AUKUS’tan QUAD’a: Paktların ölümü ve ittifakların doğuşu

AUKUS’tan QUAD’a: Paktların ölümü ve ittifakların doğuşu

Son günlerde ve haftalarda, uluslararası satranç tahtasında neler oluyor? Yirmi yıl önce başlayan ve bazılarının, 11 Eylül 2001 tarihinde, New York ve Washington’a yapılan terör saldırının ertesi günü başladığına inandıkları 21. yüzyılın gerçek başlangıcıyla mı karşı karşıyayız?

İmil Emin / Şarku’l Avsat

Büyük İngiliz tarihçi ve düşünür Eric Hobsbawm’ın ‘bütünleşen çağlar’ görüşüne baktığımızda Hobsbawm’ın her bir asrı yüzyıl olarak görmediğini anlıyoruz. Hobsbawm, asırları daha ziyade dönemlerinde etkili ve egemen olmuş entelektüel, siyasi ve askeri çatışmaların uzunluğuyla ölçüyor ve dolayısıyla uzun yüzyılların ve kısa yüzyılların olduğunu düşünüyor.

Hobsbawm, bu görüş çerçevesinde 20. Yüzyıl hakkında kaleme aldığı ‘The Age of Extremes: A History of the World, 1914-1991’ (Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı) adlı kitabında, 20. Yüzyılın 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’yla, 19. Yüzyıldan miras kalan uluslararası durumların kırılmasıyla, Bolşevik Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin doğuşuyla daha belirgin hale gelen yeni durumların ortaya çıkmasıyla başladığını ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin tüm Doğu Avrupa Bloku’u da yanına alarak çöküşüyle ​​sona erdiğini belirtiyor.

Bununla kıyaslayarak, dünya üzerinde iki yeni ittifakın, yani AUKUS ve QUAD ittifaklarının yapılması ve bu ittifakların ilerlemesinin, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’na (NATO) karşı Varşova Paktı’nın ortaya çıktığı 20. Yüzyılın sonu ve 21. Yüzyılın başlangıcı olduğu düşünülebilir mi?

Aşağıda bu sorunun yanıtını vermeye çalışacağız.

NATO, sonların başlangıcı mıydı?

NATO krizinin, Avustralya’nın Fransa’dan dizel-elektrikli denizaltılar satın almaktan vazgeçip nükleer enerjiyle çalışan denizaltılar için ABD ile anlaşmasının neden olduğu krizle başladığını düşünenler yanılıyorlar.

Üç yıl önce Fransa’nın iç kesimlerinde NATO’ya yönelik tutumla ilgili olarak Gaullist sesler yeniden yükseliyor gibiydi. Eski ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’dayken, NATO’nun kaderi üzerinde çok tehlikeli bir etki yarattı. Bu etki, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Fransız radyo istasyonu Europe 1’e verdiği bir röportaj sırasında NATO’nun vesayetinden uzak bir ‘Avrupa ordusu’ kurma konusunda daha derin bir değerlendirme yapılmasını istemesine neden oldu.

NATO’dan ayrılmaya çalışan sadece Macron değildi. Macron’un bunu dillendirmesinden sadece birkaç ay önce Avrupa Birliği (AB) üyesi 28 ülkeden 23’ü, Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği Savunma Anlaşması’nı (PESCO) imzaladıkları duyuruldu. PESCO, NATO’nun yerini alan değil, belki biraz da kibar bir şekilde tamamlayıcı bir anlaşma olarak tanımlandı. Artık modası geçmiş NATO’nun sonuna gelmiş olabilir miyiz? Ya da Sovyetler Birliği’nden Çin Halk Cumhuriyeti’ne Batı’ya yönelik tehdidin merkezindeki değişimle tutarlı olarak bir takım değişimler ortaya çıkıyor olabilir mi?

Aslında Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki anlaşmazlık, Beyaz Saray’ı emlakçı zihniyetiyle yöneten ve Avrupa’nın NATO hizmetleri için mali katkılarına ve ödemelerini artırılmasına odaklanan Başkan Trump’ın sorununu aşmış gibi görünüyor. ABD’nin dünyanın polisi olmasına karşı çıkan ABD’li dünyadan soyutlanma yanlılarının çağrıları, bugün Avrupa’yı korkuya sürüklemiş durumda. Zira bu çağrılar, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi gibi bir takım sonuçlar vermeye başlarken eski kıtanın güvenliği ve barışı üzerinde önemli bir etkisi olabilecek ona en yakın ve en büyük komşu olan Ortadoğu’da aynı senaryonun tekrarlanması olasılıkları var. Peki, özellikle Fransa’dan başlayan çözülme ve parçalanma bir başlangıç olabilir mi?

Fransa ve geri çekilme çağrıları

Burada hiç kuşkusuz Fransa’nın, Avrupalıları NATO’daki ortaklığın geleceğiyle ilgili son birkaç gün içinde çıkan en yüksek ses olduğunu söyleyebiliriz. ABD merkezli New York Times (NYT) gazetesi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ABD, İngiltere ve Avustralya arasında ‘AUKUS’ adıyla bilinen bir ortaklığın kurulduğunun duyurulmasının ardından verdiği tepkiyi ‘büyük bir kumar” olarak nitelendirdi.

Paris, kendi adına, AB’li ortaklarını, ‘denizaltı anlaşmasının neden olduğu güvensizlik’ olarak nitelendirdiği durumdan ötürü AB’nin Avustralya ile serbest ticaret anlaşması müzakerelerinin ertelenmesini değerlendirmeye çağırdı. Fransa’nın NATO’dan çekilmesini destekleyenler, krizin ilk günlerinde, yeniden ortaya çıktılar ve General Charles de Gaulle döneminde yavaş yavaş NATO’dan uzaklaşıp askeri kanadından çekilen Fransa’nın başkenti Paris’te NATO karşıtı sloganlar atıp dövizler taşıdılar. Fransa, 43 yıllık aradan sonra 2009 yılında yeniden NATO’ya katılmıştı.

Fransızların kendilerini aşağılanmış hissettikleri tartışmalı denizaltı anlaşmasının ardından CNN’e röportaj veren Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Avustralya’nın Fransa ile yaptığı denizaltı anlaşmasını bozup ABD ile anlaşmasını ‘AB üyesi ülkelerden birine karşı kabul edilemez bir davranış’ olarak niteledi.

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian ise, geçtiğimiz Eylül ayında yapılan Birleşmiş Milletler 76. Genel Kurul toplantılarının oturum aralarında düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi:

“Asıl konu müttefiklerin arasında güvenin kırılmasıdır. Bu durum, Avrupalıların ittifaklar üzerinde düşünmesini gerektiriyor.”

O halde, Gaullist şüpheler dönemine ve Batı Atlantik’ten Doğu Pasifik’e ya da tabiri caizse Hint-Pasifik’e doğru Anglo-Sakson eğilimlere geri dönüş mü söz konusu?

AUKUS: Dünyanın kalbi (merkezi) doğuya kayıyor

Ünlü İngiliz jeopolitikçi Halford J. Mackinder’ın Avrupa’yı dünyanın kalbi olarak kabul ettiği antik dünya okuması sahnesinde perdenin kapanmaya başladığı ve güçlü bir şekilde doğan Asya şafağının ilk ışıklarının, ABD’ye ulaşıp beraberinde kutupsal tehditleri de getirdiği açıkça görülüyor.

Bu çerçevede AB’nin arkasından, Çin’i tek adımla değil, birkaç adımla ön plana çıkarmaya çalışanlar oldu. AB Komisyonu Sözcüsü Peter Stano, AB’nin ABD, İngiltere ve Avustralya arasında güvenlik alanında yeni bir ortaklık kurulduğundan haberdar edilmediğini açıkladı.

Eylül ayının 15’inde Avustralya, İngiltere ve ABD arasında ‘AUKUS’ adlı yeni bir savunma ve güvenlik ortaklığı kurulduğu duyuruldu. İyi ama bu anlaşmanın açıklanan hedefi ne? Peki ya sadece geleceği analiz etme ve öngörme yeteneğiyle gizlenen ve ortaya çıkan şey nedir?

İngiltere hükümetinin resmi internet sitesinde yayınlanan açıklamaya göre İngiliz, ABD’li ve Avustralyalı liderler, tarihi bir savunma ve güvenlik ortaklığı başlatma konusunda anlaşmaya vardılar. Açıklamada bu ortaklığın ‘Hint-Pasifik bölgesindeki ortak çıkarları koruyacağı ve savunacağı’ belirtildi.

Ayrıca açıklamada, anlaşma çerçevesinde ortak teknolojik yeteneklerin geliştirilmesinin teşvik edilmesi, çalışanların zarar görmemesinin sağlanması ve ortak hedeflerin güçlendirilmesinin öngörüldüğü belirtildi. Açıklamaya göre anlaşmanın ilk girişimi, ortak değerleri ve çıkarları desteklemek için Hint-Pasifik bölgesinde konuşlandırılacak olan Avustralya Kraliyet Donanması’na, nükleer enerjili denizaltıların temin edilmesiyle ilgili anlaşma oldu.

Anlaşmanın başta ABD’nin teşvikiyle ve ardından İngiltere’nin desteğiyle çalkantılı uluslararası sular konusunda yapıldığı açıktı. Avustralya’nın ise anlaşmaya katılması için lojistik bir gereklilikten fazlasına ihtiyacı yoktu.

ABD Başkanı Biden, AUKUS’tan söz ederken, anlaşmayı dünya istikrarını sağlamayı amaçlayan tarihi bir adım olarak niteledi.

İngiltere Başbakanı Johnson, AUKUS’u coğrafya bakımından ayrı olsalar bile müttefikler arasında yapılmış gerçekçi bir anlaşma olarak gördü.

Buradaki en ilginç soru ise şu: Dünya, daha önce yapılmış olan, fakat gizli bir istihbarat ittifakı kisvesi altında gizlenen AUKUS karşısında neden şaşırdı ve bu ne demek oluyor?

AUKUS ve Beş Göz Grubu’nun bölünmesi

AUKUS’un duyurusunda yeni ittifakın, Five Eyes (Beş Göz) İstihbarat İttifakı çerçevesinde hâlihazırda kapsamlı olarak istihbarat bilgileri paylaşan üç ülke arasındaki benzersiz güven ve iş birliği düzeyini yansıttığı kaydedildi.

Bu ittifakın önemini merak edenler için, 1940’lı yılların sonlarında, ABD ve İngiltere arasında, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden elli yıl içinde imzalanan ve ‘UKUSA’ adıyla bilinen en önemli uluslararası anlaşmalardan birin olduğunu söyleyebiliriz. Anlaşmanın, tıpkı 1944 yılında düzenlenen ve uluslararası ticaret ilişkilerini şekillendiren ‘Bretton Woods Konferansı’ tarafından tanımlandığı gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem boyunca Batı ülkelerinin istihbarat faaliyetlerinin çatısını oluşturduğu açıktır. Zafer kazanan ABD ile savaş yorgunu İngiltere arasında yapılan bu anlaşmanın, ABD’yi egemen konumuna getirmesi de bir o kadar ilginçtir.

UKUSA, Batılı beş ülke (ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda) arasında savaş sonrası bir ittifakın kurulmasını sağladı. Bu ittifak gizlice uluslararası radyo frekansları ile sağlanan iletişim ağlarını hızla ele geçirdi ve küresel bir elektronik casusluk sistemi şeklinde kalıcı bir güce dönüştü. ABD ve İngiltere, onu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki zaferlerinin en önemli nedenlerinden biri olarak görüyorlar.

1990’lı yıllara gelindiğinde, uydulardaki casusluk faaliyetleri ve ‘ECHELON’ İstihbarat Sistemi, radyo frekansları üzerinden sağlanan iletişimi gizlice dinlemek için kulaklık gibi ilkel yöntemler kullanan sistemin yerini aldı. Fakat yine de UKUSA İttifakı, bu faaliyetlerin temeli olarak kalmaya devam etti. Yeni Zelanda, ABD, İngiltere ve Avustralya arasındaki en güçlü, en derin ve en önemli ittifak bağı haline geldi.

Peki, bugün Avustralya’ya özellikle Doğu Asya’daki uluslararası gerilimlerde ihtiyaç duyuluyor?

Yeni stratejik ittifakların kalbi: Avustralya

Aslında Avustralya, AUKUS anlaşmasında kilit ülke olmaya devam ediyor. Bu herkes tarafından bilinse de anlaşmanın duyurulduğu açıklamada dile getirilmedi. Yeni ittifak, temelde Çin’in özelde Pasifik Okyanusu’nda ve genel çerçevede ise Asya bölgesinde artan nüfuzuna karşı koymayı amaçlıyor.

ABD merkezli Business Insider dergisinde yakın bir tarihte yer alan bir analiz haberde, Avustralya’nın kendisini 2016 yılından bu yana Fransa’ya bağlayan sanlaşmadan vazgeçmesinin, gelişmiş denizaltılar edinmek istemesinin ve nükleer enerjili denizaltılara geçmesinin teknik bir seçim olmaktan çok daha fazlası olduğunu okuyoruz.

Derginin analiz haberine göre Canberra, filosunu modernize etme ihtiyacından ziyade Çin tehdidi karşısında stratejik nedenlerle kendisine dikte edilen bir seçim yaptı.

Teknik açıdan, Avustralya karasularındaki Amerikan yapımı denizaltılar, Çin’i kesinlikle etkileyecek olan batının uzun bir kolu gibi görünüyor. Çünkü bu denizaltılar, birkaç bin kilometre uzaktaki bir hava üssünü dahi yok edebiliyorlar. Fransız yapımı dizel-elektrikli denizaltılar ise aynı menzile sahip değiller.

Avustralya, özellikle Japonya açıklarında, Hawaii karşısında ve Hint-Pasifik bölgesinin diğer tarafında Ortadoğu’da Çin’in emellerini takip etmeyi kolaylaştıran konumu nedeniyle Hobsbawm’ın bahsettiği yeni yüzyılda, özellikle Çin’le mücadele çağında, Batı ve ABD tacındaki mücevher gibi görünüyor.

Business Insider dergisinin analizine göre ABD, Avustralya ve İngiltere, Pekin’in bölgede nüfuzunu genişlemesini sınırlamak amacıyla eski Anglo-Sakson güçlerini güncellenmiş bir çerçevede birleştirmeyi amaçlayan bir plan yaptılar.

Çünkü uluslararası siyaset ütopik niyetleri ve hedefleri bilinmediğinden şu soru akıllara takılıyor: ABD, en yeni denizaltılarını Avustralya’ya ücretsiz mi temin edecek?

Düşünce kuruluşu Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü’nün (ASPI) üst düzey savunma ekonomisi analisti Markus Hiller, bu soruya en iyi yanıtı veriyor. Hiller’e göre ABD, askeri teknolojideki baş tacı olan denizaltılarını, yardım istediği zaman yardım etmeyecek olsa Avustralya’ya temin etmezdi. Peki, bu, Washington’ın Hint-Pasifik bölgesinde potansiyel olarak nükleer bir savaşa hazırlandığı anlamına mı geliyor?

Bu sorunun cevabına daha sonra değinmek üzere şimdilik erteleyip, QUAD İttifakı meselesinin hem göze hem de kulağa hitap eden NATO sonrası yeni yüzyılda uluslararası ittifakların ikinci eşiği üzerinde duralım.

Çin ejderhasını kuşatma hamlesi: QUAD İttifakı

QUAD adıyla bilinen dörtlü ittifakın gün yüzüne çıkmasından bir hafta sonra Beyaz Saray, Avustralya, Hindistan ve Japonya başbakanlarının katıldığı ve Başkan Biden’ın başkanlık ettiği sanal bir zirveye tanıklık etti.

ABD Başkanı, zirve sırasında şunları söyledi:

“Zirve, gelecek için ortak değerleri paylaşan ve koronavirüs (Kovid-19) pandemisi, iklim değişikliği ve teknoloji gibi zorlukların üstesinden gelmeye çalışan demokratik ülkelerin liderlerini bir araya getiriyor.”

Biden’ın açıklamasına göre QUAD ittifakının hedefleri, özellikle Biden’ın Çin’in daha fazla güçlenmesine karşı koymak için Hint-Pasifik bölgesindeki dört ülkeyi güçlendirmeyi hedefleyen grubu yönettiği dönemde yapılan ikinci zirve olduğundan, seçkinler nezdinde kamuoyunun kandırılmaya yönelikmiş gibi görünmüyor.

İttifaktaki dört ülke zirveye ilişkin açıklamalarında Çin’den bahsetmemeye özen gösterse de, Pekin, QUAD’ı ‘dünya sahnesinde artan gücünü zayıflatma girişimi’ olarak görüyor.

ABD Başkanı, zirve öncesinde Hindistan Başbakanı Narendra Modi ile ikili bir görüşme gerçekleştirdi. Modi de Japonya Başbakanı Suga Yoşihide ilk kez bir araya geldi. Hint ve Japon taraflar, Tokyo’nun adını vermeden Pekin’e atıfla, ‘ekonomik zorlamaya ve Asya bölgesi ve Hint Okyanusu sularında statüko değişikliğine karşı güçlü bir muhalefet’ olarak nitelendirdiği durumla ilgili hemfikir olduklarını açıkladılar.

ABD’liler Asya’da geleneksel bir güç olan Hindistan’ı kendine çekmeyi ve onu NATO dışındaki yeni ittifaklara dahil etmeyi başardılar mı?

Bu aslında ABD’nin, kutupsal vizyonları için bölgesel rekabetleri kullanmak ve neo-muhafazakarların Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni (PNAC) takip etmek amacıyla uluslararası çelişkiler üzerine yaptığı bir blöftür.

Washington, Hindistan’ın Himalayalar’daki engebeli sınır bölgesinde komşusu Çin ile karşı karşıya geldiğini ve Yeni Delhi ile Pekin arasındaki çekişmenin giderek artıyor gibi göründüğünün farkında.

Voice of America’ya (VOA) konuşan analistler, rakibi Çin’in, Doğu ve kuzey Sri Lanka’daki altyapı projelerinin yanı sıra Myanmar üzerinden Hint Okyanusu’na ilk karayolu erişimini sağlayan yeni bir demiryolu ve karayolu ile kıyılarına yaklaştıkça Hindistan’ın endişelerini artırdığını düşünüyorlar.

Küresel kapitalizm üçgeninde üçüncü taraf olan Japonya ise hem antik çağda hem de modern çağda Çin ile karşı karşıya geliyor. Çin ile Tayvan arasındaki gerilimin artması, Japonya’nın iki ülke arasında olası bir çatışmaya hazırlık durumu seviyesini yükseltmesine neden oldu. Wall Street Journal (WSJ) gazetesinin haberine göre, bu durum Japonya’nın ABD ordusuyla daha yakın iş birliği yapmasına yol açıyor.

Tüm bunlarla birlikte Japonya, geçtiğimiz Eylül ayının sonlarında, Avrupa ülkelerini Çin’in düşmanca tutumlarına karşı mücadele etmeye çağırdı. Tokyo, uluslararası toplumu, topyekün askeri çatışma risklerinin arttığı bir ortamda Pekin’in askeri ve bölgesel olarak güçlenmesine karşı caydırıcı çabaların artırılması gerektiği konusunda uyardı.

Peki, QUAD, özellikle AUKUS’tan sonra, Çin ile askeri bir çatışmaya hazırlanma yolunda atılmış gerçek bir adım mı?

Tayvan ve Güney Çin Denizi, ittifakları şekillendiriyor

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), son zamanlarda Rusya kaynaklı tehditlerin arttığından bahsediyor ve Rusya kısa vadede ABD için en büyük sorunu teşkil ediyor olsa da, Batı’nın stratejisini coğrafi olarak Çin’e yakın güçlerle ittifaklar kurulmasıyla şekillendiği ortada. Tıpkı Japonya, Hindistan ve Avustralya ile olduğu gibi, Atlantik’in diğer tarafındaki NATO üyeleriyle şu ya da bu şekilde güven bağları kurmak büyük önem taşıyor.

Washington ise bu çerçevede Pekin ile daha agresif bir mücadele yolunu tercih etti. Washington, Tayvan’ın Trans Pasifik Ortaklığı için Kapsamlı ve Aşamalı Anlaşması’na(CPTPP) katılma talebini memnuniyetle karşılarken Çin uçaklarının, Tayvan’ın savunma bölgesine girmesi nedeniyle Çin’e ‘askeri baskısını durdurması’ çağrısında bulundu. Tayvan, söz konusu talepte bulunmadan birkaç gün önce Tayvanlı yetkililer, son birkaç ayda aralarında 14 savaş uçağı ve nükleer yeteneklere sahip iki bombardıman uçağının yer aldığı Çin’e ait 19 uçağın Tayvan’ın hava savunma bölgesine girdiğini duyurdu.

Tam da burada şu soru akıllara geliyor: AUKUS’tan QUAD’a yapılan yeni ittifaklar, Çin’in küresel ilerleyişini durdurma ve yaklaşmakta olan Çin kutuplaşmasına giden yolları kesmek amacıyla bir yanda Tayvan’dan, diğer yanda Güney Çin Denizi’nden nükleer bir güç olan Çin ile yüzleşmeye yönelik bir hazırlık süreci mi?

Fransız gazeteci-yazar Thierry Meyssan, Çin’in Tayvan’a yönelik tutumunu anlamak dışında yeni ittifakların boyutlarını anlamakta zorluk çektiğini yazdı. Meyssan yazısında,“Çin ordusu, 2015 yılından bu yana ne Washington’ın ne de eski NATO müttefiklerinin kabul etmeyeceği bir hedef olan Tayvan’daki Tapei Başkanlık Sarayı’nı ele geçirmek için eğitim görüyor. Belki de on bin nükleer savaş başlığını barındıracak bir yeraltı nükleer başlık deposu inşa etmeye çalışan Çin ile nükleer bir çatışmaya hazırlanmak için yeni müttefikler edinmek gerekiyordu” ifadelerini kullandı.

NATO, tüm anlaşmazlıklara rağmen var olmaya devam edebilecek mi?

Esasen bu konuda sesini yükselten Fransa, içinde bulunduğu güncel krizin arka planında yaptığı açıklamalarla Washington’la yapılan ittifakları NATO’nun bir ayağı olarak tekrar okuyacağını teyit ediyor.

Pentagon için çalışan ABD merkezli düşünce kuruluşu RAND Corporation’ın yakın tarihli bir raporunda bundan bahsedildi.

RAND’ın Fransa’dan söz eden son raporunda, dünyanın en güçlü 140 ordusu arasında yedinci sırada yer alan Fransız ordusunun, aynı listede ikinci sırada yer alan Rus ordusuna karşı uzun bir savaşa dayanamayacağı kaydedildi. Rapora göre Fransız ordusu, her ne kadar askerlerini iyi eğitmiş ve gelişmiş askeri teçhizatla donatmış olsa da Rus ordusuna karşı koyabilecek yeteneğe sahip değil.

Raporda, Fransa ve Rusya arasındaki olası bir savaşın Ruslar tarafından birkaç gün içinde sonuçlandırılabileceği belirtiliyor. Bu görüş, ABD merkezli ‘Global Firepower’ adlı internet sitesinin iki ordu arasında yaptığı karşılaştırmada da doğrulanıyor.

Buradan bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’yı destekleyen ABD’nin askeri yeteneklerine dayanan Avrupa-ABD ortaklığı zorunlu gibi görünüyor. Çin’in de zamanla Avrupa için askeri bir tehdit haline geleceğinden bahsetmiyorum bile.

Alman siyaset bilimci Alexander Rahr’ın ifadesiyle tüm bu gerçeklere rağmen, NATO’nun kalın duvarında derin bir çatlak oluştu. Rahr, “Amerikalılar, Çin’i dünya sahnesindeki bir numaralı jeopolitik düşmanları olarak görürler. ABD genel olarak çok bencil bir ülkedir. Çıkarları her zaman NATO’daki dayanışmanın üzerinde olmuştur” ifadelerini kullandı.

Eğer bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerini Marine Le Pen kazanırsa, Avrupa-ABD ilişkileri daha da kötüleşecek gibi görüyor. Marine Le Pen’in cumhurbaşkanı olması halinde Fransa, büyük olasılıkla NATO’dan çekilecek. Bu da NATO’nun en iyi ihtimalle son on yılını yaşayacağı anlamına geliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *