Değişen Dünyada Müslümanlar Ne Yapacak?

Değişen Dünyada Müslümanlar Ne Yapacak?

Mekanik kurgu ve duygusuz ruhsuz medeniyet, el attığı ne varsa tüketmekte, manevi alanda ortaya sürekli büyüyen boşluk çıkarmaktadır. Müslüman aktörler şimdilik böyle bir boşluğu dolduracak strateji geliştiremese de, bir stratejiyi mümkün kılacak imkâna sahiptirler.

Yakup Döğer

Dünyanın küresel bir değişim ve dönüşümden geçtiği, siyasetten ekonomiye, ticaretten eğitime, ulusal yapılardan küresel ölçekteki güç odaklarına kadar yeniden dizayn olacağı ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı her kesim tarafından ifade edilmeye başlandı. Bu ifade modern devletin en tepe noktasında bulunanlardan, toplum içinde en sıradan düşünce sahiplerine, Müslüman aydın-entelektüellerden gayrimüslimlere kadar herkes tarafından sahiplenildi ve zikredilir oldu. Bunun sebeplerine bakıldığında, bu söylemin her kesim tarafından sahiplenilmesinin normal olduğu gözlemlenmekte. Öyle görünüyor ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını sürekli ifade edenlerin, siyasi, askeri ve ekonomik konumları, entelektüel birikimleri, sermaye itibarıyla, dünyanın gidişatında söz sahibi oldukları görülmektedir. Ve yaşanan yeni hadisenin yorum merkezi, komploculukla objektiflik arasında gidip gelmektedir. Konuşulanların tartışılanların merkezindeki değişimin, insan için mi, küresel güç odakları için mi sorusu can alıcı yeri işgal etmektedir. Her şey değişecekse, bu iyiye doğru bir gidiş midir? Yoksa insan için her şey daha da anlamsız mı olacaktır? 

Modern tasavvurla birlikte bilgi üretmenin, bilgiyi meşru olarak kabul etmenin ya da bilgiye meşruiyet sağlamanın kriterleri de değişti. Herhangi bir alanda uzmanlaşmayanların, ilgili alan ile alakalı (iktidarca verilmiş) yazılı bir belgesi yoksa yorum yapmak konuşmak gibi hakları da yoktur. Uzmanlık bir bakıma, kendi dışında var olan hiçbir yorumun yaşamasına müsaade etmeyen, bedeli ödenmiş tezlerin sahibi olmak anlamına gelmektedir. Bu sebepten kendi alanına dair hariçten birinin konuşmasına yorum yapmasına müsamaha gösteremez. Onun için kendi dışında hariçte olanın karşılığı “cahildir”. Öyle ki modern anlamdaki uzmanlık, karşısındakini kendi alanında şekillendirirken, sadece maddi boyutuyla değil, ruhen de bir kalıba sokar, modern tasavvurun dünyasına taşır.

Modernitenin ortaya çıkışıyla beraber geleneksel yapıya ait bütün değerler yıkıldı. İnsan, evren, bilgi, dünya, din, tanrı, insan davranışları, din-dünya ilişkisi yeniden yorumlandı. Bunun akabinde kadim değerler bu yıkıntının altında kaldı. Bunları yıkan, egemen olan algıya entegre edenler, her zaman iktidarın gölgesi altında yaşamakta olan uzmanlar oldu. Modern cahiliye için bir gün bu yıkıntının altında kalan kadim değerlere ihtiyaç olacak ve yeniden sahneye çıkacaksa-çıkması gerekiyorsa, bunu modernitenin lehine sağlayacak olan da yine uzmanlardır. 

Ne kadarının görünür olması ve ne kadarının üstünün örtülmesi gerektiğine onlar karar verecektir. Yine yaşanan bedensel ve ruhsal bunalımların aşılmasında “din” bir motivasyon aracı olarak gerekli görülürse, bu da elbette en iyi ihtimalle modern teologların uzmanlığıyla sağlanacaktır. Zira her zaman aslına rücu etme potansiyelini mahiyetinde saklayan din, kontrolsüz yorumların ortaya çıkaracağı imkânla yeniden zuhur edebilir. Burada şuna da açıklık getirmek gerekirse, modern anlamda uzmanlık ve Müslümanlık düşüncesindeki “sabikun”, “öncü” farklı kavramlardır. 

Bu durum, küresel değişimin dört yüzyıllık tarihi içinde en korkulan değişimdir. İnsanlığın başına ne gelirse gelsin, yaşanan sorunun nasıl yorumlanacağı ve karanlıkların nasıl aydınlatılacağı kesinlikle rasyonalist ve pozitivist dünya görüşünün temsilcileri tarafından açıklığa kavuşacaktır. Öyle ki, yapılacak yorumların ölümün her canlı için kaçınılmaz bir mukadderat olduğuna ve mutlaka bir gün insanın başına geleceğine dair kanaatlerin canlanmasına sebep olmamalıdır. Kapitalizmin kurduğu dünyada insanlar ölümden bedenen uzaklaştırıldığı gibi, ruhen de uzaklaştırılır. Bunu sağlamak ise yine uzmanların işidir. Sosyologlar, psikologlar, pedagoglar, toplum bilimciler, modern teologlar, hangi şartta ve nasıl olursa olsun, modern insanın ölmemesi gerektiğine toplumları ikna ederler. Kendi sahasının uzmanı olarak ekranlara çıkan entelektüel tayfanın hiçbirinin ağzından, bir gün insanın öleceğine, bu ölümün de bir son olmadığına dair ifadelere rastlayamazsınız. 

Değişen dünya ile ne anlatılmak isteniyor? 

Her şeyin değişeceği ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ısrarla tekrarlayanlar bize ne anlatmaya çalışıyor? Dinin sürekli dışarıda bırakılarak yapılan analizler, yorumlar, uzmanların yeni yön tayinleri itibarını yitirmiş modern bilimi yeniden canlandırmaya mı çalışıyorlar? Öyle görünüyor ki, mutlaka bir şeylerle başka bir şeylerin yeri değişecek. Bu değişim insanlığın ortak hayrına mı, yoksa egemen paradigmaların daha da güçlenmesine doğru bir seyir mi izleyecek? 

Uzman yorumlarına bakıldığında anlaşılan o ki, değişen ne olacaksa kesinlikle insanlığın hayrına olmayacak. Zira insanlığın hayrına olacağına dair hiçbir uzman iki kelam edememektedir. Edememenin aksine insanı kılcal damarlarına kadar kontrol edilebilir bir nesneye çevrileceğine dikkat çekilmektedir. Akla idrake sığmayacak uç yorumlar havalarda uçuşurken, postmodern dönemde zayıfladığı düşünülen modern devletlerin yeniden güçleneceğine, ulusal ölçekte bütün vatandaşların sığınabileceği yegâne sığınak olarak devlete işaret etmekteler. Yani, kadim bir kabul olan “insan insanın yurdudur” geleneğin çöplüğüne atılırken, insanın yaşayabileceği alanın devletin kanatları altında olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğiz.  

Kanaatimizce işaret edilen bu husus hiçte yabana atılacak türden değildir. Öyle anlaşılıyor ki, modern devletler yaşanan salgının insanlığa getirdiği olumsuzluğu, egemenliklerinin daha da pekişmesi için avantaja çevirecek gibi görünüyor.

Yaşanacak değişim ve dönüşümlerin esas olarak siyasi ve sosyolojik alanda olacağı anlaşılmakta. Tabi iktisadi, hukuki alanlarda olacağı da açıktır. Lakin ilk göze çarpacak değişimlerin siyasi ve içtimai alanda olacağı çok bellidir. Siyasi alandaki değişimler, modern devletlerin eskisine nazaran daha da güçleneceği yönünde. Her şeyi ve her vatandaşını, vatandaşlarının her davranışını, hem de bedeni ve ruhi olarak takip edebilecekleri bir döneme girileceği iddia ediliyor. Modern devlet daha da merkezileşecek, tek bir merkezden iktidarı altında bulunan en ücra köşeye kadar kontrolü sağlayabilecektir. Eğer bu siyasi değişim bu yönde gerçekleşirse, sahiplenilen özgürlük ve insan hakları gibi kavramlar anlamını yitirecektir. Sosyolojik olarak ortaya çıkacak değişim ise, bireyselleşmenin birlikte (bir aile) olmak gibi değerlerin çok üstüne çıkacağı ve artık her bireyin diğerine şüphe ile bakacağı yeni bir toplum kurgusu olacaktır. 

Müslümanlık Düşüncesinin Seyri

Peki, bu değişimler karşısında Müslümanlar ne yapacak? Her şeyin değişeceği ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni düzende Müslümanlar nasıl bir tavır sergileyecek? Bu soruya cevap aramadan önce Müslümanlık düşüncesinin modernleşme sürecindeki seyrinin kısa tarihine göz atmak yerinde olacaktır. 

Müslümanların düşünsel serüvenini ele alacak olursak, bu dönemlerin ilkinin Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetin ilanına kadar olan, diğerini ise cumhuriyetin ilanından sonra günümüze kadar gelen dönem olarak görülebilir. Her iki dönem kendi içinde değişik sınıflandırmalara ayrılabilirse de, kendine özgü değerleri içinde ele alınırsa, değişiklilerin çok fark edilir olmadığı görülecektir. Yani birinci dönem içindeki farklılıklar görüldüğü gibi, ikinci dönemde kendi içinde farklılıklar göstermektedir. Fakat bu farklılıklar bu tasnifi çok da etkileyecek boyutlarda değildir.

İlk dönem Müslümanlık düşüncesinin her ne kadar tartışılacak birçok yönü bulunsa da, kendi bütünlüğü içinde ortaya çıkardığı ve kendine özgülüğünden bahsedebileceğimiz birçok hususu vardır. Öncelikle ilk dönem düşüncenin, yaşanan olumsuzlukları tahlil etmek ve çöküşün sebeplerini analiz etmek gibi (doğrusuyla yanlışıyla) çok önemli bir özelliği bulunmaktadır. Olağanüstü değişimlerin ne anlama geldiğini ya da ne demek olduğunu izahtan uzak bir şekilde anlamak istiyorsak, bu bahsettiğimiz döneme bakmamız bize tatmin edici bilgiyi verecektir.

İlk dönem Müslümanlık düşüncesinin sahipleri, yaşadıkları olağanüstü değişim ve dönüşümleri (bugünkü tabirler hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair öngörüleri) kendi düşünce dünyalarına göre tahlil etmeyi ve meselenin fotoğrafını çekmeyi çok iyi becermiş, yaşanan sıkıntılı süreci kendi fikir dünyalarında analiz etmiştir. Bu çaba, yeni bir hayatın inşası için mutlak ve gerekli olan çabadır. Zira teşhisi koyamazsanız, tedaviyi gerçekleştiremezsiniz. İşte dönemin meseleleri üzerine kafa yoran, yaşadıkları değişimi anlamaya çalışan, bu uğurda üstün çaba ve gayret gösteren bu dönemin her açıdan ele alınıp değerlendirilmesi gerekir. 

İlk dönemde ortaya çıkan sıkıntıları dönemin aydınları değerlendirip, çözüm yolları aramış, bu yolların neler olabileceğine dair çözüm önerileri ortaya koymuştur. Bu önerilerden birkaçını zikredecek olursak, Osmanlıcılık, İslamcılık-İslamlaşma, Türkçülük, İttihadı İslam gibi önerilerdir. Bu öneriler her ne kadar tartışılır olsa da, dönemin sorunlarına çare olup olmadığı yönünde alabildiğine eleştirilse de, burada dikkat çekmeye çalıştığımız husus, çözüme dair sarf edilen gayrete dikkat çekmektir. Tabi bu çözüm önerilerinin ne yazık ki Müslümanlar lehine bir sonuç getirmediği tarihin şahitliğiyle ortadadır.

İlk dönemin sıkıntılarının sadece fikri buhranlarla sınırlı olmadığı hepimizin malumudur. Osmanlı Devletinin askeri, siyasi, ekonomik, kültürel, sosyal olarak yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde, Müslümanlık düşüncesi, bu yıkıntıyı engellemek ve yeniden ayağa kaldırmak için çabalamıştır. Bu çaba ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, iltifata mazhar bir çabadır. Fakat ne yazık ki bu çabanın devamını ilerleyen süreçteki Müslümanlık düşüncesinde göremiyoruz.

Müslümanlık düşüncesinin önemli kırılmalarından birinin yaşandığı dönemin, Osmanlı’nın yıkılıp yerine laik cumhuriyetin kurulmasıyla gerçekleştiği söylenebilir. Bu kırılma, durgunlukla ifade edilebilir. Tabi bu durgunluk, olağan seyrinin dışında ortaya çıkmış, yeni yönetimin İslam ve Müslümanlar üzerine yürüttüğü zalimce baskısı sonucunda kendisini göstermiştir. Buna rağmen, egemen iktidarın baskılarına karşı, geleneksel alanda İslam bir din olarak yaşanmaya devam edebilmiştir. Diğer bir kırılmanın ise çok partili hayata geçişle yaşandığı söylenebilir. Bu dönemi, kırılmadan ziyade yeniden bir uyanma dönemi olarak ele alabiliriz. Bu dönemin devam sürecinden 21. yüzyılın başlarına kadarki dönem, canlanma, heyecanlanma, bilgilenme, egemen paradigmaya karşı tavır alma süreci olarak değerlendirilebilir. Fakat bu dönemin Müslümanlık düşüncesinin en önemli sıkıntısının birlikte olmayı sağlayabilecek bilgiyi üretememiş ve meselelere çözüm üretmekten çok uzak olduğu görülmektedir.

Müslümanlar ne yapacak?

Şöyle ki, bu dönemin en orijinal ve etkili yönü, Müslümanlık düşüncesinin devasa bir tahlil, tespit, analiz, bir bakıma fotoğraf çekme, bu alanda önemli bir müktesebat ortaya çıkarma dönemidir. Kültür seviyesi, tarihi ve sosyolojik bilgisi bir hayli yükselen entelektüeller, gerek başlarına gelenler ve gerekse yaşanan tüm olumsuzlukların analizini, tespitini yapmakta çok mahirce hünerlerini göstermektedirler. Müslümanlık düşüncesinin temsil eden, bu alanda sözlü ve yazılı olarak fikirlerini kamusal alana taşıyan her şahıs bıkmadan usanmadan yıllarca tahlil, tespit, analiz yapmış, halen de yapmaktadır. Müslümanlık düşüncesi bu yönüyle kendisinden önceki döneme benzemekte, hatta içinde bulunulan durumun her yönden tahlili ve analizi bakımından daha ileri bir seviyededir. 

Fakat…

Günümüz Müslümanlık düşüncesi, bu analizlerin, fotoğraf çekmelerin kısır döngüsünden kurtulamayan amansız bir hastalığa tutulmuştur. Bu bakımdan kendisinden önceki sürece göre çok geri kalmış, Müslümanlık düşüncesinin temsil gücü yüksek şahsiyetleri, kendi aralarındaki ihtilafları çözecek bir sonucu hasıl edememiştir. Kısa süre içinde yaşadığımız birçok olağanüstü hadisenin vukuunda dahi, aralarında ortak bir mutabakat sağlama imkânı ortaya çıkmamıştır. Yaşanan her olay sonunda şaşkınlık içinde ne yapacağını kestiremeyen Müslüman ahali, her defasında aralarındaki ihtilafı biraz daha derinleştirecek beceriyi sergileyebilme başarısını ise ustaca ortaya koymuştur.

Şimdi “her şeyin değişeceği ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” yeni süreçte, Müslümanlar ne yapacak? Siyasal, sosyal, iktisadi, kültürel, ekonomik, teknolojik olarak yaşanacak değişimler karşısında Müslümanlar nasıl tavır alacak? Kendi aralarında “olağanüstü hal fıkhını” oluşturabilecekler mi? Yoksa halen devam ettiği gibi havalı kelimelerle başlık attıkları yazılarında makalelerinde, entelektüel birikimlerini olanca becerileriyle sergilemeye devam mı edecekler? 

Şurasını ifade etmekte fayda vardır ki; tahlil etmek, analiz yapmak, hastalığı teşhis, mesele ve toplum hakkında bilgisi olan, az çok eli kalem tutan aklı başında herkesin yapabileceği bir iştir. Öyle ki, yapılan analizler ve teşhisler mahiyeti itibarıyla ihtilaf halinde olan bütün kesimlerin vardığı ortak sonuçtur. Bugün birbirinden kopuk, bir arada olmayan, mevcut bütün hizipler, toplumun inancı, iktidarın mahiyeti, kavramlardaki karşılığı vs. gibi hususlarda hemfikir. Fakat tedaviye yönelik ise hiçbir söz söylenemiyor? Neden? 

Kimse çözüm önerisi olarak “Kur’an ve Sünnet etrafında birleşeceğiz” gibi bir genellemeyle hamaset yapmasın. Zira esas itibarıyla ihtilaf problemini yaşayanlar, bu çözüm önerisini ileri sürenlerdir. Kur’an ve sünnetin Müslümanların parçalanmasını murat etmediğini her Müslüman ikrar eder. Yani sorun Kur’an ve Sünnet’te değil. O vakit sorun demek ki Müslümanlarda. Ve Müslümanların akil adamları, yaşanan sorunlar karşısında çözüm önerisi sunamıyor. 

Aslında birçok şey, Müslümanların yekvücut olma meselesini aşmaktadır. Yani bir arada olamasalar bile, önemli gelişmeler karşısında fikri ve ameli birliktelik yapabilmeliler. Böyle bir fırsatı her zaman elde etmelerine rağmen, ne yazık ki değerlendirme imkânını sağlayacak çözümü geliştiremediler. Şimdi bu salgının hiç kimseye söyleyecek bir sözü olmasa bile, Müslümanlara söyleyecek çok sözü yok mudur? Müslümanlar böyle durumlar karşısında fiziki birlikteliği sağlayamasa bile, fikri planda birlikte strateji geliştiremez mi? Artık dünyanın nasıl bir yer olacağına dair tahlilleri bırakıp, ne yapılabileceğine dair öngörülerini paylaşamazlar mı?      

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ilan edenlerin birkaç öngörüsüne değinelim. Mesela çok uç yorumlardan olan, lakin mümkün olabilecekler arasında da görülen, herkese çip takma meselesini ele alalım. Modern devlet olabildiğince güçlendiğinde ve böyle bir uygulamayı dayattığında, Müslümanlar bu durum karşısında nasıl bir tavır alacak? Herkesin cep telefonuna, (hasta olsun olması) sahibinin izlenebileceği imkânı veren uygulama indirildiğinde, Müslümanların bu uygulamaya karşı tavrı ne olacak? Salgın hastalıkların ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendirilmesi sonucunda, birlikteliklerin fiziki alemden sanal aleme taşınmasına karşı nasıl birliktelik sağlayacak?

Her kesin bankalara mahkûm edilmesi, kredi kartlarının mecburi tutulması, nakidin ortadan kaldırılması, her yere her bölgeye termal kameraların konulması, yapay zekânın bütün alanlarımızı kontrol altına alması vb. durumlar karşısında Müslümanlar nasıl davranacak? Eğer her şey değişecek ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, Müslümanlık düşüncesi, bu meseleler karşısında nasıl bir çıkış yolu bulacak? Bulacak mı, yoksa topyekûn teslim mi olacak?

Öyle görünüyor ki, her şeyin değişeceği düzenin esas meselelerinden birisi, yeni toplum inşasında, insani ilişkilerin nasıl sağlanacağı ve bunun hangi felsefi temel üzerine tesis edileceğidir. Bahsedilen yeni düzenin, insani yüzden yoksun olacağı açıktır. Mekanik medeniyet, duygusuz ve ruhsuz kurgu, kendisini tükettiğinin farkındadır. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair söylemler, küresel zulmün aktörleri tarafında siyasi ve içtimai alana dair popüler kılınmaya çalışılıyor. Bu çabanın karşılığı olarak küresel çapta hakim olan egemen paradigmanın kendisini yeniden ürettiği söylenebilir. 

Batı felsefesine dayanan modern cahiliye, her ne kadar kendisini sürekli yenileyen ve üretilmiş değerleri öne çıkaran bir karaktere sahip olsa da, insanlığın hayrına olan bir şeyi ortaya koyamadığı görülmektedir. Mekanik kurgu ve duygusuz ruhsuz medeniyet, el attığı ne varsa tüketmekte, manevi alanda ortaya sürekli büyüyen boşluk çıkarmaktadır. Müslüman aktörler şimdilik böyle bir boşluğu dolduracak strateji geliştiremese de, bir stratejiyi mümkün kılacak imkâna sahiptirler. Müslümanlık düşüncesi, küresel anlamda bir varlık gösteremese de, bulundukları bölgelerde mahalli olarak, yaşanacak insani boşlukları maddi-manevi doldurmaya çalışabilir. Tabi bunun olabilmesi için, öncelikle teorik anlamda alt yapının ortaya çıkması gerekmektedir.

Şimdi tekrar cevabını aramamız gereken soruya gelelim: Değişen dünyada Müslümanlık ne yapacak?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *