Çağdaş cami mimarisinin kimlik problemleri üzerine

Çağdaş cami mimarisinin kimlik problemleri üzerine

Cami tasarımlarının “özgün tasarım” adı altında tedrici olarak geçmişle bağını koparan bir akım hâline gelmesi bizi “Cami mimarisi nereye gidiyor?” sualini sormaya yönlendiriyor.

Mehmet Osmanlıoğlu / Dünya Bizim

Selçuklu ve Osmanlı cami mimarisinin çatı, kubbe, minareleriyle ve yapı formuyla ortaya konmuş hâlinin günümüzde aynen tekrar edilmesinin çok doğru olmadığını ve bunun yerine içinde yaşanılan çağın mimarisinin ortaya konması gerektiğini iddia etmek mümkündür ki kısmen de bu görüş haklılık içerir. Lakin camileri tasarlarken onun İslâmi kimliğini yani İslâm mimarisine ait bir yapı idrakini tamamıyla kaybettirmeden ve onu stilize ederken yerel kültür ve inanç kodlarımızdan koparmadan bir güncelleme yapmak sorumluluğunu taşımakta olduğumuz da aşikardır.

Peygamber Efendimiz (sav) döneminden itibaren cami mimarisinin şu ya da bu şekilde olacağına dair kesin hatlarla bir sınır çizilerek “düz damlı, çatılı ya da illa kubbe ve minareli olsun” şeklindeki değerlendirmelerin getirdiği katı kuralcı bir çerçeve içinde değiliz. Lakin bu yapılardan 14 asırdır günümüze gelen mimari birikimi ve İslâm dünyasında neşv ü nema bulmuş ve bir kimlik kazandırmış olan alametleri yok sayarak; örneğin camiye peygamberimiz döneminde olmayıp sonradan eklenerek alamet-i farika olarak addedilen minare vb yapı elemanlarını gereksiz görerek onlardan vazgeçmenin çok anlamlı bir tavır olacağını söyleyemeyiz. Camileri tasarlarken İslâm dünyasının 1400 yıllık bir mimari birikimini ve müminlerin muhayyilelerine yerleşmiş olan biçim idrakini yok farz ederek, onun yerine geçmişle ilgili hiçbir şeyi yaşatmadan, nevzuhur yeni bir yapı formu ortaya koymanın çağdaş cami mimarisi ile açıklanması makul bir tavır değildir.

Günümüzde İslâm mimarisinden bihaber, İslâm inancından uzak, hatta hayatında hiç namaz kılmamış insanların cami tasarımına soyunmaları işin tabiatına aykırı bir tutumdur. Cami mimarisinde –sözüm ona- yenilik yapma adına tamamen kimliksiz ve dışarıdan temaşa edildiğinde cami tasavvuru oluşturmayan bir takım yapıların tasarlanması ve bunların da “çağdaş mimari” diye lanse edilmesi doğrusu mimarimizdeki kimliksizliğin bir başka yansımasıdır.

Her inanç ve kültürün kendine ait mimari üslup kuralları olduğunu ve bu kuralları hazmetmeden o mimariye ait tasarım yapılamayacağını kabullenmek zorundayız. Camilerle ilişkisi sadece literatür karıştırmaktan öteye geçmeyen genç-tecrübesiz mimarların, inancının gereklerini tam anlamıyla öğrenmeden, dinimize ait ibadetlerin kurallarını iyice hazmetmeden güya kendince yeni bir tasavvur oluşturarak özgün cami tasarım iddiası İslâm mimarisi açısından önemsenecek bir yaklaşım değildir.

Son dönemde yeni yapılan camilerin önemli bir kısmında cami intibaını vermeyen öylesine kimliksiz bir tasarım göze çarpmakta ki o binanın cami olduğunu çevre halkının ya da oradan geçen birisinin anlayabilmesi için neredeyse yükseklikleri iki metre boyundaki harflerle yazılan tabelalardan idrak etmesi gerekmektedir. Burada karikatürize edilmiş bir ibadet mahalliyle karşı karşıyayız.

İşte tam da burada “mümin bina” kavramıyla muhatap olmaktayız; yani içi-dışı bir olan, dışı içini yansıtan, haber veren bina tasavvuru ile binanın kimliği ve fonksiyonu dışarıdan net olarak anlaşılır şekilde olmalıdır. Yapının dış kabuğu, içinde yaşanan fonksiyon ve eylemi yansıtıyor olmalıdır!  Bir yapının konut, cami, otel, iş merkezi ya da başka bir yapı mı olduğu dışarıdan bakıldığında doğru anlaşılmalıdır. Bu da bir nevi dürüstlüğün mimarlık lisanıyla ifadesidir. Bildiğiniz gibi müminin içi dışı bir olması gerekirken münafığın içi ve dışı farklıdır.

Bir de bizim kesimde sıkça değinilen “Sancaklar Camii” meselesi var… 2013 yılında Mimar Emre Arolat’ın tasarladığı “Sancaklar Camii” ile Alman mimar Helmut Striffler tarafından 1967 yılında yapılan “Dachau Protestan Kilisesi” arasında şaşırtıcı bir benzerlik olduğu aşikar… Bu caminin bir kilise projesinin intihaline konu olacağı kuvvetle muhtemel! Ama bizim kesimin büyük hayranlıkla tarif etmeye çalıştığı ve hatta Hira Mağarası metaforundan hareketle yapılmış olduğu benzetmesi de manidar! Bu yaklaşım beyaz mahalleden olanlara öykünme hastalığının bir yansıması olarak açılan yeni bir sahife olarak tarihe geçecek!

Aşağıda bu cami ve kilisenin fotoğraflarını göreceksiniz. Değerlendirme size ait…

Cami tasarımı, cami meselesinin künhüne vakıf olmadan, hiçbir ciddi temel altlığı olmayan mimarların, sınırsız yarışma arenası değildir ve olmamalıdır. Meselenin farkında olup liyakatli olanların altından kalkabileceği bir meseledir. Yoksa mihrap, müezzin mahfili, fil paye gibi basit yapı elemanlarından haberdar olmayan, mahfil katını “asma kat” olarak ifade eden cami projesi tasarlayan mimarlara ve şerefeye “minare balkonu” diyen Nobel ödüllü! yazarlarımıza daha çok rastlayacağız.

21. asırda cami mimarisinin içinde bulunduğu meseleler, millî mimari üslubumuzun yeniden teşekkül edilememesiyle yakından ilgilidir. Bugün “Türk Mimarisi” denince akla gelen çağın idrakine okunmuş mimari bir söylem henüz geliştirilememiştir. Bu da rejimin son iki asırdır Batı’ya öykünme hastalığının mimariye yansımasından başka bir şey değildir. Eğitim sistemi topyekun elden geçirilerek hakikatte millî eğitim sistemini teşekkül ettirmek memleketin beka meselesi hâline gelmiştir. Bunu başarabilirsek mimaride de öze yönelişi başlatabiliriz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *