki, insan olmak bağ kurmakla anlam kazanır. Zira insan kelimesi ‘’ünsiyet’’, bağ kuran manasına gelir. Ancak insan bunu unutmak ister. Zaten unutmak da insanın en önemli kaçış yöntemlerinden biridir. Ve insan kelimesinin diğer bir anlamının da ‘’nisyan’’, unutan olması ilginç bir denklem ortaya çıkarır.

İnsanlar kimi zaman teselli bulmak için geçmiş anılarına kaçar. Onları hatırlayarak ayakta kalmak, hayata tutunmak ister. Kimi zamansa bu yaşanmışlıklar kendinden kaçılması gereken bir karabasan gibidir. İnsan geçmişinden kaçış yolları arar ve o kötü anıları temsil eden kişilerden ve mekânlardan uzaklaşmayı bir çare olarak görür. Zamandan kaçamasa da mekândan kaçarak acılarını dindirmek ister.

Ancak, geçmiş kendi zihnindedir. Peki, zihninden nasıl kaçacaktır? Duyularla zihin arasında doğrusal bir ilişki olduğu yadsınamaz. Elbette mekânsal değişim, yaşanmış olumsuzlukların unutulmasında yardımcı rol oynayabilir. Lakin duyulan ıstırabın boyutu daha derinlerdeyse bu da yeterli gelmeyecektir. Birtakım zayıf karakterli kişiler böyle durumlarda zihninden de kaçmanın yolu olarak alkol ve uyuşturucu gibi yıkıcı yollara kendilerini kaptırırlar. Bu tür tercihler, bir kaçış olma durumundan çıkar ve insanın kendisini en kötü seçeneklere teslim edişe dönüşür. Aslında ortada bir kaçış yoktur bu kişiler kendilerini zihinsel ve bedensel olarak köleleştirmeyi seçmişlerdir.

Günlük hayatımızda çok karşılaşan rutin kaçış şekilleri de vardır. Mesela; evde, iş yerinde, sosyal ortamlarda iken iş yapmaktan kaçmak çok yaygın görülen bir olgudur. Tembelliği bir kaçış durumu olarak nitelemek mümkündür. İşten kaçmayı ‘’uyanıklık’’ diye dillendirmekse en bayağı ahlaki düşüklüklerdendir.

Diğer sık karşılaşılan bir durumsa görev almaktan kaçmaktır. Burada kimi zaman özgüven eksikliği büyük rol oynar. Aslında kişi görevden kaçmak istememektedir ama başaramama korkusu onu kaçış pozisyonuna düşürür. Yukarıda zikredilen ‘’uyanık’’ tipler bu durumlarda da görev konusuna göre hareket etmeyi bir marifet zanneder. Getirisi olan, prestijli bir görevse hemen öne atılır. Kendisinin bu göreve layık olup olmaması umurunda değildir. Yok, eğer kamu hizmeti niteliğinde olan ve Cv’sinde artı bir değer oluşturmadığını düşündüğü bir görevse bu angarya işlere vakit harcayacak kadar enayi olmadığını düşünüp oradan kaçmanın muhakkak bir yolunu bulur.

Yukarıdaki iki kaçış probleminin çözümü sorumluluk bilincine sahip nesiller yetiştirmekten geçer. Küçükken kazanılan sorumluluk ahlakı yalnızca ‘’uyanık’’ tipleri büyük oranda terbiye etmekle kalmaz, iyi niyetli ama özgüveni olmayan çocuklarımızın da önünü açacak imkânlar sunar.

Sorumluk ahlakı, yapılan görevlerin sonuçlarından kaçmamayı da gerektirir. Karşı karşıya gelinmesi muhtemel sıkıntılara katlanıp her türlü neticeyle yüzleşecek bir duruş sergilemek şarttır.

Özellikle gençlerde karşılaşılan diğer bir husussa evden kaçma arzusudur. Ergenlik döneminde biyolojik ve sosyal birçok farklı nedene bağlı olarak gelişen bu durum, eğer aile içindeki birtakım ciddi huzursuzluklarla da destekleniyorsa gencin kaçış arzusu pratiğe dönüşüverir. Ailelerin, bu durumun sinyallerini alıp gerekli tedbirleri alması temel ebeveynlik sorumluluklarından biridir. Ne yazık ki çoğu zaman ebeveyn tarafından alındığı düşünülen bu tedbirler aslında kaçışın sebeplerine dönüşebilmektedir.

Gençlerin önemli bir kısmıysa çok da geçerli bir gerekçe olmadan, yalnız evden değil bulunduğu şehirden de kaçma planları yapar. Aslında burada bir kaçıştan ziyade hazza ve konjonktürel piyasa değerlerine bir koşuş vardır. Bu durum kimi zaman geçici bir heves olarak kalır ve gerçekleşmez. Yahut gerçekleşse bile kısa bir deneyimden sonra genç asıl kodlarına döner. Kimi zamansa gencin kişiliğinde kalıcı dönüşümlere yol açıp geleceğini şekillendirecek etkilerde bulunur.

Hayatımızda belki de hepimizin zaman zaman başvurduğu bir kaçış şekli de ertelemek olsa gerektir. Bu duruma utangaç kaçış da diyebiliriz. Her erteleme mutlak bir kaçışı elbette ifade etmez. Ancak, eğer yapılan erteleme içinde bir de belirsizlik taşıyorsa vaziyetin kaçışa dönüşmesi oldukça yüksek bir olasılıktır.

Düşmanla savaşırken cepheyi terk etmek, kaçışı ihanete çevirebilir. Ancak düşmanın zulmünden kaçmaktan başka yol kalmayınca bu mazlumların muhacire dönüşmesi de mümkündür.

Pozitivistler hakikatten gerçekliklere kaçarken, mistik idealistler gerçekliklerden sübjektif hakikatlere kaçıyor. İlerlemeciler geçmişten geleceğe, gelenekçiler gelecekten geçmişe kaçıyor. Sekülerler ahiretten dünyaya kaçarken, dindarlar dünyadan ahirete kaçıyor. Muttakiler ölüme gülümseyerek yürürken, transhümanistler ölümden kaçmanın yollarını arıyor.

Ütopya bir kaçış şekli midir? Yoksa duyulan yanlışlıklara karşı bir başkaldırı tarzı mı? Belki de geçmiştekilerin ütopyası bizlerin gerçekliğine dönüşmüştür. Onların ki bir kaçış değil aslında koşuştur, bu uzun bir koşu olsa da. Kimi zaman da onların ütopyası bizim distopyamız olur bizim kendisinden kaçmak istediğimiz bir kâbus gibi üzerimize çöker.

Peki, ‘’umut’, çaresizlerin, zayıfların bir tür kaçış tarzı mıdır? Yahut ‘’umut’’, diri kalmanın ve her türlü yese karşı direnç gösterip dava üzere müstakim kalmanın kutlu bir yolu mudur?

Kötülükler fıtrattan kaçmanın, günahlar fıtrattan kopmanın bir tezahürüyse eğer, tövbe etmek de fıtrata dönüp iyilikle bağ kurmanın en vazgeçilmez göstergesidir. Fıtrata dönmek insanın kendisine dönmesidir. Aslında en büyük kaçış şekli insanın kendinden kaçması değil midir? Hayat denen muammanın anlama kavuşması, insanın kendinden kaçmak yerine kendini bulmak için yola düşmesinden başka bir şey midir?

Kaçış olgusu kadim bir meseledir. Köyde gençliğinin köreldiğini düşünen gençten, otoriter baskıcı bir aileye gelin olarak gelen mazlum kadına, kötü koşullarda çalıştırılan işçilerden/kölelerden, kendi ülkesinde parya muamelesi gören yığınlara, fikir çilesi çeken düşünen adamdan, maceraperest insana kadar sayılamayacak hikâyesi vardır.

Ancak, modern zamanların ruhu bu hikâyeyi daha da dramatik bir hale soktu. Modernizm, şahsiyetten bireye dönüştürdüğü insanı; önce kendine yabancılaştırdı sonra onu yalnızlaştırarak çaresiz ve şaşkınlık içerisinde boşluğa bıraktı. Bu birey boşlukta nereye kaçacaktı? Bunalım içinde kıvranan modern insan sınırsız bir haz tuzağında ve bitmeyen çelişkiler dünyasında oradan oraya savrulurken uyuşturucu alkol ve intiharın dipsiz kuyusunda her an boğulma psikolojisiyle yaşayacaktı.

Son dönemlerde insanlık inanılmaz bir kaçış platformuyla karşı karşıya. Her türlü hikâyesi olana yer var burada. Buraya platform demek yetersiz bir ifade. Evet, tahmin ettiğiniz gibi sanal dünyadan bahsediyoruz. Hatta yeni adıyla dünyadan da öte bir varoluş/suzluk zemini. Dijitalizm henüz kendi hikâyesinin ABC’sini bile yazmamışken bütün kaçakların cazibe merkezi olmuş durumda. Belki de bu karşılaşma ‘’varoluşla’’  ‘’kaçışın’’  en büyük mücadelesine sahne olacak.

İnananlar için en sağlam yolun asıl yurtları olan cennete kaçmak/koşmak olduğu aşikârdır. Ancak, unutmayalım! Cennetin yolu bu dünyadan geçmektedir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *