“ABD’nin dönüşü” ve “AB’nin geleceği”

“ABD’nin dönüşü” ve “AB’nin geleceği”

ABD’nin, Paris ve Berlin’de zayıflayan liderlikleri bypass ederek, AB içerisinden parçalar koparması, ya da AB içerisindeki inisiyatifleri farklı kimlikler altında yeni yapılanmalara yönlendirmesi güç olmayacak…

Mehmet A. Kancı/AA

ABD Başkanı Joe Biden’ın göreve geldiğinde ilan ettiği hedeflerin başında Atlantik Okyanusu’nun iki yakasındaki işbirliğini yeniden inşa etmek vardı. 9-16 Haziran arasında İngiltere, Belçika ve İsviçre’yi kapsayan gezisi bu sözün görsel şova dönüşmesiydi. İngiltere Brexit sonrası pozisyonunu tahkim ederken, G7 ülkeleri yeni rotalarını çizdi: NATO, Çin ve Rusya’yı hedef alacak yeni görevlerle donandı; ABD ile AB arasında ticaret ve teknoloji işbirliğine yeni bir soluk getirildi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de bu şovun kötü karakteri olarak gözdağının hedefiydi. Biden’ın şovunu takiben 24-25 Haziran tarihlerinde düzenlenen Avrupa Birliği (AB) Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesinden beklentiler yüksekti. Ancak sonuç bir “dağ fare doğurdu” vakasıydı. Zirve, Almanya Başbakanı Angela Merkel için sönük ve tatsız bir jübile, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron için ise iktidarının batan güneşi öncesindeki son demleriydi.

2008 Küresel Ekonomik Krizi sürecinde AB’nin güney ve kuzey cephesi arasında başlayan ayrışmanın, farklı konu başlıklarıyla yeni cephelere yayıldığı görülüyor. Türkiye ile ilişkilerin geleceği, Rusya ile ilişkilerin ne şekilde düzenleneceği, Birliğin savunma ve güvenlik kimliğinin nasıl şekilleneceği, Macaristan ve Çekya’nın cinsel azınlıklar konusunda AB’nin çizgisine aykırı tavırları bir çığ misali Birlik içerisindeki sorunlar yumağını büyütüyor. Fransa-Almanya-İtalya üçlüsünün kendi iç siyasi istikrarsızlıkları ve yaklaşan seçimlerin taşıdığı belirsizlikler de Brüksel’in gelecek vizyonunda çizmek istediği rotayı çetrefilli hale getiriyor.

1991’de SSCB çözülürken eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin başını çektiği kimi stratejistler, ABD’nin karşısına çıkacak ve rekabet edecek güçler olarak AB ve Japonya’yı işaret etmekteydiler. Aradan geçen 30 yılda bu iki güç yükselmek bir yana, Rusya, Çin ve Hindistan karşısında ABD yanlarında olmadan parmaklarını kıpırdatamayacak hale geldiler.

Merkel’den sonra AB var mı?

Son AB Zirvesi’nin etkisizliğini belirleyen iki başlık olarak; Türkiye’nin pozitif gündeminin karşılık bulmaması ve Fransa-Almanya ikilisinin Rusya Devlet Başkanı Putin’in katılacağı bir Rusya-AB Zirvesi düzenleme girişiminin Baltık ülkeleri ve Polonya tarafından püskürtülmesi oldu. Eylül ayındaki genel seçim öncesi başbakanlıktaki son günlerini geçiren Merkel ile Mayıs 2022’de Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminden ne sonuç elde edeceği belli olmayan Macron’un, üye ülkeler üzerinde hükümlerinin kalmadığı anlaşıldı. İlk Soğuk Savaş’ın sona ermesini takiben Helmut Kohl-Gerhard Schröder-Angela Merkel üçlüsünün ülkelerinde inşa ettikleri istikrar AB’nin de istikrarını temsil ediyordu. Birliğin lokomotif gücü kabul edilen Almanya’da, Eylül ayından sonra 16 yıllık Merkel iktidarının gücünü sürdürebilecek bir liderliğin doğup doğmayacağı meçhul. Hristiyan Birlik (CDU/CSU) partilerinin Armin Laschet genel başkanlığında siyaset sahnesindeki liderliği sürüyor görünse de, Laschet’in Merkel’in yerini doldurması şu an itibarıyla mümkün görünmüyor. Kamuoyu yoklamalarında inişli-çıkışlı bir grafik izleyen Yeşiller Partisi de seçimden ilk sırada çıkma ihtimalini koruyor. Yeşiller birinci parti olmasalar dahi, yer alacakları koalisyon hükümetinin AB içerisindeki ayrışmaları daha da keskinleştirecek fikirleri gündeme getirmesi yüksek bir ihtimal. AB’nin Almanya’dan sonraki ikinci başat gücü kabul edilen Fransa’daki iç siyasi manzara ise Haziran ayında düzenlenen iki turlu yerel seçimlerdeki sonuçlarla, ülkenin kaosa sürüklenmekte olduğunu gösterdi.

Mayıs ayındaki seçimin en güçlü iki adayı olarak işaret edilen Macron ve Ulusal Cephe (FN) lideri Marine Le Pen’in partileri yerel seçimlerde hezimet yaşadı. Macron’un lideri olduğu Cumhuriyet Yürüyüşü Hareketi (LREM), Le Figaro gazetesinin tabiriyle seçimlerde “hayalet parti” oldu. LREM hiçbir büyük şehirde kazanamadı. Merkez sol ve merkez sağ partilerin Macron ve Le Pen ikilisini oyun dışı bırakmak için kurdukları ittifakların başarısı ortaya öngörülemez sonuçlar çıkardı. Benzer bir ittifakın cumhurbaşkanlığı seçiminde tekrarlanması halinde Mayıs ayında Fransa, siyasi iklimi kökten değiştirecek gelişmelere gebe olacak. Yerel seçimlerin her iki turunda sandığa gitmeyen seçmenlerin oranının yüzde 60’ı bulması, 18-34 yaş grubundaki seçmenlerin yüzde 80’inin sandığa gitmemesi ise Fransa’nın geleceği açısından bir başka soru işareti. İstatistikler, Fransız seçmenlerin, siyaset mekanizmasının bugünkü karakteriyle derin bir fikri ve duygusal kopuş yaşadığını ortaya koyuyor. Bu şartlar altında seçilecek bir cumhurbaşkanının AB politikalarında ne kadar hakimiyet sağlayabileceği, Brüksel’deki muhatapları tarafından ne denli ciddiye alınacağı da Birliğin geleceği açısından diğer potansiyel belirsizlikler.

2022 yılında Almanya ve Fransa kaynaklı istikrarsızlıklar nedeniyle bataklığa saplanmaya doğru giden Avrupa Birliği bu şartlarda nasıl vizyon üretecek? 1962 yılında güvenlik algısı Atlantik Okyanusu’ndan Ural Dağları’na kadar bir alanla sınırlı olan AB’nin bugün Vancouver’den Vladivostok’a kadar Kuzey Kutup Dairesi, Kuzey Afrika, Akdeniz, siber uzay, Ay ve hatta Mars için güvenlik politikası üretecek kapasitesi olacak mı? Yoksa Avrupa kıtası 60 yıl sonra ABD-Rusya-Çin üçlüsü arasında gelişmekte olan İkinci Soğuk Savaş’ın savaş meydanı ya da pazarı haline gelmekle mi yetinecek? Bugün savunma, enerji, dijital iletişim teknolojileri ve ticaret alanlarında çekişme bölgesi haline gelen Avrupa, 1991’de hayali kurulan başat güce evrilmesini sağlayacak çıkış yolunu bulabilecek mi? Yalnızca bu soruların cevaplarının verilmesinin güçlüğü bile İngiltere’nin Brexit’i tercih ederek, ABD ile inşa etmeye başladığı Anglo-Sakson ittifakın varlık sebebini anlamamıza yetiyor.

Gidişat “EUxit”e doğru mu?

AB’de giderek gün yüzüne çıkan bölgesel farklılıklar, jeopolitik tercihlerdeki çelişkilerle de birleşince “yeni bir Fransa-Almanya savaşını engellemek için tasarlanan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu”nun son kullanım tarihinin geldiğini gösteriyor. Doğu-Orta-Batı Avrupa arasındaki hedeflerin farklılığı, Balkan ülkelerinin birlik standartlarını tutturmada sergiledikleri isteksizlik, kuzey ve güney ülkeleri arasında ekonomi politikaları konusundaki uzlaşmaz ayrılıklar AB içindeki fay hatlarını derinleştirmeye doğru gidiyor. Yakın gelecekte Almanya ve Fransa’daki siyaset iklimlerinin, Birliğin tutkalı olacak türde, Helmut Kohl ve François Mitterrand kalibresinde liderler çıkarma ihtimali de görünmüyor. İkinci Soğuk Savaş’a da hazırlıksız yakalandığı anlaşılan AB için en pratik ve düşük maliyetli çözüm, İngiltere ve ABD’nin yürürlüğe soktuğu “Yeni Atlantik Anlaşması” ile NATO’nun 2030 vizyonu şemsiyesi altına sığınmak. Almanya ve Fransa’nın bu denli güçsüz siyasi liderler ile politikalarını geçmişte olduğu gibi AB’ye dikte ettirme teşebbüsleri, Birinci Soğuk Savaş’ın bitimiyle genişleyen Birliğin varlık sebebini noktalayabilir. Rusya’ya karşı ihtiyaç duydukları savunma, enerji ve ekonomik güvenlik kaynaklarını NATO ile ABD-İngiltere ikilisinden temin edebilecek Polonya ile Baltık ülkeleri zincirin en zayıf halkaları olarak İngiltere’nin yolunu izleyebilirler.

Avrupa’da bölgesel ittifaklar: Üç Deniz İnisiyatifi

Temeli 2015 yılında Polonya ve Hırvatistan tarafından atılan “Üç Deniz İnisiyatifi” ya da diğer adıyla “Baltık-Adriyatik-Karadeniz İnisiyatifi”, Estonya’dan Bulgaristan’a 12 ülkeyi kapsayan kuzey-güney ekseninde bir hat oluşturuyor. 2017 yılında ABD’nin de ilgisine mahzar olan girişim Varşova’daki ikinci toplantısını eski ABD Başkanı Donald Trump’ın katılımıyla gerçekleştirmişti. O tarihten bu yana ABD Enerji ve Dışişleri Bakanları bu yapılanmanın zirvelerine katılımı aksatmıyor. Her ne kadar AB içerisinde enerji odaklı bir yapılanma görüntüsü verse de “Üç Deniz İnisiyatifi”nin harita üzerindeki konumu bugün ABD’ye “İkinci Soğuk Savaş” için Rusya’ya karşı ihtiyacı olan “ideal savunma hattını” ya da “duvarı” temin ediyor. Bugünkü AB topraklarının yüzde 29’una ve nüfusunun yüzde 25’ine ev sahipliği yapan bu “duvar”, ABD’ye Almanya ve Fransa olmadan ihtiyaç duyduğu manevra imkanını sağlayabilir. Üç Deniz İnisiyatifi’ni oluşturan 12 ülkeden altısı eski Varşova Paktı üyeleri, üçü eski SSCB cumhuriyeti ikisi eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin parçaları. Birinci Soğuk Savaş boyunca tarafsız kalan Avusturya ise, 2019’daki “İbiza Skandalı”nın ardından ülke siyasetinde Rusya ile işbirliği yapan unsurları temizleyerek ABD ile ilişkilerini geliştirmeye yöneldi. Özetle ifade etmek gerekirse, yapının tamamına yakını Rusya’ya tarihi hasımlıkları olan ülkelerden müteşekkil. Bu şartlar altında ABD’nin, Paris ve Berlin’de zayıflayan liderlikleri bypass ederek, AB içerisinden parçalar koparması, ya da AB içerisindeki inisiyatifleri farklı kimlikler altında yeni yapılanmalara yönlendirmesi güç olmayacaktır.

2022’de tünelin ucundaki ışık trenin ışığı mı?

Eylül ayında Almanya’da düzenlenecek seçimle birlikte AB’yi karanlık bir tünelin girişi bekliyor. 2022 yılı sonunda bu tünelin ucunda görünen ışığın, tünelin çıkışı mı yoksa Birliğin üzerine gelmekte olan tren mi olduğu anlaşılacak. İkinci Soğuk Savaş’ın henüz öngörülemeyen sonuçlarının jeopolitik haritada yapacağı ilk değişikleri AB’de görebiliriz. Soğuk Savaş’ın bu kez iki cepheli olarak devam etmesi halinde, ilkinin finalinde Almanya’yı Avrupa-Asya coğrafyasının merkezine oturmak maksadıyla gündeme getirilen AB projesinin ömrünün nihayete ereceği sonucuna varılabilir.

[Gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *