ABD’nin Orta Doğu karnesi

ABD’nin Orta Doğu karnesi

Bugün ABD ve Batı dünyasının Afganistan’dan, otoriteyi ele geçiren Taliban’a verdiği söz neticesinde, ülkeden çıkmak için son günü. 20 yıl sonra, yendiği güçler tarafından ‘kovulan’ ABD, arkasında her anlamda kaos içinde bir ülke bırakıyor.

ABD’nin Orta Doğu karnesi

Emin Arslan/Habertürk

II. Dünya Savaşı sonrasında ‘Batı uygarlığının doğal lideri’ unvanını Birleşik Krallık’tan alan, 1945-90 arasındaki çift kutuplu dünyanın SSCB ile beraber temsilcisi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra oluşan yeni dünya düzeninin de doğal lideri olan, ‘demokratik olmayan’ bazı ülkelere ‘demokrasi’ götüren, bazılarına ise açıkça destek veren dünyanın süper gücü: Amerika Birleşik Devletleri. Bugün ABD ve Batı dünyasının Afganistan’dan, otoriteyi ele geçiren Taliban’a verdiği söz neticesinde, ülkeden çıkmak için son günü. 20 yıl sonra, yendiği güçler tarafından ‘kovulan’ ABD, arkasında her anlamda kaos içinde bir ülke bırakıyor. Ancak bu ABD’nin ilk başarısızlığı değil. Uzun yıllar ‘Komünizm tehdidine’ sınır ötesi operasyonlarla ‘karşı koyan’ ve son 20 yıldır Orta Doğu’yu müdahaleleriyle şekillendirmeye çalışan ABD; ne İran’daki rejimi yıkabildi, ne Irak’ta askeriyle bir düzen yaratabildi, ne de Suriye’de aktif bir güç olabildi. Habertürk’ten Emin Arslan, ABD’nin Orta Doğu karnesini inceledi.

1776’da kuruluşundan I. Dünya Savaşı’na kadar ‘izolasyonizm’ yani Avrupa siyasetinden ve çatışmalarından uzak kalma politikasını benimseyen, ancak 1917’de ünlü 14 maddelik Wilson İlkeleri ile Avrupa’nın şekillenmesine etki eden ABD; iki dünya savaşı arasını daha çok Büyük Buhran ile mücadele ederek geçirdi. 1941’de Pearl Harbor baskını sonrasında ise II. Dünya Savaşı’na katıldı. ABD o tarihten sonra, ideolojisine uymayan, kontrolünü kaybedeceğini hissettiği her ülke ve bölgede bazen dolaylı bazen doğrudan müdahalelerde bulundu.

11 Eylül 2001 saldırıları ise ABD’nin müdahaleci politikalarını radikalleştiren bir kırılma yarattı. Pearl Harbor’dan sonra ilk defa anavatanlarında saldırıya uğrayan ve 3 bin insanını kurban veren ABD, tüm dünyaya “Ya bizimlesinizdir, ya da teröristlerle” restini çekti.

ABD’NİN BAŞARISIZLIKLAR SİLSİLESİ: İRAN

ABD’nin son 20 yıllık Orta Doğu politikalarına bakmak için biraz geriye gitmek gerekiyor. Batı yanlısı Şah Rıza Pehlevi yönetimindeki İran, 1979 yılında ‘ülkedeki ABD karşıtı solcuların da desteğiyle’ Şii dinci Humeyni’nin İslam devrimiyle rejim değişikliğine gitti. Tamamıyla ABD karşıtı olan yeni rejim, Tahran’daki ABD Büyükelçiği’ni bastı. Eylemciler 52 kişiyi tam 444 gün rehin aldı. Dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, bu nedenle seçimi kaybetti.

İran Devrimi sonrasında halk ABD Büyükelçiliği’ni basıyor

İran devrimi üzerinden henüz 1 yıl geçmişken, Saddam liderliğindeki Irak, İran’a saldırdı. O dönem Türkiye iki ülkeyle de iyi diyaloglar yürütürken, Sünni Arap ülkeleri Irak’ı, Suriye ise İran’ı destekledi. ABD liderliğindeki Batı dünyasının Irak lideri Saddam Hüseyin’e siyasi ve maddi olarak destek verdiği, silah sattığı ve bu yolla İran’daki molla rejimini düşürmek istediği hala tazeliğini koruyan iddialardan. Birçok muhalif İranlı, İran-Irak savaşının Humeyni rejimini zayıflatmak yerine kökleşmesine olanak tanıyarak güçlendirdiğini, 8 yıllık savaş süresince muhalif İranlıların haklarını savunmak ve rejim üzerinde baskı yaratmak yerine ülke bir savaşın içinde olduğu için ‘sessiz kalarak ülkelerinin yanlarında yer almak zorunda kaldıklarını’ söylüyor.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ve Saddam

ABD-İran ilişkileri 1979’dan beri her zaman yüksek tansiyonlu seyretmiştir. ABD yıllardır İran’a sıkı bir ambargo uyguluyor ve onu tecrit edilmiş ülke konumuna çekmeye çalışıyor. İran ise nükleer silah üretiminin aşamalarından olan uranyum zenginleştirme projesiyle ABD ve müttefikleri için büyük bir tehdit olmaya devam ediyor. 11 Eylül sonrasında Georghe W. Bush Irak, İran ve Kuzey Kore’yi ‘şer üçlüsü’ olarak tanımlamış ve 2003’te Irak’ı işgal etmişti. Olası bir ABD-İran savaşının dünya kamuoyunda en çok konuşulduğu dönem de Bush dönemidir. Ancak iki ülke arasında herhangi bir savaş çıkmadığı gibi, bir sonraki başkan Obama döneminde İran ile 5+1 bilinen (BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya) ülkeler arasında nükleer anlaşma imzalandı. İran’ın nükleer silah üretme yolu kapandı. İran’a petrol, doğal gaz, finans, havacılık ve deniz taşımacılığı alanlarında yıllardır süren yaptırımlar kalkacak, ülke yurtdışındaki milyarlarca dolarlık varlığına yeniden ulaşma imkanına erişecekti.

2015 Nükleer Anlaşması

Eski ABD Başkanı Donald Trump 2018’de aldığı kararla ABD’yi anlaşmadan geri çekti ve İran’a yaptırımları yeniden masaya sürdü. İran’ın kısıtlamaları ihlal etmesi de anlaşmanın zora girmesinde etkili oldu.

Mevcut Demokrat Başkan Joe Biden, Trump yönetiminin yaptırımlarını sürdürmekle birlikte, anlaşmayı yeniden devreye sokma arayışında. Ancak İran’ın yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, ülkenin nükleer anlaşmaya uyması için öncelikle ABD’nin yaptırımları kaldırması gerektiğini söylüyor. ABD’nin yaptırım listesinde yer alan eski Devrim Muhafızları Ordusu komutanlarından Rüstem Kasımi’nin de Şehircilik Bakanı olması iki ülkenin ortak noktada buluşmasının zorluğunu ‘sembolik de olsa’ ortaya koyuyor.

ABD’nin en büyük müttefiklerinden İsrail’in İran rahatsızlığını, 2015 yılındaki anlaşmayı açıkça kınamasını ve ABD’de ‘dış politikayı şekillendirme gücüne sahip’ lobisini de unutmamak gerekiyor. İran ise her ne kadar ekonomik yaptırımlarla zor durumda olsa da Irak’ın çoğunluğu Şii olan halkı üstündeki nüfuzu, Suriye’de destek verdiği Esad rejiminin hala düşmemesi ve Lübnan’ın silahlı kuvvetlerini oluşturan Şii Hizbullah üzerindeki etkisi kritik önem taşıyor.

BABA BUSH’TAN OĞUL BUSH’A: IRAK’I ÖZGÜRLEŞTİRME OPERASYONU

ABD, Irak-İran savaşında üstü kapalı olarak Irak’a destek verse de, savaşın bitiminden 2 yıl sonra Irak’ın petrol gelirlerini artırmak amacıyla komşusu Kuveyt’e saldırması sonucunda ABD, Körfez ülkeleri ve Batı dünyası Irak’a karşı harekete geçti. Kuveyt’i yöneten El Sabah ailesi İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin’e milyarlarca dolar yardımda bulunmuştu. Ancak bu, Saddam için yeterli olmadı. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın söylediği iddia edilen “Bir koyup üç alacağız” sözünün ana öznesi olan Körfez Savaşı, 1 ay içinde ABD ve müttefik güçlerinin hava ve kara harekâtlarıyla Kuveyt’in Irak güçlerinden arındırılması sonucunda fiilen bitti. Suudi Arabistan savaşın 60 milyar dolar tutan maliyetinin 36 milyarlık kısmını tek başına karşıladı. Irak tüm ateşkes şartlarını kabul etmek zorunda kaldı, ancak ABD ile ilişkiler onarılamayacak şekilde koptuğundan dolayı Bağdat birçok kez bombalandı.

Körfez Savaşı – Bağdat’ın bombalanması

Bu savaş Türkiye’de de çok büyük yankı uyandırmış, aktif bir politika yürütmek isteyen Özal’ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer 11 Ekim 1990’da, Millî Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay da 3 Aralık 1990’da görevlerinden istifa etmişlerdir.

ABD-Irak ilişkilerinde bir sonraki dönüm noktası tabii ki tüm dünyayı etkisi altına alan 2003 Irak Savaşı olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ‘terörizme savaş açan’ ABD, Saddam Hüseyin başkanlığındaki Irak’ın 2002 yılında Birleşmiş Milletler’in yaptırımlarına uğraması ve ülkede kimyasal, biyolojik ve nükleer silah olup olmadığı konusunda ‘tatmin edici bir cevap alamaması’ üzerine Irak’a saldırdı. Savaş Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olarak adlandırılmıştı.

HİÇ BULUNAMAYAN KİMYASAL SİLAHLAR

ABD Başkanı Bush, Savunma Bakanı Rumsfeld ve Dışişleri Bakanı Colin Powell gibi tüm üst düzey yetkililer Irak’taki kitle imha silahlarının tüm dünyaya tehdit oluşturduğunu savunmuş, ancak bu silahlar hiç bulunamamıştı.

ABD Dışişleri Bakanı Powell, BM’de ‘kimyasal silah’ açıklamasını yapıyor

Dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair de, “Irak’ın kimyasal ve biyolojik silah bulundurduğu sonucuna varıyoruz ve Saddam bu silahları üretmeye devam ediyor. Ellerinde bulunan askeri planlamalara göre bu silahlar 45 dakika içerisinde aktif hale gelebiliyorlar” demişti.

Bölgedeki Barzani ve Talabani güçleriyle de beraber çalışarak hızlı bir şekilde Bağdat’ı ele geçiren ABD, yıllar sürecek bir gerilla savaşının ortasında kaldı. Ülkedeki Sünni, Şii ve Kürt gruplar arasında İç Savaş çıktı. 2006 yılında Saddam’ı yakalayan ABD, buna rağmen ne kendi kamuoyunu ne de dünya kamuoyunu savaşın meşruluğuna ikna edebildi.

Saddam’ın yıkılan heykeli

Göreve geldiğinde Irak’taki askerleri çekerek savaşı bitireceğini söyleyen ve Bush’un “Terör örgütleri bu boşluktan yararlanır” eleştirisine maruz kalan Obama, 2011 yılında ülkedeki ABD askerlerinin 31 Aralık 2011’e kadar geri çekileceğini açıkladı. 15 Aralık 2011 tarihinde Bağdat’ta bulunan Amerikan Üssü’nden son Amerikan Bayrağı’nın indirilmesiyle savaş resmen sona erdi. CBS News’un 2011’deki anketine göre ABD halkının yüzde 77’si Amerikan askerlerinin yıl sonuna kadar Irak’tan çekilmesini destekledi.

HARAP OLAN IRAK

800 milyar dolara mal olan Irak savaşında en az 4 bin 500 Amerikan askeri öldü. 32 bin 226’dan fazla ABD askeri görev sırasında ciddi şekilde yaralandı.

Irak Endeksi’ne göre 115 bin civarında Iraklı sivil, savaş nedeniyle doğrudan ya da dolaylı yoldan hayatını kaybetti. Bu sayıyı 600 bine çıkaran kaynaklar var.

Bağdat

ABD Irak’tan 9 yıl sonra çekildi ama geride harap olmuş şehirler, otorite boşluğundan yararlanıp birbiriyle çatışmakta olan etnik gruplar bıraktı.

ABD’nin Irak’a girip Baas rejimini devirmesi sonrasında Irak federal bir devlet yapısına büründü. Kuzey Irak’ta Barzani liderliğinde Irak’a bağlı özerk bir devlet olan Irak Kürt Bölgesel Yönetimi kuruldu. Batı dünyasının büyük desteğiyle kurulan bu özerk yapı Irak’ın geri kalanından daha stabil ve güvenli bir yapıda olsa da, ülkenin geri kalanı kaostan çıkamadı.

Erbil

Irak’ın yarısından fazlası Şii Araplardan oluşurken, yüzde 20’si Sünni Arap, yüzde 18-20’si Kürtler ve yüzde 10’u Türkmenlerden oluşuyor. Irak, ulus bilinci gelişmemiş heterojen gruplardan oluşan 70-80 yıllık istikrarsız bir devlet olduğundan dolayı da katliamlar, etnik çatışmalar topraklarından hiç eksik olmadı. ABD’nin ülkeden çıkması sonrası güç boşluğundan yararlanan etnik gruplar merkezi hükümete isyan edip birbirleriyle çatışmaya başladı.

Bu çatışmaların en bilinen ürünü de 2014 yılında hayatımıza giren Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), Devlet’ül Irak ve’ş Şam. Kısaca DEAŞ. Türkiye, İslam ve terörün iç içe gösterilmesine karşı olduğundan dolayı, içinde İslam kelimesi geçen kısaltmayı kullanmıyor.

2004 yılında El-Kaide’ye bağlılığını ilan eden terör örgütü, Şubat 2014’te, sekiz aylık uzun bir güç mücadelesinden sonra, bu terör örgütüyle bütün bağlarını kestiğini duyurdu.

Hem Türkiye’de hem de Avrupa’da vahşice terör saldırıları yapan DEAŞ, Türkiye’nin ve Batı Koalisyonu’nun operasyonlarıyla bitme noktasına gelirken, geçtiğimiz Perşembe günü Afganistan’ın başkenti Kabil’de yaptığı bombalı saldırılarla tekrar dünya gündemine oturdu.

ABD’NİN AFGANİSTAN FİYASKOSU

ABD’nin en uzun savaşı olarak bilinen Afganistan’ın işgali, ABD’nin 20 yıl sonra çekilme kararı alması sonrasında tüm dünyayı şoke edecek bir hızda Taliban’ın başkent Kabil dahil tüm ülkeyi silah kullanmaya gerek bile kalmadan ele geçirmesi; dünya gündeminin ilk sırasında.

2001’de 11 Eylül Saldırıları’ndan, El Kaide’yi ve ‘İslami terörizmi’ sorumlu tutan Başkan George W. Bush yönetimi, Taliban’dan El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i istedi. Taliban, Ladin’i ‘misafir’ olduğu gerekçesiyle iade etmeyeceğini bildirdi.

Bunun üzerine ABD, 7 Ekim 2001’de Rabbani’nin liderliğini yaptığı muhalif grupların çatı örgütü olan Kuzey İttifakı’nın da desteğiyle Taliban’a yönelik operasyon başlattı. O sırada Taliban, ülkenin yüzde 90’ını kontrol ediyordu. Kısa sürede başkent Kabil dahil elindeki tüm şehirleri kaybeden Taliban, kalesi konumundaki Kandahar’a çekildi. Ardından burayı da kaybetti ve dağlara çekilmek zorunda kaldı. Örgüt 2002’den sonra gerilla taktiği ile ABD ve Batı destekli Hamid Karzai hükümetine karşı savaş vermeye başladı.

AF DİLEYEN TALİBAN’DAN, ABD’YE MÜHLET VEREN TALİBAN

Taliban o dönem Afganistan’ın geçici cumhurbaşkanı olmaya hazırlanan Hamid Karzai’ye ulaşmaya çalışıp anlaşma yapmak istedi. Taliban zayıf ve teslim olmaya hazırken ABD bunu kabul etmedi. Teslim şartları sadece affedilmekti. Ancak ABD, Taliban’ın sonsuza kadar yok edileceğine inanıyordu. Bugün gelinen noktada ise ABD Taliban’la ‘çekilmeyi tamamlamak için 31 Ağustos’a, yani bugüne kadar süre verilmesi’ konusunda anlaşıyor, ‘bu tarihte çekilme tamamlanmazsa çatışma çıkar’ endişesiyle panik halinde tahliyeler yapıyor.

ABD’nin Afganistan’dan tahliye operasyonları

ABD Afganistan’a 1 trilyon dolardan fazla harcama yaptı. Askerlerin, memurların maaşlarını bile ABD ödedi. 300 bin kişilik Afganistan ordusu kurdu. Ancak bu 300 bin kişilik ABD eğitimi ve teçhizatıyla donanmış ordu, Taliban’a karşı tek bir kurşun atmadan ülkeden kaçtı. Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani bile iddiaya göre ‘toplantıya gidiyorum’ diyerek, para dolu uçağıyla Birleşik Arap Emirlikleri’ne kaçtı.

Şu an ise tüm Batı dünyası Afganistan’dan kaçıyor. Her gün onlarca ülke Kabil Havalimanı’ndan vatandaşlarını ve bazı Afganları tahliye ediyor. Afganlar ülkeden ‘kurtulmak’ için uçakların iniş takımlarına sarılıyor. Tüm dünya ABD’nin arkasında bırakmaya çalıştığı bu eşi benzeri görülmemiş kaosu seyrederken, DEAŞ’ın Kabil’de ABD askerlerine, Taliban’a ve bu yıkımdan en çok etkilenen Afgan halkına saldırıları, çekilme sürecini çok daha zor bir noktaya sürüklüyor. ABD basınına göre çekilme süreci sırasında bir terör saldırısı ve ABD askerlerinin ölümü, Biden için en kabus dolu senaryoydu.

Başkan Biden ülke içinde sert eleştirilerle karşı karşıya. Cumhuriyetçilerin Senato’daki lideri Mitch McConnell Biden’ın uyguladığı politikayı “Amerikan liderliği açısından utanç verici bir hata” olarak eleştirdi.

Dışişleri Bakanı Antony Blinken da Kabil’den Amerikan personeli taşıyan helikopter görüntülerinin 1975’te Vietnam’dan çekilinmesini hatırlatıp hatırlatmadığı yönündeki soruya “Bu kadar ileri gitmeyelim. Bunun Saygon olmadığı apaçık ortada” yanıtını verdi. Ancak durum ABD için giderek Saygon’dan bile daha trajik bir durum alıyor.

TÜM DÜNYANIN SAVAŞ ALANI: SURİYE 

Suriye, 2011 yılından beri bir iç savaşın içinde. 10 yıldır bitmeyen savaşta Suriye’de kara ordusu olan tüm gruplar, süper güçlerin ajandasına göre destek gördü. Suriye’ye sınırı olmayan hiçbir büyük devlet kara birlikleriyle sıcak çatışmaya girmezken, her ülke belirli yerel grupları kullanarak savaştan payını almaya çalıştı. Tüm süper güçler tarafını seçti, finansman sağladı. Ülkedeki karışıkların başlangıcı ise tüm Kuzey Afrika ve Orta Doğu’yu kasıp kavuracak Arap Baharı oldu.

26 yaşındaki Tunuslu Muhammed Buazizi, ruhsatsız sebze sattığı için polisle tartışıp kendini yaktı. Buazizi’nin düzene karşı bu isyanı sonrasında birçok Arap ülkesi halkı daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla refah talebiyle sokaklara döküldü.

1970’te kansız bir darbeyle Suriye yönetimini ele geçiren, öldüğü 2000 yılına kadar ülkeyi yöneten Hafız Esad’ın ülkesinde de, oğlu Beşşar Esad’ın liderliği döneminde ayaklanmalar başladı. Beşşar Esad bu ayaklanmaları sert müdahalelerle bastırmaya çalışınca olaylar daha da büyüdü ve dünyanın 10 yıldır gündeminden düşmeyen, her güçlü ülkenin bir şekilde müdahil olduğu Suriye İç Savaşı patladı.

Suriye İç Savaşı

Savaşın ilk yılında Beyaz Saray, Beşar Esad ve altı üst düzey Suriyeli yetkiliye karşı, hükümet karşıtı gösterilerin kanlı bir şekilde bastırılmasıyla insan hakları ihlali yaptıkları gerekçesiyle yaptırım kararı aldı.

ABD Başkanı Barack Obama Esad’a ‘tiran’ diyerek, “Suriye halkının yararı için artık Beşar Esad’ın çekilme zamanı geldi” dedi. Obama bir Başkanlık Emri de yayımlayarak, Suriye yönetiminin ABD’deki tüm mallarını dondurdu.

2012’de Esad’ın Humus kentine saldırısı sonrasında BM Güvenlik Konseyi’nde Beşar Esad’a görevden çekilerek yetkilerini yardımcısına bırakması çağrısında bulunan tasarı oylandı, on beş üyeden on üçü tasarıya evet derken Rusya ve Çin’in hayır demesi tasarının geçmesini engelledi. Obama Suriye ordusunun harekâtını ”rezilce kan dökülüyor” diyerek kınadı.

Özgür Suriye Ordusu, El-Kaide, El-Nusra ve PKK’nın Suriye’deki kolu olan YPG’nin Suriye’deki birçok noktayı ele geçirmesiyle Şam’a sıkışan Esad rejiminin 2014 yılında Halep’le bağlantısı neredeyse kesilmiş durumdaydı.

DEAŞ VE PYD/YPG’NİN YÜKSELİŞİ

Ancak 2014’te Suriye İç Savaşı’nda denkleme yeni bir güç girdi: DEAŞ. Hilâfet devleti kurmak amacındaki Bazı Batı kaynaklarına göre cihadist bir terör örgütü olan DEAŞ, aynı zamanda sosyal medyayı mükemmel kullanarak dünyanın her yerinde propagandasını yaptı, birçok farklı ülkeden, hatta Japonya’dan bile, katılım sağladı. DEAŞ’ın yükselmesi sonrası ABD ve Batı Bloku’nun dikkati Esad’dan bu terör örgütüne kaydı. ABD ve müttefikleri Eylül 2014’te Şam hükümetinin onayını almadan ilk kez DEAŞ’ın Suriye’deki mevzilerini bombaladı.

ABD ve müttefiklerinin bölgede desteklediği bir diğer unsur ise PYD/YPG oldu.

Demokratik Birlik Partisi (PYD), 2003’te Suriye’de kuruldu. Kuruluş bildirisinde PKK terör örgütü ele başı Abdullah Öcalan’ın ifadelerine de yer veriliyor; Suriye’nin kuzeyi için “kutsal Rojava” deniliyordu.

2011’de iç savaşın başlamasından sonra PYD de birçok muhalif grup gibi silahlı örgütünü oluşturduğunu duyurdu: Halk Savunma Birlikleri (YPG).

Savaşın ilk aylarında Suriye ordusu kuzeyden çekilince YPG burada savaşmadan hakimiyet kurdu. Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırındaki Afrin, Kobani ve Kamışlı’daki devlet binalarının çoğuna PYD bayrakları çekildi.

YPG, Ocak 2013’ten itibaren sınır bölgesinde DEAŞ, El-Nusra gibi örgütlerle savaşmaya başladı ve topraklarını genişletti. Bir Kürt oluşumu olan YPG’nin Sünni-Arap olan DEAŞ’ın doğal düşmanı olması nedeniyle, Irak’ta olduğu gibi kara birlikleriyle doğrudan müdahalede bulunmanın hiçbir çözüm olmadığını gören ABD ve Batı dünyası, kara birliklerine sahip YPG’yi her anlamda destekledi.

ABD’NİN SURİYE’DE DOĞRUDAN MÜDAHALESİ

Ocak 2014’te de PYD Kobani, Kamışlı ve Afrin’de özerklik ilan etti. Suriye’nin toprak bütünlüğü günden güne yok olurken, DEAŞ, Eylül 2014’te ilk kez YPG’nin olduğu bir bölgeye, Kobani’ye saldırmaya başladı. Başkan Obama, Kobani’deki YPG birliklerine havadan silah yardımı yaptı. DEAŞ’ın savunma hatlarını yarması sonrasında YPG’ye doğrudan yardım yapılmazsa şehrin düşeceği anlaşıldı, ABD Hava Kuvvetleri DEAŞ güçlerini bombalamaya başladı. Peşmerge ve Özgür Suriye Ordusu da Türkiye’nin sınır kapılarından geçmelerine izin vermesi sonucu karadan Kobani’ye ulaşarak DEAŞ’la sıcak çatışmaya girdi. Mart 2015’te ise DEAŞ şehirden tamamen çekildi.

YPG, ABD’den aldığı desteği sürdürdü. ABD’den hem maddi yardım hem de tırlarla silah yardımı alan YPG, bir süre sonra eğitim ve danışmanlık da almaya başladı ve Fırat’ın doğusunda Türkiye-Suriye sınırında kontrol ettiği alanı genişletti. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın o dönemki sözcüsü Marie Harf da PYD’yi “terör örgütü olarak görmediklerini” açıklayınca Türkiye ile ABD giderek ayrışmaya ve YPG, ABD için daha kıymetli olmaya başladı.

Temmuz 2017’de ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas, ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından Aspen Enstitüsünün Colorado eyaletinde gerçekleştirilen yıllık güvenlik toplantısında, YPG’nin terör örgütü PKK ile bağı ve Türkiye’nin buna tepkisi sebebiyle YPG’ye “isim değiştirme” tavsiyesinde bulunduklarını, bunun üzerine örgütün, adını “Suriye Demokratik Güçleri” (SDG) olarak değiştirdiğini söylemişti.

ABD askerleri Suriye’de

2013 yılında ABD Ulusal Terörle Mücadele Merkezi (NCTC)’nin her yıl yayımladığı ve dünyada faaliyet gösteren terör grupları hakkında bilgiler içeren “Terörle Mücadele Yıllığı” raporunda PYD’nin, PKK’nın Suriye kolu olduğuna dair ifade yer aldı. DEAŞ tehdidinin yükseldiği 2014 ve 2015 yıllarında yayımlanan yıllıkların PKK ile ilgili kısmındaki bu ifade kaldırıldı.

AB, ABD ve Rusya gibi büyük güçler PYD’yi PKK’nın kolu olan bir terör örgütü olarak görmediği için Türkiye bu ülkelerle diplomatik sorunlar yaşıyor.

SAVAŞIN DÖNÜM NOKTASI: RUSYA

ABD’nin direkt olarak Suriye’deki bir gruba yardım etmesi, askeri çatışmaya girmesi ve ülkedeki tüm muhalif unsurların güçlenmesi 28 Mart 2015’te muhaliflere İdlip’i de kaybeden Esad rejimini tam olarak bitme noktasına getirdi. Ancak 4. yılı bitecek olan İç Savaş’ta tüm dengeleri değiştirecek olan olay Eylül 2015’te yaşandı: Rusya, Esad’a destek vererek Suriye’de hava saldırılarına başladı. Rusya çoğunlukla DEAŞ’ı bombalandığını duyururken Batılı kaynaklara göre ise Rusya’nın bombalarına en çok rejim muhalifi gruplar hedef oluyordu.

Esad ve Putin

Rusya’nın, Suriye’nin Lazkiye ilinde hava üssü inşa ettiğini ve Rus tankları getirdiğini açıklayan dönemin Beyaz Saray sözcüsü Josh Earnest Rusya’nın Suriye’de artan askeri faaliyetlerinin ve Esad’a desteğinin ‘istikrarı bozucu ve zarar verici’ olduğunu söyledi. Türkiye de Rusya’nın Suriye politikasından rahatsız oldu, Rus uçaklarının Türk hava sahasını ihlal etmesi sonrası nota verildi. Ve bu olaydan 1.5 ay sonra, Türkiye bir 2015 Rus Su-24 uçağını düşürdü.

Obama yönetimi YPG’ye desteğini Türkiye’ye “DEAŞ tehdidi ile sınırlı” diye açıklarken, Türkiye’nin DEAŞ’a sınır ötesi operasyonlar düzenleyip gücünü kırması sonrasında da desteğin devam etmesi iki ülke arasında ipleri zaman zaman gerdi. Ancak görev süresi biten Obama’nın yerine gelen Donald Trump, her konuda olduğu gibi bu konuda da şahsına münhasır kararlarıyla ABD’nin Suriye politikasını değiştirdi.

TRUMP’TAN BÜYÜK STRATEJİK DEĞİŞİKLİK

ABD Başkanı Donald Trump, Suriye stratejisinde büyük bir değişikliğe giderek bölgedeki askerlerini çekme kararı aldı. Beyaz Saray, Suriye’deki 2 bine yakın Amerikan askerinin ülkelerine dönüşünün başladığını duyurdu.

2018 yılına gelindiğinde Esad rejimi Rusya desteğiyle hakimiyetini önemli ölçüde genişletmiş, DEAŞ güçlerinin kontrol noktası neredeyse kalmamış, Fırat Nehri’nin batısında Türk askerinin kontrolündeyken muhalif unsurlar İdlib’e sıkışmış, Fırat’ın doğusundan itibaren tüm Kuzey Suriye YPG hakimiyeti altındaydı.

Trump’ın askerlerini çekmesi sonrasında Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde PYD/YPG kontrolündeki Resulayn ve Tel Abyad’a yönelik Barış Pınarı Harekatı’nı başlattı.

Trump, “Kürtlere saldırması için Türkiye’ye yeşil ışık yaktığı” eleştirilerine “Kürtler II. Dünya Savaşı’nda, Normandiya’da bize yardım etmedi” diye yanıt verdi. Trump aynı zamanda, hava gücü olmayan YPG’nin Türkiye’ye karşı galip gelmesinin çok zor olduğunu belirterek, bu unsurlara sınır hattından çekilme çağrısında bulundu.

ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’ın Suriye tutumu ise Rusya ve Esad rejimiyle daha uzlaşmacı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, PYD/YPG ve Şam arasındaki diyalogun desteklenmesi gerektiğini açıkladı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, PYD/YPG’yi Şam’la müzakereye girmeye çağırdı. YPG buna hazır oldukları yanıtını verdi. Biden yönetiminin dış politikada birinci önceliği Suriye değil. Suriye’de şu anki politikaları ‘çatışmaların mümkün olduğunca düşük seviyede tutulması ve insani durumların kötüleşmemesi’. Ancak Suriye, girift yapısıyla her zaman krizlere ve çatışmalara gebe.

Biden yönetimi Orta Doğu politikalarında ne iç ne de dış kamuoyunun güvenini kazanamayan, başarısız bir başlangıç yaptı. Biden birkaç konuşmasında üstüne basa basa ‘America is back’ (ABD geri döndü) dese de, ülkesine geri döndüğü başarısız Afganistan sınavı ile birlikte hem Suriye’de, hem Irak ve İran’da; hem de Orta Doğu’nun geri kalan bölgelerinde bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğini dünya kamuoyu merakla izleyecek.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *