Bundan iki buçuk yıl önce siyonist parlamentosunda ‘Yahudi Ulus Devlet’ adı verilen temel yasası kabul edilmişti. Yasa, İsrail’in bir ‘apartheid rejimi’ olduğunu tescilliyordu.
Deniz Baran/AA (26/07/2018)
İsrail parlamentosu Knesset’in üyeleri 18-19 Temmuz (2018) tarihlerinde gerçekleştirdikleri uzun ve tartışmalı oturumların neticesinde, 55 oya karşı 62 oyla, “Ulusal Yasa” adı verilen ve ilgasının yahut değiştirilmesinin daha zor olması, diğer yasalara rehberlik eden anayasavari bir konumda bulunması ve olağanüstü hâl durumlarından etkilenmemesi sebebiyle standart yasaların üstünde bir konuma sahip olan bir “temel yasa”yı kabul etti. İsrail’i Yahudi halkının anavatanı olarak tarif eden bu temel yasa, Knesset’ten geçer geçmez içerdiği hükümler sebebiyle büyük tartışmalara sebep oldu.
İlk maddesinde İsrail’i Yahudi halkının anavatanı ve bu “vatan” üzerinde kendi geleceğini tayin hakkını haiz tek halkı Yahudi halkı olarak niteleyen temel yasa ülke bayrağı, kullanılan semboller, resmi dil gibi konularda aynı doğrultuda kaleme alınmış hükümlerle devam ediyor ve 3. maddesinde ise Kudüs’ün İsrail’in bölünmez başkenti olduğunu ilân ediyor. 5. maddede İsrail’in tüm dünyadaki Yahudilerin göçüne açık olduğu belirtilirken, bir sonraki maddede de Yahudi diasporası ile kurulacak yakın ilişkilere dair hükümler yer alıyor. Tartışmaları alevlendiren bir diğer madde olan 7. maddede ise Yahudi yerleşimlerini genişletmenin milli bir değer olarak görüldüğünü ve bu gelişmenin teşvik edileceğini belirtiliyor.
Tüm bu hükümlerin ortaya çıkardığı tablo, geçmişte de İsrail’in bazı uygulamaları sebebiyle dillendirilen, İsrail’in bir “apartheid” rejimine dönüştüğü argümanının yeniden kuvvetli bir şekilde gündeme gelmesine yol açtı. Birçoklarına göre, ülkedeki nüfusun beşte birine tekabül eden Yahudi olmayan Arapların temel yasa seviyesinde ikinci sınıf vatandaş hâline getirilmesi anlamına gelen bu hükümler, İsrail’in bir apartheid rejimi olduğunu tescil ediyor. Daha önceden da Arap nüfusa karşı ayrımcılık anlamına gelebilecek gayrimenkul, arazi ve vatandaşlık hukuku gibi farklı alanlardaki düzenlemelerde rastlanan apartheid uygulamaların, bu temel yasayla birlikte, artık bir hukuki çatı altında kurumsallaştığı söylenebilir.
Doğrusu, Arapların asırlardır yaşadıkları topraklar üzerinde sonradan zorla kurulmuş bir yönetim tarafından resmi olarak ikinci sınıf vatandaş statüsüne indirilmesi ve sistematik şekilde on yıllardır varlığını sürdüren ayrımcı ve ırkçı yasaların bu temel yasayla birlikte daha önce hiç olmadığı kadar net bir şekilde yasal zemine taşınması karşısında, İsrail’in bir apartheid rejimine dönüştüğü söylemi hiç de zayıf durmuyor. Kağıt üstünde dahi olsa vatandaşlara karşı eşit muameleye dayanan demokratik bir devlet olunduğu iddiasından vazgeçilip temel hakların ve “devlet künyesinin” tamamen nüfusun içerisindeki tek bir dini-etnik grup esas alınarak tanımlanması, Boycott, Divestment and Sanctions (Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar/BDS) hareketinin kurucularından Filistinli insan hakları aktivisti Ömer Barghouti’nin “Bu temel yasa, İsrail’in demokrasi maskesini çıkarıp kendisinin bir apartheid devleti olduğunu ilân etmesidir” tespitini destekliyor.
Peki, mevzubahis temel yasanın İsrail’in bir apartheid devleti olduğunu tescil etmek anlamına geldiği tezinin dayanağı nedir? Bunun cevabını uluslararası hukuk düzleminde vermeye çalışacağız. Ancak bu cevaba geçmeden önce kısaca “apartheid devleti/rejimi” tabirinin neyi ifade ettiğini kısaca hatırlamak faydalı olacaktır.
“Apartheid” Hollandaca “ayırmak” anlamına gelen “apart” kelimesine getirilen “durum, hal, mevki” anlamındaki “-heid” sonekiyle oluşan, ayırma/ayrımcılık durumunu niteleyen bir kelime. Bu kelime, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948-1997 yılları arasında yönetimi elinde tutan Avrupa kökenli azınlık bir kesim tarafından, çoğunluktaki otokton (yerli) Afrikalı nüfusun, kendileriyle eşit haklara sahip vatandaşlar olarak görülmemesi ve sistematik ayrımcılığa maruz bırakılması durumunu anlatmak üzere ortaya çıkmıştı.
Esas olarak Güney Afrika’ya has bir durumu ifade eden bu terim, kavramın tarihsel kullanımı çerçevesinde, ırkçılık temeline dayanan sistematik ve kurumsal ayrımcılığı niteler bir şekilde kullanılmaya başlanmıştı. Fakat aşağıda göreceğimiz üzere bu terim, uluslararası hukuk düzleminde, Güney Afrika tecrübesini aşıp farklı zaman ve mekânlarda ortaya çıkabilecek genel bir suçu niteler hâline geldi.
Apartheid tecrübesine karşı uluslararası hukuk
Apartheid rejiminin Güney Afrika’da binlerce insanın hayatına mâl olan zalim ve ırkçı yönetim tecrübesiyle birlikte, uluslararası toplum tarafından kınanması ve hukuki düzlemde yasaklanması çabaları ortaya çıkmıştı. 30 Kasım 1973 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun aldığı 3068 sayılı kararla kabul edilen ve üç yıl sonra yürürlüğe giren Apartheid Suçunun Ortadan Kaldırılması ve Cezalandırılması Sözleşmesi (kısaca Apartheid Sözleşmesi olarak anılmaktadır) bu doğrultudaki en somut çalışmalardan biri. Bu sözleşmeden beş yıl önce Genel Kurul’da kabul edilen Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Kanuni Zamanaşımı Sınırlaması Uygulanmamasına Dair Sözleşme apartheidı uluslararası hukuk düzleminde ilk kez suç olarak gösteren belge olsa da, 1973 tarihli Apartheid Sözleşmesi’nin farkı, apartheid suçunu doğrudan bireysel ceza sorumluluğunu gerektiren bir suç olarak nitelemesi.
Apartheid Sözleşmesi, apartheida karşı en kapsamlı ve detaylı belge olsa da, hem daha önce ırk ayrımcılığını kınayan/olumsuzlayan hem de Apartheid Sözleşmesi’ne giden yolun taşlarını döşeyen, Genel Kurul’un 1950 tarihli ve 395(V) sayılı ırk ayrımcılığına karşı kararı, 1963 tarihli ve 1899 (XVIII) sayılı Güney Afrika’ya petrol tedarikinin kesilmesi yönündeki yaptırım kararı, 1968 tarihli ve 2397 (XXIII) sayılı Güney Afrika ile kültürel, akademik, sportif aktivitelerin ve diğer ilişkilerin askıya alınması talebini içeren karar da es geçilmemesi gereken önemli kaynaklar. Apartheid Sözleşmesi sonrasındaki dönemde Genel Kurul’dan çıkan en kayda değer karar/belge ise 1989 yılında konsensüs hâlinde alınan “Apartheid Rejimi ve Bu Rejimin Güney Afrika’daki Yıkıcı Sonuçları Bildirisi”dir.
Doğrudan bağlayıcı olmayan Genel Kurul kararlarının aksine, kural olarak kararları BM üyesi tüm devletler için bağlayıcı olan, konuya ilişkin BM Güvenlik Konseyi kararları, buradaki değerlendirmemiz açısından ayrı bir önem arz ediyor. Güvenlik Konseyi Güney Afrika’nın Sharpeville bölgesindeki barışçıl protestoların güvenlik birimlerince şiddetle bastırılması ve 69 protestocunun öldürülmesi sonucunda apartheid rejimine karşı ilk kararını almış ve Güney Afrika’daki rejime hem güvenlik birimlerini geri çekmesi hem de ırk ayrımcılığını sona erdirmesi çağrısı yapmıştı. Güvenlik Konseyi 1963 yılında da Güney Afrika’ya geniş yelpazede askeri teçhizat satışına ambargo koyan son derece önemli bir karar almıştı. 1984 yılında ise apartheid rejiminin henüz yürürlüğe soktuğu ırkçı anayasanın yok hükmünde olduğunu karara bağlamıştı.
BM nezdinde apartheid rejimine karşı girişimler hususunda işaret edilecek bir diğer girişim ise “Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki Apartheid Hükümeti’nin Politikalarına Dair Özel Komite”nin kurulmasıdır. İlk toplantısını 2 Nisan 1963’te yapan ve daha sonra “Apartheida Karşı Özel Komite” olarak adlandırılan bu komite, düzenlediği uluslararası etkinliklerle ve daha sonra apartheid rejimini sona erdiren harekete liderlik edecek olan Nelson Mandela’ya görünürlük kazandırmasıyla, uluslararası toplumun apartheida karşı mücadelesine önemli katkılarda bulunmuştu.
1976 yılında BM Apartheida Karşı Merkez’in kurulması ve 1986 yılında BM’nin eş organizatörlüğünde “Irkçı Güney Afrika Rejimine Karşı Yaptırımlara Dair Dünya Konferansı” da yine BM’nin apartheid rejimine karşı attığı önemli adımlar arasındadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluş belgesi olan 1998 tarihli Roma Statüsü de apartheid yönetimini bir suç addetmiştir. Her ne kadar bu zamana dek apartheid suçuna dayalı bir yargılama yapılmamış olsa ve İsrail bu Statü’ye taraf olmasa da, apartheid suçunu 7. maddesinde detaylı bir şekilde tanımlayan Roma Statüsü’nün Güney Afrika’daki apartheid rejiminin sona ermesinden dört yıl sonra kaleme alınmış olması, apartheid suçunun uluslararası toplum tarafından Güney Afrika’ya has bir tecrübe olarak görülmediğinin, farklı bir zamanda ve farklı bir mekânda yinelenebilecek bir suç olarak görüldüğünün en önemli kanıtlarından biridir. Statü’ye 122 gibi epey yüksek sayıda devletin taraf olması da bu bakımdan önemlidir.
Uluslararası hukuk bakımından yapılabilecek en kritik değerlendirme ise uluslararası teamül hukukunda apartheid suçunun konumudur. Uluslararası hukukun temel kaynakları arasında görülen ve devletlerin istikrarlı pratiğiyle, bir kuralın hukuki bir zorunluluk teşkil ettiğine dair inançlarının (opinio juris) bir araya gelmesiyle ortaya çıkan kurallar bütününe “uluslararası teamül hukuku” denilmektedir. Uluslararası teamül hukuku açısından yapılacak değerlendirmeyi en kritik değerlendirme olarak nitelendirmemizin sebebi ise herhangi bir uluslararası örgüt kararı ya da sözleşmenin varlığına gerek olmaksızın, uluslararası teamül hukuku kurallarının tüm devletleri (ısrarlı itiraz durumu hariç) bağlamasıdır.
1945 tarihli Birleşmiş Milletler Şartı’nın henüz ilk maddesi, “Tüm üye devletlerin ırk, cinsiyet, dil… ayrımı yapmaksızın insan haklarını desteklemekle” mükellef olduğunu belirtmekte ve 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 2. maddesinde de benzer bir ifade yer almaktadır. Yukarıda belirttiğimiz üzere, Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul başta olmak üzere BM’nin farklı organları da birçok defa ırk ayrımcılığının ve spesifik olarak apartheidın karşısında duran kararlar almıştır ve bu kararlar da büyük çoğunlukla ve kimi zaman konsensüs ile alınmıştır. Örneğin, Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Uluslararası Sözleşme’ye 176 devlet taraftır. Apartheid Sözleşmesi 4’e karşı 91 devletin oyuyla kabul edilmiştir. Dolayısıyla BM Şartı, BM kaynakları, kararlar-belgeler ve BM’nin en yetkili organlarının faaliyetlerine bakıldığı zaman, uluslararası toplumun neredeyse konsensüs hâlinde ırk ayrımcılığı temelli rejimlere, dolayısıyla apartheida karşı durduğu görülmektedir. Nitekim kimi Güvenlik Konseyi kararları, Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı çeşitli ambargolar öngörmüş ve çok sayıda devlet bu kararları takip etmişti. Sonuç olarak, hem devlet pratiğinin hem de gerekli opinio jurisin oluştuğu, dolayısıyla apartheid uygulamalarına dair yasağın uluslararası teamül hukukunun bir parçası hâline geldiği görülebilmektedir.
Ayrıca, Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Güneybatı Afrika Davası’nda ırk temelli ayrımcılık yasağının bir teamül hukuku kuralı hâline geldiğini açıkça ortaya koymuştur. Bu yorum elbette sistematik ayrımcılığa yol açan hükümet uygulamalarını da kapsamaktadır. Yine Divan’ın baktığı Barcelona Traction Davası’nda da aynı ifade geçmiş, hatta bu yasağın aynı zamanda tüm devletler için bir koruma yükümlülüğü getirdiği (erga omnes) de belirtilerek bir adım daha ileri gidilmiştir.
Son olarak, BM bünyesinde görev yapan ve temel görevi uluslararası teamül hukukunu esas alarak uluslararası hukuk normlarını kodifiye etmek olan Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun hazırladığı 1996 tarihli İnsanlığın Barış ve Güvenliğine Karşı Suçlara dair Taslak Maddeleri’nde, “Irksal, etnik ve dini temelli ve temel insan hakları ve hürriyetlerinin ihlaline sebep olan kurumsal ayrımcılık” yasaklanmıştır. Apartheid kelimesi kullanılmasa da bu tanımın apartheid suçunu da kapsadığını söylemek pekâlâ mümkündür. Dolayısıyla, apartheid uygulamalarının uluslararası teamül hukukunda suç olarak yer aldığı argümanını destekleyecek noktalardan biri de Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun bu çalışmasıdır.
Uluslararası toplumun unsurları sayılabilecek bazı örgüt ve kurumların da Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı verdiği tepkileri hatırlamakta fayda var. Örneğin Avrupa Birliği (AB), apartheid rejimi dönemi sonrasında Güney Afrika’nın yaralarını sarabilmesi için bir yardım paketi devreye sokmuştu.
Bir diğer ilgi çekici örnek ise uluslararası toplumun en kristalize olduğu alanlardan biri sayılabilecek spor alanındadır. Uluslararası Futbol Federasyonu (FIFA), 1960’lı yılların başında, birçok üye federasyondan (bilhassa Afrika’daki Nijerya ve Gana gibi ülkelerin federasyonlarından) gelen talepleri dikkate alarak, apartheid rejimin uygulamaları sebebiyle (sadece genel ırkçı uygulamalar değil, siyahlarla beyazların karışık bir şekilde spor takımları teşkil edememesi gibi spor alanına giren uygulamalar da mevcuttu) Güney Afrika Cumhuriyeti’ni tüm uluslararası şampiyonalardan men etmişti. Bu yasak, apartheid rejimi sona erene kadar, yani yaklaşık 30 yıl boyunca sürmüştü. Güney Afrika’nın 1964 yılında Olimpiyatlar’dan, 1970 yılında uluslararası kriket şampiyonalarından ve daha sonra Davis Cup gibi önemli bir tenis turnuvasından men edilmesi de örnek verilebilir.
Günümüzün apartheid devleti: İsrail
Apartheid uygulamalarının uluslararası hukukta kesin bir suç olduğuna dair birçok kaynağın varlığı ve yukarıda gözler önüne serdiğimiz gibi bu suçun terim olarak sadece Güney Afrika tecrübesini yansıtmayacak kadar geniş bir kapsamı olduğu göz önüne alınırsa, İsrail ırk ayrımcılığı temelli bir yönetim sistemini tescil eden son temel yasasıyla birlikte, apartheid suçunun işleyen bir fail olarak değerlendirilmelidir. Güney Afrika’ya karşı takınılmış tutumun bu andan itibaren İsrail’e karşı da takınılması uluslararası hukukun gereğidir. Artık (bir dönem Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün bir yetkilisinin iddia ettiği gibi [1]) İsrail’in tüm hukuk dışı uygulamalarına rağmen bir apartheid rejimi olmadığını söyleyecek hiçbir dayanak kalmamıştır.
Nitekim BM İnsan Hakları Konseyi’nin 2014 yılındaki sonuç raporunun raportörü, ünlü uluslararası hukukçu Richard Falk daha o dönemki uygulamalardan yola çıkarak, İsrail’in apartheid uygulamalarında bulunduğunu belirtmişti. Falk UAD’nin 2004 yılındaki Danışma Görüşü ile de paralel bir şekilde, İsrail’in o dönem Batı Şeria’da inşa ettiği duvarın ve yerleşimlerin, böyle bir niteleme yapmasına sebep olduğunu söylemişti. Bugün için ise Falk’un gerekçe olarak gösterdiği durumun çok daha ötesine geçildiği aşikârdır.
Yazımızda apartheid suçu kavramı üzerinden gidildiği için, İsrail’in çıkardığı bu son temel yasanın uluslararası hukuka aykırı başka kısımları ayrıca incelenmemiştir. Ancak bunlara da kısaca değinmek gerekirse:
1. Temel yasa m.1 (c) İsrail topraklarındaki halkın kendi geleceğini tayin hakkının (self-determinasyon hakkı) yalnızca Yahudi halkına ait olduğunu belirtmektedir. UAD’nin kendi kaderini tayin hakkını resmi olarak tanıdığı tek millet olan Filistinlilerin işgal altındaki bu topraklardaki mücadelesi, söz konusu yasadaki iddianın ne denli dayanaksız olduğunu göstermek için yeterlidir. İsrail devletinin kuruluşunda ve sonrasında uluslararası hukuka aykırı saldırı fiilleriyle işgal edilen ve çoğu kez demografik değişime zorlanan Filistin topraklarında esas olarak Filistinli Arapların sahip olduğu bu hakkın hiçe sayılması anlamına gelen bu hüküm uluslararası hukuka aykırıdır.
2. Temel yasa m.3’te Kudüs’ün İsrail’in bölünmez başkenti olduğu hükmü yer almaktadır. Başlı başına ayrı bir yazının konusu olan bu meseleye dair net olan bir husus şudur ki İsrail hem Batı Kudüs’te hem de Doğu Kudüs’te işgalci güç statüsündedir ve böyle bir tasarrufta bulunması sayısız BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul kararına aykırıdır.
3. Temel yasa m.7’de Yahudi yerleşimlerin genişletilmesi bir milli değer addedilmiş ve bu yerleşimlerin teşvik edileceği belirtilmiştir. Fakat birçok BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul kararında bu yerleşimlerin hukuka aykırı olduğu tescil edilmiştir. Dolayısıyla bu madde, hukuka aykırı bir fiilin kucaklanması anlamına gelmektedir.
Aslında mevzubahis temel yasa ile kanuni dayanak sağlanan birçok mesele, zaten İsrail tarafından daha önce yasalaştırılmış vaziyettedir. Fakat bu temel yasa, içerdiği hükümlerle, daha önce yasalaşmış tüm ırk-etnik temelli normları devletin künyesini oluşturacak şekilde bir araya getirmiş ve devletin geleceğini tayin etme hakkını yalnızca Yahudi halkına bahşetmiştir.
Sonuç olarak, bugün yapılması gerekenlerin başında, daha önce Güney Afrika’daki apartheid rejimine takınılan tavırla tutarlı olmak adına, Genel Kurul’un, çıkardığı son temel yasadan ötürü İsrail’i kınaması ve Güvenlik Konseyi’nin de Güney Afrika’ya daha önce uyguladığına benzer yaptırımları devreye sokması gelmektedir.
AB gibi uluslararası örgütlerin de, İsrail’de tescil edilen apartheid yönetimine karşı tavırlarını net bir şekilde ve fiilen ortaya koyması gerekmektedir.
Ayrıca spor gibi uluslararası faaliyetleri düzenleyen örgütlerin, yine Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı bir zamanlar devreye sokulan yaptırımları bugün İsrail’e karşı da devreye sokması gerekmektedir. Örneğin FIFA’nın ve İsrail Futbol Federasyonu’nun üyesi olduğu Avrupa Futbol Federasyonu’nun (UEFA), İsrail milli takımını ve futbol kulüplerini kendi düzenledikleri şampiyonalardan men etmesi, Uluslararası Basketbol Federasyonu gibi diğer spor dallarındaki uluslararası mercilerin de bu hamleleri takip etmesi hem hakkaniyetli hem de geçmişle tutarlı bir hareket olacaktır. Nitekim bu tip hamleler emsalsiz değildir: Geçmişte İsrail daha önce üyesi olduğu Asya-Afrika Futbol Federasyonu’ndan ihraç edilmiş ve Belçika ve Türkiye gibi bazı ülkeler de İsrail ile yapacakları maçları boykot etmişti.
Yazının başlarında atıf yaptığımız Barghouti’nin söylediği gibi “Eğer İsrail’in sistematik zulmüne karşı boykot, yatırımların durdurulması ve yaptırımların uygulanması için uygun bir vakit aranıyorsa o vakit tam da bu vakittir”.
[Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Uluslararası Hukuk Araştırmaları Merkezi’nde (UHAM) araştırma görevlisi olarak çalışan Deniz Baran aynı zamanda Al-Sharq Forum araştırmacısıdır]
[1] https://unitedwithisrael.org/international-red-cross-official-israel-not-an-apartheid-state/
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *