“Dinler arası diyalog, ihanet projesidir”

“Dinler arası diyalog, ihanet projesidir”

Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi’nde çalışmalarına devam eden eski vaizlerden Ali Rıza Temel, “Dinler arası diyalog bir projedir, Vatikan projesidir… Müslümanları emperyalizme karşı bir nevi pasifize etme hareketidir.” dedi.

Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi’nde eğitim faaliyetlerine devam eden Ali Rıza Temel, AA muhabirinin sorularını yanıtladı:

İslam dünyasında özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde ortaya çıkan tek doğrucu ve tekfirci zararlı akımlar diğer İslam ülkelerinde hızla yayılmışken, Türkiye’de kitleselleşemedi. Diğer Müslüman ülkelerin çoğunda yaygınlaşan bu akımların Türkiye’de o çapta yaygınlaşamamasını neye bağlıyorsunuz?

İslam dünyasında varlık gösteren DEAŞ, El-Kaide, Boko Haram, Eş-Şebab gibi şiddet ve terör örgütleri, baştan sona rahmet ve barış olan İslam imajını zedelemek, Müslümanların bütünlüğünü bozmak için ihdas edilmiş taşeron örgütlerdir. DEAŞ, El-Kaide, Boko Haram ve benzerleri… Ayrıca Türkiye’de maalesef acı bir tecrübe ve faturası ağır bir FETÖ meselesi oldu. Şimdi Osmanlı bir devlettir, geleneği ve kökü olan. Bir de İslam alemine babalık ve şemsiye görevi yapmış bir konumdaydı. Osmanlı’dan kopan devletler, neticede kabile ve aşiret mantığıyla hareket eden gruplar oluştu. Bir Bedevilik bir de medenilik vardır. Osmanlı medeniyeti temsil eder. Medine de medeniyetten gelir ama Bedevilikte, “gecekondu kültürü” vardır yani yerleşik bir altyapı ve derinlik yoktur. Selefilik gibi tekfir hareketlerinin temelinde yer alan iç ve dış etkenler çok önemlidir. Dış etkenler biliyorsunuz Batı’nın islamofobik yaklaşımı, İslam düşmanlığı ve bizim içimizden tezgahladıkları “Kale içten fethedilir” mantığıyla, maalesef içimizdeki fakirliği ve cahilliği kullanarak, bizi birbirimize düşüren elemanlar ve gruplar tezgahladılar. Bu emperyalizmin bir metodudur, “parçala-yönet” metodu. Aşiretler, bu duruma müsaitti ve bunların çoğuna devlet demek mümkün değildir. Buhranlarımız isimli kitabın sahibi ola Said Halim Paşa’nın BM’den evvel kurulan Cemiyet-i Akvam’a yazdığı bir mektupta, “Siz Osmanlıyı parçaladınız ama bununla dünyaya büyük zarar verdiniz çünkü dünyanın başına bela olan birtakım kabile ve aşiretler ortaya çıktı. Osmanlı en azından bunlara hakim oluyordu, zapturapt altına alıyordu. Şimdi kontrolsüz bir hale geldi ve çok problemlerin de kaynağı oldu.” diyor. Yani Osmanlıda taassup yoktu bu neye benzer? “Baba evine dönüş” başlıklı bir makalede yazmıştım. Osmanlıdan sonra bugün 56 küsür İslam devleti var güya. Bunların bir çoğuna devlet filan demek mümkün değil, bunlar aşirettir. Osmanlı 600 sene bunlara babalık yaptı ve bunların yanlış hareketlerine bir düzen ve disiplin getirdi. Burada neden bir taassup oluşmadı çünkü baba konumunda olan bir insan, çocukları arasında ayrım yapmaz. Birleştirici olmak, geniş ufuk sahibi olmaya bağlıdır. Osmanlı çok kültürlü bir yapı olarak genişledi, Balkanlar gibi. Yunanistan’a biz aşağı yukarı 350, Bulgaristan’a 500 sene hükmetmişiz… Pek çok şeylere hakim olmuşuz. Değişik kültürlerle karşılaşmış olmak zenginliktir.

Mesela Boko Haram diyoruz ya Boko aslında, ingilizce “book” dan geliyor, “kitap okumanın haram oluşu” yani Batı’ya karşı bir reaksiyon tarzındadır. Sömürgecilik maalesef İslam aleminin kimyasını bozdu. Bazı meseleler Batı tarafından bozulmuş ve Batı’nın taşeron olarak kullandığı yerlerle / yönetimlerle alakalıdır. Hiç unutmam Ramazan münasebetiyle Almanya’nın Mainz şehrine gitmiştim ve orada bir papazla bir tartışmamız olmuştu. Papaz bana dedi ki “Terör hareketleri hep sizin İslam ülkelerinden çıkıyor.” Ben de ona, “Terörün kaynağı sizsiniz, siz bu kadar zengin imkanlarınıza rağmen hala İslam aleminin kaynaklarını sömürüyorsunuz. Bu imkanları insanların hayrına kullansaydınız terör de oluşmazdı. Fakat sömürgecilik ve emperyalizm ile maalesef İslam aleminin parçalanmasına ve geri kalmasına sebep oldunuz, bir nefret oluştu. Bunda payınız var, bir de sizin tarafınızdan taşeron olarak ayakta tutulan rejimler maalesef bu ümmeti, yönettiği insanların hukukunu korumadı.” demiştim. Tabi bu baskı rejimleri nefret ve riyakarlık üretiyor. Edindiğim bir tecrübe, Brüksel İslam Merkezi’nde Faslı, Cezayirli ve Mısırlı pek çok insanla birlikte çalıştım. Orada şunu tespit ettim, baskı rejimlerinde yaşayan insanlar hep kimliksiz ve kişiliksiz oluyor ve bu sebeple rejimlere karşı bir nefret ve öfke de oluşuyor. Reaksiyoner ve tekfirci hareketlerin ortaya çıkışında biraz bu öfkenin de payı vardır. Hadisi Şerif’te buyrulduğu üzere, “Fakirlik neredeyse küfre-kafirliğe denk olacaktı.” Fakirlik ve cahillik kullanıldı, satın alınmaya elverişli çok insan oluştu. Ülke kaynaklarını kendi saltanatlarını devam ettirmek için dışarıdaki emperyalist efendilerine peşkeş çeken kabile ve aşiret anlayışına dayalı yönetim sergileyen, cahil ve hain diktatörlere karşı oluşan öfke ve nefret de bu oluşumlara fırsat tanımaktadır.

15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemize ve milletimize yönelik hain niyetleri tamamıyla ortaya çıkan FETÖ’ye bakışınız nedir? Bu örgütün toplumumuza ve inanç dünyamıza verdiği zararlar nelerdir?

İslam ümmetinin bütünlüğünü zedeleyen istikrar ve huzurunu bozan DEAŞ ve Boko Haram gibi örgütler yanında münhasıran ülkemizin başına bela edilen FETÖ ve PKK gibi örgütlerin oluşturulması ve desteklenmesi de aynı gayeye mahsustur. FETÖ hareketini yakinen bilirim. İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nde okurken ve Turgutlu’da vaizken FETÖ, İzmir Kestanepazarı Camii’nde bulunurdu. Oraya getirilişi, karanlık güçlerle irtibatları ve hazırlanmasının arka planını çok iyi bilemem ama bu kişinin bir talakat yani selis (akıcı) konuşması ve gözyaşı var ya! Bu büyük bir tehlikeydi ve insanları aldatan da buydu. Bu konuda hep ikilem yaşadım, kendi kendime diyordum ki “40 sene ağlayabilen bir adam ya dünyanın en samimi Müslümanı veya en sahtekar aktörü gibidir.” Fakat bilhassa 15 Temmuz ihaneti bu şahsın gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Ben onu şahsen de tanırım o zaman mesela İzmir’in Kemalpaşa ilçesinin derelerinde kamplar yapar, kurslar açar, eğitim faaliyetleri ve saire organize ederdi… Ortaokul mezunu mu bilmiyorum bir vaizin, bu çapta bir güce ulaşması mümkün olamaz.

17-25 Aralık olayları ve 15 Temmuz kalkışma hareketi işin iç yüzünü büsbütün ortaya koydu, maske düştü, makyaj döküldü. İşin vahameti ortaya çıktı. Bunu Mevla’nın bir lütfu olarak görmek gerekir. Bu çapta gergef gergef işlenmiş bir projenin akamete uğratılması kolay bir iş değildir. FETÖ merkezlerini uzun uzun tartışmaya, haklı sebepler aramaya gerek olmadığı, bunun tamamen bir MOSSAD ve CIA projesi olduğu, halen FETÖ’nün Pensilvanya’da koruma altında olması ispat için yeterlidir. FETÖ mensuplarının, Batı ülkelerinde sığınmacı kabul edilmesi de ayrıca manidardır.

Bunun bir proje olduğu kesindir. Bunun bir MOSSAD, CIA projesi olduğu, bugün Amerika’da himaye edilmiş olması bile başka türlü yoruma ihtiyaç bırakmaz. Maalesef bunun zararı büyük oldu, bir defa Müslümanlar arasında güven kalmadı. Şimdi hayır için bir teşebbüs yapsak herkes şüphe ile bakıyor ve bir de dinin ihanet, aldatma ve soygun için kullanılması gençler nezdinde de bilhassa dine karşı bakışta bir tereddüte yol açtı. Temeli insanlık olan bir dinin, bu şekilde kullanılmış olması maalesef dine karşı güven duygusunu zayıflattı ve bizim aramızdaki güven de zarar gördü. Kimse kimseye güvenemez oldu. Kolay değil şimdi biz ağlamasını da beceremiyoruz, o ağlayarak milleti soydu. Kimisi gülerek, kimisi ağlayarak… Yani böyle bir problem oldu ve bunun emsali Irak’ta Kesnizani hareketi ve Pakistan’da da birtakım farklı hareketler ortaya çıktı. Emperyalizmin doğrudan İslam alemine müdahalesi pahalı bir iştir çünkü halkı Müslüman olan hiçbir ülke yabancı bir George ve Hans’ı üzerinde görmek istemez. Bu operasyonların İslam ümmeti içinde Ahmet-Mehmet olarak yetiştirilen ve İslam görüntüsüne sahip olan, bu işi de ağlayarak beceren insanlar eliyle yapılması daha ucuza mal olur, daha kalıcı ve yıpratıcı olur. Maalesef böyle bir şey yaşadık, pahalı bir tecrübe oldu ama diyelim ki her şerde bir hayır vardır. Bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemek var ya… bundan sonra kolay aldatılmayız ve aldanmayız gibi bir neticesi de olabilir.

“Türkiye yıkılırsa ve baş koparılırsa ümmetin bir araya gelmesi-güçlenmesi mümkün olmaz”

FETÖ’nün ülkemizi ve milletimizi hedef alan darbe girişiminden ne tür dersler çıkarılmalı ve böyle durumların yaşanmaması için sizce neler yapılmalı? 

Türkiye’de 60 darbesi darbelerin anası oldu. Ben 60 darbesini de hatırlıyorum. O zaman resmi bayramlarda fener alayları yapılırdı. Ama biz, 1990’lı yıllardan sonra Türkiye’de asla darbe olmaz diye düşünüyorduk… On senede bir olan darbelerin üstünden bayağı bir dönem geçmişti ki tekrar bu sahneye maruz kaldık. Ama Allah’ın bir lütfu yaşandı o gece. Doğrusu 15 Temmuz’da milletimizin, darbe girişimine karşı böyle bir harekete girişebileceğine dair pek ümidim yoktu. O geceyi ben Fatih’te uçak seslerini vesaireyi duyduğumuz zaman anlayamadık önce fakat sonra bu iş anlaşılınca biz dahi heyecanla kendimize zapt edemedik, Vatan Caddesi’ne çıktık. Hatta bizi belediyenin önüne yönlendirdiler. Biliyorsunuz belediyenin önünde çok şehit oldu. Fakat biz oraya ulaşamadık. Belediyenin önüne gidebilseydik, belki biz de şehit olurduk. 15 Temmuz acı bir tecrübe oldu ama elhamdülillah başarılı olamadılar. Bunu kolay zannettiler, gergef gergef işlenmiş, üzerinde 40 sene çalışılmış bir projeydi fakat Allah’ın lütfu ile bu millet, tankların üzerine çıkarak, tankların altlarına kendilerini atarak böyle bir işe mani oldu. Dünya tarihinde bu işin sosyolojisi üzerine çalışılması lazım. Yüzlerce doktora yapılsa değerdir.
Türkiye baştır, Türkiye yıkılırsa, bu baş koparılırsa bu ümmetin bir araya gelmesi-güçlenmesi mümkün olmaz. Cenab-ı Hak mahcup etmedi ve bizi böyle bir ihanete kurban etmedi. Yine bundan sonra da bu ümmet eğer yeniden toparlanacaksa ve bir güç olacaksa bu, bizim memleketimizin öncülüğünde olacaktır. Bu olayın bastırılması da Allah’ın lütfudur, milletin şuuru ve uyanıklığı olarak değerlendirmek lazım diyorum.

“Dinler arası diyalog, ihanet projesidir” 

FETÖ’nün kendi hain hedeflerine ulaşmak için başta ABD olmak üzere uluslararası alanda yaygınlığını ve etkinliğini artırmak amacıyla “dinler arası diyalog” anlayışını öne çıkardığı görülüyor. Siz bu tür çalışmalara nasıl yaklaşıyorsunuz?

Diyalog-monolog derler ya karşılıklı konuşma meselesinde “diyalog” tabiri yanlıştır. Dindarlar ve din mensupları arasında kavgasız, dostane münasebetler kurulabilir ama dinleri sanki biraz ondan biraz bundan alıp da dinler salatası gibi oluşturmak… böyle bir şey düşünülemez. Bir defa “dinler” deyince iki türlü din vardır. Hak ve Batıl din değil mi? Hak dinler semavi dinler, bütün peygamberlerin temsil ettiği din, Hak dindir ve bunun tek adı İslam’dır. Hatta “İbrahimi din” diye bir şey çıkardılar bu tabir de yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’de “İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan’dı o muvahhid Müslümandı.” buyuruluyordu. Yani bütün peygamberler Müslümandır. Dinler arası diyalog da bir projedir, Vatikan projesidir… Müslümanları emperyalizme karşı bir nevi pasifize etme hareketidir. Dostane gözüküp, sömürü ve soygunu devam ettirebilmek için, bizim onlara karşı direncimizi kırmak gayesiyle geliştirilen, bizi bir nevi uysallaştırmak için piyasaya sürülen bir projedir.

Biz Müslümanlar olarak bütün peygamberleri, peygamber olarak kabul ediyoruz. Tahrif edilmemiş Hıristiyanlığı ve Yahudiliği de yani Tevrat’ı da İncil’i de tahrif edilmemiş hallerini mübarek kitap olarak kabul ediyoruz. Kabulde bir araya gelinir ama rette bir araya gelinmez. Ben bütün peygamberleri, Hazreti Musa’yı ve İsa’yı kabul ederken, peygamber sayarken, bir Hristiyan benim peygamberimi peygamber saymazsa, Yahudi, Hazreti İsa’yı, Hazreti Peygamber’i peygamber salmazsa, Kur’an-ı Kerim’i kitap saymaz ise biz nerede buluşacağız? Buluşma noktamız nedir? Kur’an-ı Kerim’de bu ifade ediliyor, “De ki: Ey Kitap Ehli! Gelin aramızda ortak olan bir kelimede anlaşalım: Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb’ler edinmeyelim.” buyuruluyor… Tevhitte buluşulur, insanlığın ortak noktası Allah’a kul olmaktır. Bir yerde buluşulacaksa, bu Allah’a kul olmakta buluşulur ve burada toplanılır yoksa çeşitli ideolojiler toplayıcı değil bölücüdür, ayrıştırıcıdır.

Düşünebiliyor musunuz, papaya veya Vatikan’a gitmek-görüşmek o kadar kolay değildir. Fetullah Gülen’in oraya götürülmesi, papayla yan yana gelmesi rastgele bir olay değildir. Bunları iyi niyetle yorumlamak mümkün değildir. Diyelim ki komünizmin çok tehlikeli olduğunu düşünürüz, o da bir plan projeydi ama Said-i Nursi Bediüzzaman, “Küfre karşı Ehl-i Kitap yani Müslümanlar ve Hristiyanlar, mutlak dinsizliğe karşı bir hareket halinde olsunlar birleşsinler.” diyordu. Bu belki bir komünizme, mutlak dinsizliğe karşı, dindarların bir araya gelmesi, ortak tavır alması şeklinde düşünülebilirdi. Ama tahrif edilmiş bir Hristiyanlık ve Yahudilikle, bir harfi bile değişmemiş ve son din olan İslam’ı onlarla bir araya getirip, biraz ondan biraz bundan bir nevi dinler salatası gibi bir şey ortaya koymak hiç makul değildir ve bunun bir proje olduğu açıktır. Bu, din ve inançların birleşmesi değil de insanların barış ve huzur içinde kavgasız – gürültüsüz yaşaması için geliştirilen bir proje olarak belki savunulabilir ama inançlar arasında ortak, aşure gibi bir şey meydana getirmek tasvip edilemez, böyle bir şey olmaz.

Hatta Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocaefendi de bunun farkındaydı ve o da ılımlı İslam ve dinler arası diyalog meselesinin Amerikan-İngiliz projesi olduğunu biliyordu. Daha sonra FETÖ, bu işe (ılımlı İslam projesi) uygun bulundu. Kendisinin zaten Kasım Gülek’ler ve başka kişilerle münasebetleri vardı. Elbette o kısmın karanlık tarafını bilemem, istihbaratın konusudur incelenir ve tespitler çıkar ama mesele de zaten ortaya çıkmış durumda. Bundan sonra bu durumun artık savunulacak bir tarafı yok. Mesela siz şimdi Almanya’dan himaye isteseniz asla himaye alamazsınız ama FETÖ’cülerin orada himaye ediliyor olması, bütün bunların proje olduğunu gösteriyor.

Batı dünyasındaki İslam ve Türkiye karşıtlığını (İslamofobi ve Türkofobi) nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada bir haçlı zihniyeti ve ruhu var. Muhammet Esed biliyorsunuz, bu Yahudi asıllıdır, dedesi hahamdı. “Mekke’ye giden yol” diye bir kitabı var onu tavsiye ederim, çok önemli bulduğum bir kitaptır. Bu kitapta onun önemli tespitleri vardır. Orada, “Avrupa, haçlı ruhu ile oluşmuş bir birliktir” diyor çünkü Haçlı Seferleri’nden evvel Avrupa’da bir bütünlük yoktu. Roma İmparatorluğu’nun döküntüsü birtakım dükalıklar, prenslikler falan vardı ve ciddi bir Hristiyanlık da yoktu. Kudüs’ü lanetli kavim dedikleri Müslümanlardan kurtarmak için güya o bahaneyle Papa tarafından Haçlı Seferleri ilan edildi. Papa’nın bu ilanı, Müslümanlara karşı, Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarma adı altında bir Avrupa ruhunun oluşmasını sağladı. Avrupa’yı bütünleştiren o ruhtur, Müslümanlara karşı olan o tavırdır ve bu birlik o sayede gelişmiştir. Maalesef İslam’a karşı düşmanlık, iftira ve algılarla, İslam’ı karalamak, Peygamber’e Deccal demek, terör vesaire… Bu iş geliştirildi, bir proje olarak devam ettirildi, İslam aleyhtarlığı haline geldi. Bunun nedeni şöyle: 1400 ve 1500’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu güçlüydü. Osmanlı İmparatorluğu olarak dünyanın üçte birine sahiptik ve Avrupa, İslam’dan korktu. “Bu tekrar canlanır, bir güç haline gelirse bunun karşısında duramayız.” diye hep olumsuz bir tavır alındı, hem fiili müdahaleler oldu hem de içimizde birtakım tezgahlamalarla İslam düşmanlığı ve Türk düşmanlığı ortaya çıkarıldı. Yani Türkler aleyhinde kiliselerde projeler geliştirilmiş, lanet seansları oluşturulmuştur. 1450-60’lı yıllarda, kilisede çanlar çalınırken, bir çan daha fazla çalınır ve bu Türklere lanet anlamına gelir. Almanya’da 1100 küsur beddua ilahisi oluşturulmuş ve Türkler aleyhinde bu ilahiler söylenirdi. Bütün bu korkulardan kaynaklanan yani İslam nefretinden ziyade korku odaklı bir oluşumdu. Bütün bu gelişmeler maalesef günümüzde de hala devam ediyor. Şu anda deniliyor ki “İslam ölmedi, uykudadır. Uyuyan, bir zaman uyanabilir… Uyanırsa çok tehlikeli olur.” İşte bizim uyanmamamız için birtakım ihanetler ve projeler geliştirdiler.

“Korkuyorlar” dedim korkmakta haklılar çünkü Çanakkale’de, İstiklal Harbi’nde bizi onlara karşı güçlü kılan İslam’dı, Kur’an idi. Bizi güçlü kılan o gücün tekrar piyasaya çıkmaması için ellerinden gelen çalışmayı yapıyorlar hem içerden hem dışardan bu maalesef devam edecek. Bunun da çaresi şu: Bizim sadece düşmanı suçlamak değil kendimizi güçlendirerek direnç kazanmamız önemlidir. Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Eğer siz sağlam olursanız, düşmanlarınız size zarar veremez.” diye buyuruluyor. Hani Necip Fazıl merhum “Ruh köküne bağlı olmak” derdi, kendimize dönmek ve kendi değerlerimizle tekrar güç kazanmaktan ve kendi binamızı kendi arsamıza kurmaktan başka çare yoktur. Onun için ciddi manada çalışacağız ve kendimize döneceğiz.

Orta Doğu’da bazı ülkelerdeki mezhepçi yaklaşımları ve mezhep çatışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Taliban zihniyeti gibi oluşumlarda tekfir dediğimiz olayın sebeplerine biraz önce temas etmiştim. Hadiselere at gözlüğü ile bakıp her türlü gelişmenin karşısında durmak, 1000 sene evvel yazılmış bir kitaptaki bir ibareyi sanki Kur’an-ı Kerim’in değişmez hükümleri gibi kabul edip, hep aynı noktada “Yerinde say, uygun adım marş” der gibi davranmak çeşitli sorunlara yol açar. Öfke de tekfire ve şiddete yol açar. Diğer taraftan baskıcı rejimlerin, bu insanların normal gelişmesine fırsat vermiyor olmasını da göz önüne almak lazım. Çünkü insanlar normale dönerse, uyanırsa o baştaki taşeron rejimlerin geleceği parlak olmaz.
Bu iş geliştikçe, ufuk açıldıkça, gerçekler görüldükçe, bir de Batı’nın bize karşı olan bu düşmanca tavırları ortaya çıktıkça herhalde bu oyunların biraz farkına varılır. Müslümanlar kalite kazandıkça bu oyunların da farkına varırlar. Mesele eğitim meselesidir, olayları fark etme meselesi ve uyanma meselesidir. Bunun için de çalışacağız, gençlerimizin ve insanımızın aydınlanması için çok çalışmamız gerekiyor.

“Avrupa’nın aydınlanması Rönesans ve Reform Hareketleri’nin de uyanmasını sağlayan İslam’dır”

Endülüs İslam medeniyetinden başlayarak, Zeytune, Karaviyyin, el-Ezher, Bağdat, Nizamülmülk, Osmanlı İstanbul Medreseleri gibi İslam medeniyetinin kurucu merkezleri var. Bu merkezlerin din anlayışındaki temel zemin ve ortak noktalar nelerdir?

İslam’da ilim hareketlerini değerlendirirken, biliyorsunuz ki “Bilgi, imandan önce gelir.” çünkü İslam’ın ilk emri “Oku”dur. Zira bilmeden, neye nasıl inanacağınızı bilmezsiniz. Onun için İslam bilime ve okumaya dayanır. Batı’nın, Avrupa’nın aydınlanmasını, Rönesans ve Reform Hareketleri’ni, Batı’daki uyanmayı da tetikleyen, İslam’dır. Avrupa’ya İslam üç yolla gitmiştir, uyanış üç yolla sağlanmıştır. Bunlardan birisi Endülüs’tür. Endülüs’te 792 sene Müslümanlar hakim olmuştur. Nasip oldu Endülüs’e iki defa gittim, Kurtuba’yı Elhamra’yı yakinen biliyorum. Dillere destan olan o Elhamra Sarayı nasıl yapılabilir o zamanın şartlarına göre… bunları gördük. Şunu da söyleyeyim ki bugünkü İspanyolca’nın yüzde 20’si Arapça kelimelerden oluşmaktadır. Endülüs’teki yaşam, kıyafet hatta musikide bile Arap etkisi vardır. O zaman İngiltere’den vesair yerlerden Endülüs’e talebeler gelirdi, birçok kaşifler gelirdi. Avrupa’ya medeniyetin gitmesinin ikinci yolu ise Sicilya’nın fethidir. Bir de Haçlı Seferleri sebebiyle bizi tanıma imkanı bulmuştur Avrupa.

El-Ezher, Fatimiler döneminde kurulmuştur. Avrupa’da o dönemlerde üniversitelerde 900 kitap yokken bizim bazı alimlerimizin 900 sandık kitabı vardı. El-Ezher de bir ilim merkeziydi ve Fatimilerde Şia ağırlıklı bir eğitim vardı. Alparslan’ın veziri Nizamülmülk’ün medresesi Nizamiye Medresesi’ydi ve İmam-ı Gazali de buranın hocalarındandır. Bağdat’ta kurulmuştur, bir nevi Şiiliğe karşı Sünniliği savunmak üzere de kurulmuştur ama bağnazlık yoktur.

Zeytune ve Karaviyyin de Tunus ve Fas’ta kurulmuş ilim merkezleridir. Bütün bu kurumlarda çok fazla bir taassup hakim değildi. Bugün bile el-Ezher dini bir medrese tarzında değildir. Ziraat fakültesi de dahil birçok bölümlerin olduğu bir üniversite mahiyetindedir. Zeytune ve Karaviyyin’de biraz Maliki mezhebi ağırlıklı olarak eğitim görülüyor ama bugün fiilen üniversite olarak yine ilim merkezi olmaya devam ediyorlar. Bunlar önemli kurumlardır. Osmanlı’daki medrese sistemi, Fatih medreseleri gibi medreselerimiz ilim hayatımızı ayakta tutmuş kurumlardır. Zaman zaman medreselerin modernize edilmesi gibi hareketler de oluşmuştur ve buna da ihtiyaç vardır. Statik ve klasik oluşumların dışında bir açılma dönemleri de olmuştur.

“Gençler, deizm rüzgarına kapılıp algı operasyonlarıyla kendilerini aldatmasın”

Günümüzde özellikle gençler arasında bir deizm tehlikesinden söz ediliyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu çerçevede ve genel olarak gençlere tavsiyeleriniz neler olur? 

Moda sadece kıyafetlerde olmuyor, bazen fikirlerde de moda oluyor. Aslında Deizm-Teizm “Allah’a bağlı olmak”, Ateizm ise ”Allahsızlık” demektir. Orta Çağ’da Ortodoksluğa bağlı olan Hristiyanlar “Teist”, biraz daha Protestan ve onlara karşı çıkanlara da “Deist” denilmiştir. Fransız ihtilalinde de gündeme gelmiştir. Biraz da bunun kaynağı Aristo’ya kadar giden bir süreçtir. Aristo’ya göre Allah, “Bu alemi/kainatı yaratmış, bir saatçi gibi düzeni kurmuş, kenara çekilmiş, insanlık için bir kaide ve kural koymamış. Dünyayı yaratmış ama sanki emekli bir varlık gibi köşesine çekilmiş.” diye bir tezi vardır. Bunun esası Deizm, Allah’ı kabul ediyor ama kitapsız ve peygambersiz bir dinin olabileceğini düşünüyor. Ben de diyorum ki; peygambersiz ve kitapsız bir din olmaz. Eğer siz, “Ben Allah’a inanıyorum ve kabul ediyorum.” derseniz, kitapsız-peygambersiz doğru bir Allah inancına da eremezsiniz. Başka türlü ne olur biliyor musunuz? Peygamber olmazsa Allah, kitap ve peygamberle kendini tanıtmazsa iş Yunan mitolojisi gibi aşk tanrısı, güneş tanrısı, güzellik tanrısı gibi birtakım mitolojik semboller ortaya çıkar. Doğru bir tevhid inancının oluşması için… bizler Allah’a inanırız, peki neye göre inanırız? Kur’an-ı Kerim’e, İhlas Suresi’ne göre inanırız. Eğer Peygamber ve Kur’an-ı Kerim olmasaydı, bizler de ya putperest olurduk Yunanlılar gibi bir sürü saçma sapan gelişmeler olurdu. Deistler, “Tamam Allah var ama kurallı ve peygamberli bir kitabı kabul etmiyoruz.” şeklinde sorumsuz bir hayat yaşamanın kolaylığından kaynaklandığını ve moda haline gelmesinin nedeninin de bu olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle deizmin çok köklü bir şey olduğu kanaatinde değilim. Allahsız, peygambersiz bir din olmaz. Kilisenin, papazların koyduğu ağır kurallara bir protesto hareketi olduğunu yinelemek isterim.

Din hayatı disipline eder, kurallar, helal ve haramlar da buna dahildir. Siz, “Allah var” dersiniz ama kuralsız bir din yaşamak biraz da kolaycılık ve tembelliktir. Yani Deizm bana, “Allah’ın varlığını kabul edelim ama kendimizi de dinin koyduğu kurallar içinde bir kayıt ve baskı altına sokmayalım, biraz kolay ve bedava bir din yaşayalım.” anlayışının ortaya koyduğu bir olgu gibi geliyor. Bunun ciddiye alınmaması lazım, her fikrin ve inancın felsefesi ve dayanağı olması gerekiyor. Bunun çok dayanıksız temeli olmayan moda bir düşünce olduğu kanaatindeyim. Süresi ne kadar olur bilmiyorum, bir moda altı ay-bir sene sürerse Deizmin de çok fazla süreceğini düşünmüyorum. Rusya’da Ateizm bir proje ve politikaydı ama devam etmedi, Deizmin de devam edeceği kanaatinde değilim. Baki olan gerçektir. İslam, 1400 senedir ayakta, hatta Hazreti Adem’den bu yana ayakta ama birtakım beşeri ideolojiler ve sistemler 50-100 sene yaşıyor, daha fazla yaşamıyor. Gençler, bu rüzgara kapılıp da algı operasyonlarıyla kendilerini aldatmasın, kalıcı şeyler peşinde olmalarını tavsiye ederim.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *