Bir tarihçi, Beyrut faciasıyla ilgili nasıl notlar düşerdi?

Bir tarihçi, Beyrut faciasıyla ilgili nasıl notlar düşerdi?

Şarku’l Avsat yazarlarından Hazım Sağiye, “Birimize tarihçi olma şansı verilse, Beyrut faciasıyla ilgili tarihe nasıl notlar düşerdi acaba?” diye sordu.

Hazım Sağiye, “Beyrut faciası; Adaletli bir tarihçinin aktarabileceği notlar” başlıklı makalesinde, olayın küresel boyutlarına değinmeden ülke içi boyutlarına ve Suriye’deki ortama dikkat çekti.

Sağiye, Şarku’l Avsat’taki makalesinde, Mişel Avn’ın Hristiyan çoğunluğun temsilcisi olarak başkanlığa geldiğini ancak başarılı olamadığını belirtirken, Lübnan’daki Hizbullah etkisini ağır şekilde eleştirdi. “Korku eşiği aşılmış oldu” ifadesini kullanan Sağiye, DEAŞ’ı oluşturan ortamın da hala devam ettiğine işaret ederken “Ne zamana kadar bu bölgede insan kanı ucuzca dökülecek?” sorusunu yöneltti.

Sağiye’nin işte o yazısı:

Beyrut faciası; Adaletli bir tarihçinin aktarabileceği notlar

Birimize tarihçi olma şansı verilse, Beyrut faciasıyla ilgili tarihe nasıl notlar düşerdi acaba?

Herhalde önce olayın insani ve ekonomik boyutlarına ışık tutar, sonra da ülkesel çaptaki konumlanmasını yapardı. Her açıdan limanın müflis bir siyasi elit kitlenin kurbanı olduğunu görecek, birkaç ay sonra bu mufsid siyaseti ülkeden kurtarmak amacıyla renkli protestoların yaşandığını ama başarıya ulaşamadığını anlatacak, bu felaketin seyrettiği çağda siyasi tabakanın tarihinin en başarısız, en anlamsız ve en kıt dönemini yaşadığını not edecektir. Örneğin Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın takımının yönetime “güçlü yönetim” vaatleriyle gelip son 100 yılın en başarısız yönetimiyle son bulduğunu görecektir.

Tarihçi, sayfanın altına şöyle bir not da düşer herhalde; Mişel Avn, kendinden önceki bir çok temsiliyeti zayıf başkanın aksine umutsuz Hristiyan çoğunluğun temsilcisi olarak başkanlığa geldi. Ancak kendisi de nihayetinde onlardan biri oldu ve onun da sonu geldi. Zira Beyrut’ta patlamadan en çok zarar gören bölgeler (Liman, Jumayza, Mar Mikael, Al Alşrafiya) çoğunluğu hiristyan bölgeler ve bu da Avn’a fazladan bir sorumluluk yüklüyor.

Tarihçi, halkın tepkilerindeki tipik özelliklere de değinecektir muhtemelen. Bir dönem sadece Cumhurbaşkanının damadı Cibran Basil’e yönlenen küfürlerin artık Cumhurbaşkanına da yöneldiğini görecektir. Ancak halkın bu konuda en büyük cesareti Hizbullah liderine meydanlarda sembolik darağacı kurarak gösterdiğini anlatacaktır.  Tarihçi, o ana kadar insanlar Hizbullah’ın liderinin (toplumun kutsi değeri sayılabilecek şahsiyeti) adını olumsuz olarak ağzına almaya bile cesaret edemiyor, cesaret edebilenlerin ise bu hayatına mal olabiliyorken artık Hizbullah lideri de diğer herhangi bir lider gibi eleştiriliyor.

Korku eşiği aşılmış oldu. O artık Seyyid Hasan Nasrullah değil, diğerleri gibi bir lider hatta belki de en tehlikelisine dönüştü.

Tarihçi, bu büyük toplumsal dönüşüme ve onun sonuçlarına da değinecektir mutlaka. Mesela Hizbullah sempatizanı olan yada onu bu musibetin sorumlusu olarak görmeyenler de dahil büyük çoğunluğunun fark ettiği bir gerçeği gözler önüne serecek. İnsanlar, bir devletin yıkılışına sebep olanın liyakatsizlik ve devlet içinde kadrolaşma olduğunu düşünüyorlar. Devletin son derece hayati ve hassas kurumlarının başına liyakatsiz de olsa kendi adamlarını yerleştirmenin nelere sebebiyet verdiğini gördüler.

İşte bu adaletsiz makam paylaşımı, başarısızlık serüvenini bir dizi hata ve yolsuzlukla taçlandırıp ülkeyi bu hazin sona sürükledi. Oysa Hizbullah ülkenin güvenlik sigortasıydı hatta geçen protestolara karşı bu facianın birinci sorumluluğunu üzerinde taşıyan devletin bile koruyucusuydu.

Tarihçimiz bize ucu açık iki soru bırakacak; Lübnanlılar bu faciadan, mezhepsel handikaptan kurtulmuş çoğulcu, adil bir yönetim modeli çıkarabilecek mi?

Bu noktada Lübnanlılara kalan en değerli şeyin onlara dost ülkelerin desteği ve değerli duruşları olduğunu ve bu ülkeleri iç siyasetteki mezhepsel aidiyet uğruna harcamamak gerektiğini anlayabilecekler mi?

Bir başka sayfaya tarihçi şu notu iliştirecek; onlarca yıl önce Lübnanlı bir siyasetçinin söylediği bir sözün ne kadar isabetli olduğunu anlayacaklar: “Lübnan’ın gücü onun zayıflığındadır”

Bu tarih kitabı hükümet başkanı Hasan Diab’tan bahsetmeyecek bile. Ne ondan nede onun art arda istifa eden bakanlarından. Ancak bu felaketin bölgesel olaylara etkisi için ayrı bir başlık ekleyecektir. Lübnan’daki son facia öncesinde bölge ülkelerini derin bir karamsarlığa itecek iki büyük felaket oldu. Birincisi, Suriye’de 2011’den bu yana Beşar Esad kendi halkını türlü yollarla tehcir edip öldürme konusunda büyük deneyim kazandı. Bu tecrübe halkın canının bir koltuk uğruna harcanmasının ne denli kolay ve ucuz olduğunu gösterdi. Bunu koltukta kalmak için üstelik yaptığı zulümlerin hesabı sorulmadan yaptı. İkincisi ise Irak ve Suriye’de 2013-2014 yılları arasında DEAŞ ortaya çıktı bu hareket her iki ülkeden geniş toprakları istila etti. Geçmişte benzeri görülmemiş barbarca bir yönetim biçimi benimseyen bu örgüt, daha sonra büyük hezimet yaşasa da şu ana kadar DEAŞ’ın ortaya çıkmasına uygun ortam sağlayan nedenler ortadan kalkmış değil. Askeri olarak zayıflayan DEAŞ tamamen bitirilmiş değil ve her an güçlenebilme ihtimalinin de olduğu ortada. İşte bütün geçmiş deneyimler, Lübnan’ın yaralarını sararken endişe veren bölgeye dair gerçeklerdir.

Tarihçimiz birkaç soruyla özetleyerek bitirir bütün anlatmak istediğini; ne zamana kadar bu bölgede insan kanı ucuzca dökülecek? Ne zamana kadar bu halk ucuz mezhepsel siyaset uğruna küçük liderler tarafından harcanıp hakları gasp edilecek?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *