Düşmana benzeyince kazanan kim oluyordu?

Düşmana benzeyince kazanan kim oluyordu?

Yüce hedeflere süfli araçlarla ulaşılamayacağını en iyi bazı eski İslamcılar bilmektedirler. Ancak bildikleri bu hakikatler uzun soluklu bir mücadeleyi, sabırla kat edilebilecek meşakkatli bir yolculuğu ve dünyevi nimetlere iltifat etmemeyi gerektiriyordu.

İsa Özçelik / Her Taraf

Aliya’nın “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir” sözü belli bir davanın savunucuları için oldukça özlü ve derinlikli bir uyarı olarak anlaşılmalıdır. Bu veciz sözü Aliya’nın ölüm yıl dönümünde kamuoyu önünde kullananların bu ilkeyi bariz şekilde ihlal ettikleri halde başkalarına nasıl telkinde bulunabildiğini sormadan edemiyor insan.

Hayatta kalabilmek için uyum sağlayabilme yeteneğinin canlıların en önemli özelliklerinden olduğu söylenir.  İnsanoğlunun bu konuda en başarılı tür olduğu zikredilirken, genel olarak insanı insan yapan asli özellikleri materyalistler tarafından göz ardı edilir ya da küçümsenir.

Çocuklarına büyüme çağından itibaren “kendini kimseye ezdirmeyeceksin’’ söylemiyle çıkarcı ve benmerkezci telkinlerde bulunan ebeveynlerin sayısı hiç de az değildir. İnançlı olduğunu söyleyen çoğu kimse de reddettiği batı paradigmasının insan ve toplum anlayışını taklit etmekten geri durmamaktadır. Hobbes’in “İnsan insanın kurdudur’’ anlayışına veya Sosyal Darwinizm’in kötücül yüzüne nefretle baktıklarını söyleyen nice insanın ne yazık ki çocuklarını bunun karşıtı bir felsefeyle yetiştirdiği söylenemez.

Daha yaygın olan toplumsal hastalık ise söylem ve eylem arasındaki tutarsızlıktır. Kendilerine anlatılan yüce değerlerle çelişen tabloları seyrederek büyüyen çocuklarımızdan erdemli bir toplum beklemek mümkün değildir. Kısa insan ömrüne birbirine zıt onlarca eylemi sığdırma becerisini gösterenlerin çoğaldığı bir toplumda kurumsal yapılar da bundan nasibini fazlasıyla alacaktır.

Böyle bir toplumda ‘’Dün dündür bugün bugündür’’,  ‘’Benim memurum işini bilir’’,  ‘’ Tatil bazı insanlara yakışmıyor ama bana yakışıyor’’, ‘’Biz izni verdik.. bana mı sordular?, ‘’ Suriye’ye gittiniz de elinizden mi tuttuk?, “Suriye’de ne işimiz var? ‘’ şeklinde sayısız çelişkili sözü her gün en üst düzeydeki figürlerden işitmek şaşırtıcı bir sonuç olmayacaktır.

Seküler, materyalist dünya görüşünü benimseyenlerin bu çelişkileri masum görülemez olmakla birlikte onların düşünce sistematiğinden kuşatıcı ahlaki değerler ve süreklilik taşıyan erdemli bir toplumsal modelleme beklemek zaten çok tartışmalı bir konudur. Peki, ilahi değerlere inandığını söyleyen, zerre miktar hayrın ve şerrin hesabının sorulacağı ahiret gününe iman edenlere ne diyeceğiz?

Son yıllarda en önemli gündem maddelerinden olan dindarlık, dünyevileşme, Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi alanda gösterdikleri performans meselesinin verimli bir tartışmaya konu olduğu söylenemez. Bahsi geçen bu mevzunun sağlıklı müzakere edilebilmesinin en temel koşulu ülkede uygun bir zemine, sıhhatli bir atmosfere kavuşmaktır.

Bu iklimin oluşmasının birinci öncülüyse tarafların böyle bir ortam inşa etme niyetinin bulunmasıdır. Kuru temennilerle halis niyeti ayırt edici en önemli vasıfsa samimi olabilmektir. Puslu bir havanın hakim olmasında diğer önemli bir husussa müthiş bir kavram kargaşasının sosyo-kültürel hayatımıza hakim olmasıdır. Bazı odaklar bu belirsizlikler üzerinden iktidar alanları ürettiği için kısır döngüye dönüşen müzmin sorunların vuzuha kavuşması daha da zorlaşmaktadır.

Aslında İslami çevreler politika, bürokrasi ve parayla olan ilişkilerinin olumsuz sonuçlarını gördüklerinde, bu durumdan endişe duymaya da başlamışlardı. Son on yıldır kendi aralarında bu rahatsızlıklarını ‘‘mırıltı’’ şeklinde olsa da dile getiriyorlardı. Onları daha yüksek sesle ve cesurca ortaya çıkmaktan alıkoyan faktör zamanla kendilerinin de kurulu düzene bağımlı hale getirilmeleridir. Belki bundan daha etkili diğer bir sebep ise inançlı kesimin kazandığı düşünülen mevzilerin kaybedilme korkusudur. Bu noktada kişisel çıkarlarla dava edebiyatının arasındaki çizgi bulanıklaşırken, kitleler nezdinde hala bu gerilim üzerinden söylem üretmeye devam edilmektedir. Bu retoriğin sürdürülebilir olmasına en büyük katkıyı küresel güçler ve onun yerli uzantıları sağlamaktadır. Tarihi kökenleri güçlü olan bu kirli ittifak, ülke insanının aleyhine olan birçok meselede açıktan iş birliğine girmekten çekinmemiştir. Ortaya çıkan ürkütücü fotoğraf, islami camianın tüm ülke için faydalı olacak özeleştiri hamlesinin önündeki engellerden biri olarak sahnedeki yerini korumaya devam etmektedir.

Son birkaç yıldır İslami camiada sesler daha gür çıkmaya başlamış, bölünmeler yeni yapılanmalara evrilmiştir. Ancak inandırıcılık ve samimiyet sorunu o kadar derinleşmiştir ki eskinin yeni (!) aktörleri hiçbir heyecan uyandıramamıştır. Zira kirlilik, çürüme her yeri kaplamıştır.

Seküler kesimde azıcık samimiyet ve iç tutarlılık olsaydı zaten ülkedeki siyasal tablo çok daha önce farklı bir renge bürünebilirdi. Eğer gelecekte mevcut tabloda bir değişiklik olursa bu asla seküler bloğun bir başarısı değil; milliyetçi muhafazakar bloğun laikçi çevrelerle arasındaki farkın neredeyse yok olması ve küresel hegemonyanın ortaya çıkan bu pozisyona müdahalesi ile olacaktır.

Seküler çevrelerin yaptığı en büyük kurnazlık ortaya çıkan çürümüşlüğü islami geleneğe ihale etme cüretkarlığıdır. Öncelikle şu ayırımı yapmadan başlanacak her türlü değerlendirme eksik ya da art niyetlidir. Türkiye’de islami referansları esas alarak siyaset yapma imkanı yoktur. İslami referanslara göre örgütlenemeyen, ona uygun program hazırlayamayan, inandığı değerleri açık şekilde halka çözüm olarak sunamayan bir hareket, islami hareket olamayacağı gerçeği bir yana İslamcılık dairesinde dahi değerlendirilemez. Bazı dindarların ya da eski İslamcıların (!) bir araya gelerek oluşturdukları politik, sosyal, kültürel yapılanmalar, bu organizasyonların içinde birtakım Müslümanlar olması hasebiyle islamcı statüsüne kavuşmaz. Zaten mevcut siyasal tabloda islami değerlere önem verdiğini söyleyenlerin yoğunlaştığı politik yapılanma kendisini İslamcı olarak değil “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamaktadır.

Zaman zaman muhafazakar kitleyi temsil eden liderlerin en ileri düzeyde İslamcı retoriği kullanması yukarıdaki gerçeklikleri asla değiştirmeyecektir. Zira aynı figürler laiklik, sekülerlik ve batı medeniyeti hakkında da yeri geldiğinde çok ileri söylemleri dile getirmekten çekinmemektedir. Bunları söylerken muhafazakar kitle ya da onun organizasyonu ve liderliğini seküler oluşumlarla eşitlemek gibi bir niyetim yok. Her ne kadar muhafazakar paradigmayı modernizmin bir uzantısı olarak kabul etsek de Türkiye’deki Müslüman aktörler ( özellikle eski İslamcılar) muhafazakar demokrasi modelinden kendilerince İslamcı bir gelecek inşa etme hülyasına (en azından bir dönem) kapılmış gözükmekteler.

Halbuki yüce hedeflere süfli araçlarla ulaşılamayacağını en iyi bu eski İslamcılar bilmektedirler. Ancak bildikleri bu hakikatler uzun soluklu bir mücadeleyi, sabırla kat edilebilecek meşakkatli bir yolculuğu ve dünyevi nimetlere iltifat etmemeyi gerektiriyordu. Bu fedakarlıklar yerine getirilmiş olsa bile birilerince başarı diye pazarlanan sonuçlar da garanti edilemezdi. Oysa bahsedilen aktörler artık tecrübe kazanmış, bilgi birikimleri artmış, dünyayı az çok tanımış kadrolar olarak sistem içi oyunlarla zafer elde edebileceklerine ikna olmuşlardı.

Gelinen noktada hatırı sayılır miktarda kişisel zafer elde edenler, koltuk kapıp kasa dolduranlar, kendi küçük krallıklarını kuranlar olmakla birlikte, yola çıkarken savunulan adalet, kardeşlik, aile kurumunun korunması, ahlaki değerlerin kök salması, yolsuzluğun önüne geçilip ehliyet ve liyakatin esas alınması, eğitimde niteliğin artırılması, dindar nesil yetiştirilmesi gibi çok sayıda hedefin oldukça uzağında kalındığı inkar edilemez gözükmektedir.

Bunları söylerken gerek uluslararası alanda gerekse yurt içinde mevcut muhafazakar kadroların çok esaslı icraatlara imza attığını, muhaliflerinin hayal bile edemeyeceği projeleri hayata geçirdiğini şu anki yıpranmış haliyle bile diğerlerinden daha iyi bir performans gösterdiğini inkar ediyor değilim. Ancak bu tür avuntularla içinden geçilen sürecin sürdürülemeyeceğini birçok kişi gibi ben de gözlemlemekteyim.

İslami duruş üzerinden ülke sorunları hakkında sözünü ifade etmek isteyenler birkaç yönden baskı altına alınarak kimliksizleştirilmeye çalışılmaktadır. Liberal, sol, seküler cephe, islami camiada özgün bir dille yapılan muhafazakar milliyetçi blok eleştirilerinden çok hoşnut gözükmemektedir. Zira islami duruş aynı zamanda laikçi cephenin çelişkilerini ve ihanete varan kirli söylem ve ilişki ağını da deşifre etmektedir. Onlar ancak kompleks sahibi, kendilerine yamanmaya çalışan, adalet peşinde koşuyorum diye kendi camiasına ve geçmişine hakkaniyete sığmayan saldırı yapanlardan memnun kalmaktadırlar.

Liberal, sol, kemalist, ulusalcı aydınlar ortak paydaları olan sekülarizm odaklı temel konularda çok büyük oranda ortak refleksler verirken benzer tavrı İslami camia kendi temel meselelerinde gösterdiğinde çirkef bir dile sarılmaktan geri durmamaktadırlar.

Zülfü Livaneli’nin Duvar Gazetesi’ne verdiği mülakat bu konuda ibretle okunması gereken acınası bir yazı ve aynı zamanda bir suç itirafı olarak incelenmeyi beklemektedir.

Baykal’ın islami çevrelere karşı kullandığı laikçi keskin dil Livaneli’yi tatmin etmemiş gözükmektedir. Baykal’ı Alevi, Kürt ve ezilenler düşmanı diye tanımlarken aslında onun yeteri kadar neden Sünnilik düşmanlığı yapmadığını, bu toprakların değerlerinden kesin bir kopuşu temsil eden PKK çizgisine neden açık çek yazmadığını ya da emperyalizmin amaçlarını gerçekleştirmede neden düşük performans gösterdiğini sorgulayıp bilinçaltını dışa vurmaktadır.

Marksist bir gelenekten geldiğini söyleyen Livaneli, sol olarak kabul etmediği partilerde geçmişte görev almasını ikna edici olmayan argümanlarla gerekçelendirirken kendisini konumlandırdığı aydın, sanatçı kimliğine yakışmayan ucuz politik manevralara devam etmektedir.

Öyle ki hiçbir ilkesel temele dayanmayan eski bir ülkücü kişinin Ankara’da, bırakın Marksizm gibi keskin bir ideolojiyi, düşünce, fikir ve ilkeye dair en ufak bir ünsiyeti olmayan  ve rahatlıkla sağ bir partiden aday olabilecek birisinin de İstanbul’da seçimleri kazanmasını heyecanla bir zafer olarak yorumlayan Livaneli, kadim düşmanı milliyetçi partiden kopan ve Atlantik ötesinin etkisinde olduğu söylenen bir partinin liderine de kutsal ittifak adına güzellemeler yapmaktan geri durmamaktadır.

Bu örneği vermekteki niyetim sözde marksist, aydın ve sanatçı kimliğini taşıyan birinin güncel politik gelişmelere karşı hiçbir ilke gözetmeden, yalnızca bu toprakların temel değerlerinin geriletilmesi adına her türlü saldırı ve ittifakı zorunlu bir görev olarak ifa edebilmesidir ki; bu cenah hangi cesaretle islamcılardan fütursuzca kendi camiasına saldırmasını ve kendilerinin manipülasyonuna uğrayan bir alete dönüşmesini bekleyebilmektedir.

Evet, islami duruş seküler şebekelerin bu tuzağına düşmeyeceği ve örgütlü laikçi trollere prim vermeyeceği gibi adaletin ve hakikatin şahitliğini de yapmayı sürdürmek zorundadır. Böyle bir tavırda ısrar ettiğinde ise bu sefer karşısında muhafazakar milliyetçi trolleri bulmaktadır. En ufak aykırı sesi ötekileştiren ve hainlikle suçlayan bu cenah kendileri fitne ve fücurun kaynağı oldukları halde, hiçbir çıkar gözetmeden yapılan adalet merkezli uyarıları manipüle ederek en saygın kişileri bile şeytanlaştırmakta bir beis görmemektedirler. Medyasıyla, sözde yazarlarıyla, gezicilere benzeyen gençlik kurumlarıyla laikçi bir dil, üslup ve bel altı vuruşlar ne yazık ki muhafazakar çevreler tarafından da içselleştirilmektedir.

Aslında karşımızda her yönüyle yozlaşmış, çürümüş bir sistem vardı. Bu bataklıkta umut olan yegane seçenek islamcılardı. Statüko, kolunu kanadını kırdığı kuşa çevirdiği islamcıları bu halde dahi kendi kimlikleri ile sisteme dahil etmedi. Kişisel dindarlığını sınırlı bir şekilde uygulama cevazıyla sisteme entegre edilip asimile edilen Müslümanların günahlarının faturası ise İslamcılığa kesildi.

Muhafazakarların ürettiği tüm maddi imkanlardan en çok yine bu seküler çevreler nemalanırken, ahlaki ve kültürel olarak maksimum zararı görenler Müslümanlar oldu.

Bir muhasebe yapılsa kazanan kim oldu? Sekülerlerin, kemalistlerin bağırıp çağırmaları ve hayat tarzlarının tehdit altında olduğuna dair iddialarının en küçük bir inandırıcılığı olabilir mi?

Temiz, dürüst, fedakar, helal lokma peşinde koşan, israftan uzak duran, çağdaş paganizme meydan okuyan, farklı bir dünya mümkündür diyen, aileyi toplumun teminatı olarak gören, bireyciliğe prim vermeyen, dünyevileşmeyecek kadar ölümü anan ve ahireti düşünen Müslüman aktörleri kendine benzeten bu kokuşmuş düzen ve onun temsilcileri dıştan mızmızlanıyor gözükse de içten içe attıkları sevinç çığlıkları kulaklarımızı uğuldatıyor.

Belki de tek dertleri önceden parya olarak gördükleri bu insanlarla pastayı paylaşmak zorunda kalmalarıdır.

“Dünya beşten büyük” sözü her şeye rağmen kulağa hoş gelebilir. Bunun anlamlı olabilmesi için Türkiye’nin, önceden ve şimdi içimizde örgütlenen beşli çetelerden büyük olduğunun ortaya konması gerekmektedir.

“Ömerler arıyorum” çığlığı kıyamete kadar sürecek kutlu bir çaba olacaktır. Ancak Ömer arayanlar elindeki kırbacı gerektiğinde kendi oğluna vurduklarında bu nida semalarda yankı bulacaktır. Kendi oğluna gözünü kırpmadan hak ettiği cezayı verenlerin adalet kılıcı kudretli vali Amr bin El-As’a ecel terleri döktürdüğü gibi, kendini kudretli zanneden generallerden iş adamlarına, bürokratlardan politikacılara, aşiretlerden mafyaya her türlü haksız güç devşirenlerin saltanatını yerle bir edecektir.

İşte o vakit dünya gerçekten beşten büyük olacaktır.

Ömerler aramak bedel ödemeyi gerektirmektedir. Zulmün karanlığında parlayan Ömer bin Abdülaziz’i hatırlayalım. O Ömer ki çoğu kimsenin peşinden koştuğu her türlü dünyevi nimetin içinde yaşarken, adaletin timsali Hz. Ömer bin Hattab’ın yoluna ram oldu. Ancak bu sefer tehlike dışarıdaki düşmanlarından ya da içerdeki muhaliflerinden gelmeyecekti. Tehlike, kamu malını akrabalarına peşkeş çekmek bir yana, onların geçmişteki haksız kazançlarını da ellerinden alıp halka dağıttığı için en yakınlarından gelecek ve şehit edilecekti.

Kendi ailesine, dava arkadaşlarına adaletin gücünü hissettiremeyenler, yalnız adaletle ayakta durabilecek devlet mekanizmasında sürekli kalabilmek için farklı seçenekleri tercih etmek zorunda kalacaklardır. Bu tercihler, bırakın benzeşmeyi yan yana gelmek istemediğiniz kirli aktörlerle iş tutmayı size dayattığında, dalkavuklar bu vaziyeti meşrulaştırmakta hiç de gecikmeyeceklerdir.

Meselenin çok boyutlu olduğunun ve an itibarıyla iç dinamikleri çoktan aştığının, postmodernizmin p(h)içliğinin tüm savunma duvarlarını etkisizleştirdiğinin ve önümüzdeki dönemlerde içerideki kısır, anlamsız çıkar kavgalarının bir öneminin kalmayacağının farkındayım.

Ancak geçmişi ve geleceği aynı anda yaşadığımızın ve yaşayacağımızın da farkındayım.

Tarihi bir dönüm noktası olabilecek 15 Temmuz’un yıl dönümünün yaklaştığı bu günlerde iktidar mensupları hakiki bir özeleştiri yapabilirler mi kuşkulu ancak İslami camianın topyekün bir silkelenme sürecinden geçerek hakikat, adalet, ahlak ve kardeşlik merkezli bir süreç başlatıp, temiz kalmak isteyen çevreleri harekete geçirmesi tarihi bir sorumluluk olarak karşısında durmaktadır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *