Küreselleşme tökezlerken yeni bir model türüyor

Küreselleşme tökezlerken yeni bir model türüyor

Batı siyasetinde şu an milliyetçi-medeniyetçi elit ile alt ve orta sınıfların oluşturduğu siyasi koalisyonun, küreselci elite karşı mücadelesini görmekteyiz…

Uluslararası düzeni gelecekte ne bekliyor?

Ali Aslan / AA

Uluslararası siyasette bir kez daha yapısal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönemeçteyiz. Bu olağanüstü durumu anlamaya yönelik alternatif iddialar ortaya atılıyor. Bu iddialar arasında liberal uluslararası düzenin dağılması ve ABD’nin başını çektiği tek-kutuplu uluslararası düzenin yerini çok-kutupluluğa bırakması öne çıkıyor. Bunların yanı sıra, transatlantik ilişkilerindeki gerilimler ve Avrupa Birliği’nde (AB) yaşanan yıkıcı gelişmeler sonucunda Batı içi bütünlüğün ve kurumsal düzenin dağılmaya yüz tuttuğu dile getiriliyor. Bunların etkisiyle de Batı-dışı bölgelerde sistem karşıtı hareketlenmelerin yaşandığına yönelik iddialara rastlamak da mümkün. Bu bağlamda, özellikle Çin’in bölgesinde geleneksel emperyal düzenini (tributary system) canlandırması ve gücünü başka bölgelere yayma girişimleri, üzerinde en fazla durulan konu başlıklarından biri. Rusya’nın bölgesinde tekrar askeri-emperyal hamlelere girişerek nüfuz alanını genişletmeye çalışmasını da listeye eklemek gerek.

Kısaca, aynı anda birbiriyle çelişen iddialara ve gelişmelere şahit oluyoruz. Liberal-demokratik siyasetle kapitalist piyasa ekonomisinden müteşekkil küreselleşme düzeni tökezlerken siyasi devletçilik, kültürel milliyetçilik ve merkantilist ekonomiyi bir potada eriten yeni bir yönetişim modeli türüyor ve yükseliyor. Bu gelişmenin arkasında birbiriyle ilişkili iki faktör bulunuyor. Bir yandan Batılı büyük sermaye ucuz iş gücü ve vergi kolaylıkları nedeniyle Doğu’ya kaçtı; diğer yandan Doğu’dan ve Güney’den Batı’ya yoksulluk, istikrarsızlık ve savaşlar nedeniyle mülteci ve göç akını yaşandı. Bu iki süreç Batılı ülkelerde alt ve orta sınıfların konforunu bozdu ve sisteme yönelik homurdanmalar başladı. Batı’da devletçiliği ve milliyetçiliği kendisine platform edinen sağ popülist siyaset ve siyasi-ekonomik elitini sorumsuz davrandığı gerekçesiyle topa tutan ve sosyal devleti savunan sol popülist siyaset, alt ve orta sınıfların kültürel ve ekonomik endişeleri üzerinden aynı anda yükselişe geçti. Elbette buraya, küreselleşme neticesinde Batı’nın ekonomik güç kaybı yaşamasından ve artan göçler nedeniyle Batılı beyaz adamın etnik-dinî üstünlüğü kaybetmesinden endişe duyan bir kısım devlet ricalinin (milliyetçi ve medeniyetçi elit) oynadığı rolü de eklemek gerekir. Batı siyasetinde şu an milliyetçi-medeniyetçi elit ile alt ve orta sınıfların oluşturduğu siyasi koalisyonun, küreselci elite karşı mücadelesini görmekteyiz ve söz konusu siyasi koalisyon gün geçtikçe siyasetteki ağırlığını artırmakta.

Doğu’da devleti ve siyaseti güçlendiren dinamikler çok daha farklı. Batı’nın son dönemde kendi iç sorunlarına odaklanması ve çekilme stratejisiyle nihayet Doğu’yu boş vermesi, küreselleşmenin sağladığı büyük ekonomik fırsatlar ve sürekli hale gelmiş kriz ve çatışmalarla kendi başına baş etmek zorunda kalmış olmak, Doğu’da devletin ve siyasetin güçlenmesine zemin teşkil etti. Doğulu toplumlar özgüven kazanıyor ve özellikle eli yüzü düzgün bir kurumsallaşmaya sahip devletlerin toplumları, küresel pastadan daha fazla pay almak ve belirsizliğin arttığı uluslararası sistemde kendilerini daha güvende hissetmek için, güçlü siyasi liderliği ve devleti destekliyor. Buna ikna olmayanlar ise (özellikle otoriter ve zayıf kurumsal yapıya sahip devletlerin bireyleri) doğrudan Batı’ya beyin göçü yoluyla veya kanundışı yollarla akın ediyor.

Tüm bu tespitlerden sonra, hemen egemen ulus-devletin uluslararası kurum ve küresel sermaye karşısında tekrardan güç kazanacağı sonucuna varmak mümkün. Ancak ne yazık ki ulus-devlet farklı bir açıdan, emperyal geleneğe sahip devletlerin geçmişlerini hatırlamasıyla, kaybeden tarafta yer alıyor. Dış politika adımları dikkatle incelendiğinde Çin, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere, İran ve Türkiye gibi eski emperyal devletlerin bir süredir ulus-devletin sınırlarını zorlamaya başladığını görüyoruz. Bu revizyonist ve ofansif atılımlar hiç şüphesiz “en güçlü olmadan tam olarak güvende hissetmek mümkün olmaz” düsturundan besleniyor.

Emperyal uluslararası düzen

Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla birlikte, bahsi geçen mevcut eğilimler ve belirsizlik durumu momentum kazanabilir. Şimdiden küreselleşmenin kaderi ne olacak, ABD’nin uluslararası sistemdeki liderliği sürecek mi, AB bütünlüğünü koruyabilecek mi, liberal-kapitalist yönetişim modeli geçerliliğini yitirir mi ve Çin “barışçıl yükseliş” stratejisini bırakıp daha agresif bir stratejiye mi geçti gibi kritik sorular daha aktif bir şekilde tartışılmaya başlandı. Kısaca, “Kovid-19 salgını sonrası uluslararası düzene ne olacak” sorusu oldukça popüler.

Bu noktada yapılması gereken şey, ortaya atılan alternatif iddialardan hangisinin yaşanan gerçekliğe en yakın durduğunu ortaya çıkarmak ve buradan bir strateji üretmek. Bunun için de uluslararası düzen olgusunu bütünlüklü bir şekilde ele almak gerekiyor. Uluslararası düzen olgusunu anlamanın yolu ise sistemde gücün ne ölçüde temerküz ettiğine bakmaktan geçiyor. Uluslararası düzen iddialarını bu kritere göre bir doğruya oturtmak mümkün. Doğrunun bir ucunda gücün tek bir merkezde toplandığı emperyal düzen varken, diğer uçta gücün hiçbir şekilde temerküz edemediği düzensizlik durumu yer alır. Bu iki uç nokta arasında ise egemen devletlerin ortak kurallar belirleyebildiği ve ilişkilerin bu kurallar temelinde yürütüldüğü “kurumsal” düzen ile düzenin yalnızca devletler arasındaki materyal-güç dağılımına göre şekillendiği “güç siyaseti” düzeni bulunuyor.

Bu yazıda ağırlıklı olarak iki uç noktaya, emperyal düzen ile düzensizliğe odaklanmaya çalışacağız. Keza bir tarafta uluslararası anarşinin emperyal süreçler –sivil toplum boyutuyla liberal-kapitalist küreselleşme ve siyasi toplum boyutuyla Çin’in yükselişi karşısında düşüşe geçtiği, diğer tarafta ise korona salgınının da etkisiyle uluslararası düzenin dağılacağına yönelik endişeler yer alıyor. Emperyal düzenin düzenleyici prensibinin hiyerarşi olduğunu söylemeye gerek yok. Sistemi oluşturan tüm siyasi aktörler hiyerarşik bir düzeni norm olarak kabul eder. Siyasetin özünü de bu hiyerarşik yapı içinde üst basamaklara tırmanma mücadelesi oluşturur. Örneğin Çin’in geleneksel uluslararası sistemi, hiyerarşik bir özellik gösterir. Bu sistemin en tepesinde Çin otururken, azalan bir hiyerarşik skalada Kore, Vietnam, Siam, Laos ve Burma gibi diğer bölge ülkeleri yerlerini almaktaydı. Bu devletlerin diplomatları, görüşmelerde kendilerinden üstte olan devletin yetkilileri önünde hiyerarşiyi sembolize eden secdeye gitme eylemini (kowtow) gerçekleştirirdi. Ayrıca Çin’e belirlenen miktarda yıllık haraç göndermekle de yükümlüydüler. Emperyal düzen meselesini önemli kılan husus, Çin’in günümüzdeki yükselişinin bölgede tekrar bu geleneksel hiyerarşik sistemi doğuracağı, bölgenin anarşik ve eşit egemen ulus-devlete dayalı düzenini sarsacağına yönelik endişeler. Özellikle Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerde bu durumun alarm zillerini çaldırdığı aşikâr.

Ortaçağ Avrupasında da hiyerarşik, ancak çok daha karmaşık bir düzen söz konusuydu. İktidar görece daha az merkeziydi. Tüm Avrupa tek bir siyasi yapı olarak (Res Publica Christiana) dizayn edilmişti. En tepede Uzak Asya’daki gibi belli bir devlet değil, Kutsal Roma İmparatoru ve Papalık gibi siyasi-kutsal makamlar yer almaktaydı. Bu ikisine zamanla seküler kral ve prensler de eklendi. Ortaçağ düzeninde bunların altında ise farklı önem ve güç derecelerine göre sıralanan aristokratlar ve en dipte tüccarlardan, zanaatkarlardan ve köylülerden oluşan “sıradan” halk tabakasının yer aldığı hiyerarşik bir düzen bulunmaktaydı. Bu düzen 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dağılma sürecine girdi ve yaklaşık 150 yıl sonra yerini anarşik ve eşit egemen devlet merkezli bir düzene bıraktı. 20. yüzyılda ise ikinci bir büyük kırılma yaşandı. 1950 sonrasında Avrupa’da, Ortaçağ ve modern uluslararası düzenin bir karışımı ortaya çıktı. Egemen devletler varlığını korurken, bu devletlerin üzerinde oluşturulan Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Komisyonu gibi kurumlar egemenliğe ortak oldu. Lakin günümüzde AB’nin, bu iki düzen modelini başarılı bir şekilde mezcetmekten gün be gün uzaklaşarak iki model arasında bir ikilem ve çatışma yaşadığını ifade etmek gerekir. Brexit’in başarılı bir şekilde gerçekleşmesi ve diğer Avrupa ülkelerinde yükselen devletçi-milliyetçi popülist siyasilerin “Britanya’yı takip etmeliyiz” tarzındaki çıkışları ve Birliğin geleceğine yönelik tartışmalar, bu durumu açıkça ortaya koyuyor.

Uluslararası düzensizlik

Düzenin ne emperyal ne de anarşik bir yapı arz ettiği bir durumdan, yani düzensizlikten de bahsetmek gerek. Düzensizlik, gücün en azami ölçüde merkezileştiği emperyal düzenin karşıt kutbunu oluşturur. Başka bir ifadeyle, emperyalizmle birlikte düzenin iki sınır durumundan birini temsil eder. Ekseriyetle bu ilişki emperyalizm ile anarşi arasında kurulur. Ancak ne yazık ki anarşi gücün tamamıyla dağılmasını, yani güç eksikliği durumunu temsil etmez. Anarşide de güç temerküzü vardır. Anarşi, gücün iki veya daha fazla devlet arasında eşit ya da eşit olmayan şekilde paylaşılmasıyla ortaya çıkar. Anarşi aynı zamanda devletler arasında bir ortaklığa da işaret eder. Devletler birbiriyle çatışır, ancak dünya devletini reddetme ve birbirini eşit egemen birimler olarak görme konusunda uzlaşırlar. Kurumsal düzen güçlü bir kurumsallaşmayı ifade ediyorsa, anarşik güç siyaseti düzeni de daha zayıf bir kurumsallaşmayı ya da ortaklaşmayı ifade eder. İlkinde kurumsallaşma hem siyasi toplum hem de küresel sivil toplum boyutlarına, ikincisinde ise sadece siyasi toplum boyutuna sahip olur. İlki sivil toplumu ön plana çıkararak siyasi toplumu ve genel olarak siyaseti etkisiz kılmaya çalışır. Düzensizlik durumu ise çok farklı bir resim çizer: Sistemin tamamıyla dağıldığı, güçlü ya da zayıf herhangi bir kurumsallaşmanın söz konusu olmadığı bir duruma tekabül eder.

Dağılma ya sistemde gücün en asgari düzeyde dahi temerküz edememesi sonucunda siyasi aktörlerin ortaya çıkamamasına ya da aktörler arasında dikkate değer (yani onları bir sistemin parçası yapacak düzeyde) bir etkileşimin kurulamamasına işaret eder. Batı Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun dağılmasının akabindeki 200-300 yıllık tarihi dönem ilk duruma (yani, güç temerküzü eksikliğine) örnek gösterilebilir. Bu durumu “medeniyetsizlik” olarak da adlandırabiliriz. Günümüzde devletlerin yaşanan salgın kriziyle birlikte çökebileceği iddiası bu duruma işaret ediyor. Bu iddialar ilk bakışta abartılı görünebilir. Muhtemelen Roma İmparatorluğu’nun vatandaşları ve tahakküm altındaki topluluklar da zamanında bu şekilde düşünüyordu. Popüler kültürde birçok film ve dizide işlenen kıyamet-sonrası dünya senaryolarında, bu dağılmanın ve medeniyetsizlik durumunun resmedilmesinden ise bahsetmeye bile gerek yok. Kolektif bilincimizde böyle bir korkunun varlığı söz konusu.

İkinci durumu ise Çin İmparatorluğu ile Roma İmparatorluğu arasındaki ilişki açık edebilir. Bu iki imparatorluk aynı dönemde var olmalarına rağmen, etkileşim eksikliği nedeniyle bir uluslararası sistem oluşturamadılar. Aradaki mesafenin günün şartlarına göre çok büyük olması, bu iki aktörün askeri ve askeri-olmayan eylemlerinde birbirlerini gözetmek zorunda kalmaları ya da eylemlerinin birbirini etkilemesi sonucunu doğuramadı. Günümüzde devletlerin içe kapanma sürecinin düzensizlik üretecek bir etkileşimsizlik durumunu ortaya çıkaracağını söylemek elbette o kadar kolay değil. Fakat olağanüstü zamanlar bize şunu öğretiyor: Karşılaşana kadar, birçok vaka ve durum pek mümkün görünmez. İnsan zihni normal olanın ötesini algılama konusunda pek ehil değildir. Dolayısıyla bu durumu hemen reddetmemek gerekir. Keza her uluslararası düzen, kendi içinde potansiyel olarak bu söz konusu düzensizlik ya da dağılma durumunu barındırır.

Sonuç olarak, kamuoyu uluslararası düzenin nereye evrileceği ve kimlerin ya da nelerin ayakta kalıp kalmayacağı gibi soruları tartışmaya devam edecek. İçinde bulunduğumuz belirsiz siyasi gerçeklik bu ve benzeri soruları biz istemesek bile sordurmayı sürdürecek. Bu bağlamda, akla pek yatkın olmasa bile, uç senaryoları da hesaba katmamız gerekiyor. İnsanın ancak anlayarak var olabileceği gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız.

[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olan Ali Aslan, aynı zamanda SETA Vakfı Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *