‘Biz kendi meselemizin, inancımızın, yaşam kavrayışımızın peşinden koşmalıyız’

‘Biz kendi meselemizin, inancımızın, yaşam kavrayışımızın peşinden koşmalıyız’

“Şimdi gençlerde gördüğüm umutsuzluk hatta boş vermişlik ve vurdumduymazlık tam da sistemin bizi içine düşürmeye çalıştığı ruh halleridir. Öyle ki bu şekilde tahakküm ve baskı artacak, köleleştirme süreci kesintiye uğramayacaktır.”

Ölü ya da diri şairler, yazarlar, düşünürler durmaksızın konuşurlar

Osman Çakmakçı / Karar

Eğer kulak kesilirsek onları duyarız. Onların mırıltılarını ya da canhıraş çığlıklarını duyacak kulaklara sahip olmamız gerekir. Hayatta bulunmayan hiçbir yazar ölü değildir, okundukları sürece canlıdırlar. Ölmelerinin tek yolu artık okunmuyor olmaları ya da tarihin karmaşasında sesini duyuramamaları ya da unutulmuş olmalarıdır. Aksi takdirde tarihin başlangıcından bu yana yazmış olan bütün yazarlar eşzamanlı olarak hayattadırlar ve oluşturdukları topluluk içinde konuşmayı sürdürürler. Hem de aynı anda, bütün çağlarda. Diyelim Baudelaire ya da şiiri kökünden söküp yatağını değiştiren Rimbaud hâlâ konuşuyor. Keza Homeros, Shakespeare ya da Platon hâlâ konuşmaya, bize bir şeyler anlatmaya devam ediyorlar. Biz onları okuduğumuz sürece konuşmaya devam edecekler. Hatta öyle ki okumasak dahi onlar kendi kendilerine konuşmaya devam eder, ta ki bir gün biri onları duyana kadar. Asla susmazlar. Hatta, öyle ki, onlar birbirleriyle de konuşur, tartışırlar. Şimdi ve ebediyen.

Tabii, dedim ya, bu konuşmaları, sesleri duyabilmek için keskin bir kulağa sahip olmak gerekir. Hatta bu da yetmez, bir de kendi meselenizin olması gerekir. Kendi meseleniz dediğim, dünya, insan, sonsuzluk, anlam, yaşam, ölüm, zaman vs. hakkında takıldığınız bir yer, kafanızı karıştıran bir muamma, cevabını yana yakıla aradığınız sorularınızın olması gerekir ki, kime kulak kesileceğinizi bilin. Yoksa sesler birbirine karışır, bir kakofoni olmaktan öteye gidemez. Bütün bunları herkes için söylediğim gibi özellikle sanatçılarla şair yazarlara söylüyorum. Meselesi olmayan aramaz ve tabii ki dinlemez, kulak vermez ve elbette duyamaz. Demek ki sadece çağdaş/güncel seslere değil, o seslerin berisinde olan başka seslere, temele ilişkin seslere de kulak vermek gerekir. Kimse bir şair için kolayca kestirmeden “o eski” diyemez. Eğer o hâlâ bugüne dair anlamlı bir şeyler söylüyorsa hâlâ yaşamaktadır ve biz hâlâ ona karşı sorumluyuzdur, hesap verme konumundayızdır. Yüzyıllar ötesinden bizimle konuşmaya değen kişiler var olmaya devam etmektedir.

İnsanın kendi macerasından bahsetmesi biraz kendini beğenmişlik olabilir, ama başka bir açıdan bakılınca da alçakgönüllülüktür. Çünkü herkes sadece kendi yaşantıları sonucunda elde ettiği bilgi ve deneyimlere dayanarak konuşur ve konuşabilir. Bir başkası adına konuşmak veya genellemektir asıl ukalalık olan. Bu nedenle ben hemen şunu söyleyeceğim. Benim edebiyat ve şiiri maceramın temelinde iki isim vardır: Biri her ne olursa olsun ve her koşul altında insanı sevmeyi Sait Faik’ten, şiirde aşırılığı ve gidilmemiş yerlere gitme cesaretini Arthur Rimbaud’dan öğrendim. Bu bakımdan kendimi şanslı sayıyor ve edebiyata, düşünmeye doğru kapıdan girdiğimi düşünüyorum. Bu iki isimle hâlâ bire bir konuşuyor, tartışmaya devam ediyorum. Rimbaud ile ise hâlâ hesaplaşıyor, onu anlamaya çalışıyorum. Bu hesaplaşmayı ancak onun hakkında kapsamlı bir yazı yazarak kapatabileceğim sanırım. Bir de bir düşünür var ki şefkati, hiçliği, çaba göstermeyi ve hayatı sevmeyi, hayatı savunmayı ondan öğrendim. Bu düşünür Nietzsche’dir. Çoğunluk tarafından ‘yıkıcı’ bir düşünür olarak değerlendirilen Nietzsche aslında hayatı savunan, hayatı olumlayan, doğruyu inşa etmek için yanlış olanı yıkıp yerle bir etme cesareti gösteren, naif ve hatta aşırı duyarlı biridir. Onunla olan sohbetlerim beni daima ayakta tutmuştur ve direnmemi sağlamıştır. Neye direnmemi: Umutsuzluğa, saçmalığa, tarihin boşunalığına ve aptallığa.

Şimdi bütün bunları niye yazdım? Şunun için: Bugünkü şairler, yazarlar, entelektüeller bırakalım geçmişle konuşmayı, bugün ile bile konuşmuyorlar. Özellikle şairler sanki bu çağda değil de bilmediğimiz başka bir çağda yaşıyorlarmış gibi, bugünden ve bugünü hazırlayan dünden bihaberler. Yeterince çalışmıyorlar, emek harcamıyorlar, yaptım oldu diyorlar. Onlar neyse de, hadi çağımızın hastalığı diyelim buna, birileri çıkıp da buna karşı hiçbir şey demiyor. Neden? Çünkü onlar da yeterince donanımlı olmadıkları gibi kendilerine ait bir meseleleri yok. Şunu unutmamalı: Şiir şakaya gelmez, kolaycılığa gelmez, öyle ki mutlaka bir gün bunun bedelini ödetir. Özellikle şiir kendi ahlakına aykırı davranan şairi affetmez. Onu varoluşun dipsiz karanlığına er geç yollar.

Bir de şu var tabii: Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki burada hiçbir şey birikmiyor. Her şey anında buharlaşıyor, çöküyor ve sanki hiç var olmamış gibi yokluğa karışıyor. Bu ülke öyle bir ülke ki hiçbir şeye değer vermiyor; kültür, düşünce, ahlak, sağduyu, dostluk, dürüstlük hak getire. Burada filizlenen aykırı bir çiçek anında ezilip yok ediliyor. Her şey vasatlığa çekiliyor. Yaratıcılıktan nefret ediliyor, ortalamanın dışında yeni bir şey mi söylendi hemen karalanıyor ve yok ediliyor. Kabul görmüş düşünceler alkışlarla karşılanırken en ufak bir itiraz ya da diklenme hakaretlere, yobaz tavırlarla boğuluyor. Bu durumda inat edecek yeterince inanca sahip olmayanlar pes edip vazgeçiyor ve koyu bir umutsuzluğa kapılarak hayatını heba ediyor. Şunu söyleyeyim: Ben asla pes etmem. Ve yedi canlı gibi sürekli dirilirim.

Dönelim gençlere: Biz taltif edilmek ya da ödüllere boğulmak için yazmaya başlamadık. Kimse bizden yazmamızı ya da düşünmemizi istemedi. Buna biz karar verip bunu kendimize iş edindik. Dolayısıyla taltif edilmemiz ya da edilmememiz bizi ilgilendirmez. Biz kendi meselemizin, inancımızın, yaşam kavrayışımızın peşinden koşuyoruz, koşmalıyız. Zaten eğer sistem tarafından ödüllendiriliyorsanız burada bir sorun var demektir: Bu tehlikesizsiniz anlamına gelir. Ev kedileri gibi başınızı okşarlar ve mamanızı verirler; onu da yeteri kadar. Ölmeyeceğiniz kadar. Zaten sistem de hepimizi köleleştirmeye çalışıyor. Şimdi gençlerde gördüğüm umutsuzluk hatta boş vermişlik ve vurdumduymazlık tam da sistemin bizi içine düşürmeye çalıştığı ruh halleridir. Öyle ki bu şekilde tahakküm ve baskı artacak, köleleştirme süreci kesintiye uğramayacaktır. Demek ki şimdi her zamankinden daha fazla direnmeye ve umutlu olmaya gerek vardır. Kime ya da neye karşı: Yönetenlere ve neoliberal kapitalist düzene karşı. İnsanlığı köleleştirmeye çalışan kapitalist zenginlere karşı. İnanın şimdi suyu, denizi, dereleri, havayı, toprağı, ağaçları, rüzgârları savunmak hayatı ve insanlığı savunmaktır. Yazmak en büyük direniştir. Bu yüzden asla vazgeçmemeli ve geçmiş, bugün ya da gelecek herkesle konuşmalıyız, konuşarak yeni bir dünya inşa etmemiz gerekiyor. Yoksa insan, şaka yapmıyorum, yok olacak. Belki şiirin bu kadar tıkanmış olması da bunun göstergesidir. Bunu aşmanın en gerçek yolu konuşmak, ısrarla konuşmaya devam etmektir. Şiir kökeninde konuşma talebidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *