Hayat “zikir kokulu”ydu: Her işe “Bismillah” diye başlanır, sonunda “Elhamdülillah” çekilirdi. Ağızlardan “İnşallah-Maşallah” düşmezdi.
Batılılaşma sürecinde neler kaybettik?
Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit
Güzel geleneklerimiz, mimarimiz, hatta yiyecek ve içeceklerimiz bize unutturuldu.
Ama artık doğrulma (bir anlamda yeniden dirilme) vakti. Sayın Cumhurbaşkanımız, “yatay mimari” üstünde durdukça, bir şeylerin değişeceğini düşünmeye başladım.
Yeniden dirilişe katkısı olur düşüncesiyle, bir zamanlar vazgeçilmezlerimiz olan bazı âdet, töre ve geleneklerimizden bir demet sunmak istiyorum…
Bir yere mahalle kurulmadan önce mescit inşa edilir, “imam evi”, “müezzin evi”, “hizmetli evi” derken, semt yavaş yavaş “mahalle”ye dönüşürdü (Mescide “Beytullah” dendiğine göre, mahallelerde Allah merkezli bir hayat yaşanırdı.
Mahallenin en saygın kişileri “mahalle imamı”, “mahalle muhtarı”, “mahalle öğretmeni” ve “mahalle bekçisi” idi…
Sünnet tüm ayrıntılarıyla baş tacı edilirdi: 1830’larda İstanbul’a gelip dokuz yıl kalan Fransız yazar Brayer’in de belirttiği gibi, bu ülkenin Müslümanları “Peygamber Hazret-i Muhammed’e hayrandı… Hayatlarını ona göre düzenlemeye çalışırlar, sadece onu örnek alır, onun izinden gider ve sadece onu taklit ederler”di…
Hayat “zikir kokulu”ydu: Her işe “Bismillah” diye başlanır, sonunda “Elhamdülillah” çekilirdi. Ağızlardan “İnşallah-Maşallah” düşmezdi. Hatta öfkeleri, hayretleri ve dehşetleri bile “zikir” kokardı: Her adım, “Tevekkeltü Alellah” diye atılır, kızınca, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh…” çekilir, hayret edildiğinde “Hay Allah!..”, “Allah Allah”, “Lailahe illallah”, “Fesübhanallâh!”denilir, haksızlığa uğranınca “Hasbünallâh!..” eşliğinde Allah’a sığınılır, daha olmazsa “Neuzubillah!” denilerek yaka silkinirdi…
İnsanlar yere tükürmez, sokağa çer-çöp atmazdı: Çünkü bunun “kul hakkı” oluşturduğuna inanılırdı (Comte de Marsigli, “Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler, daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür” diyerek atalarımızı eleştiriyor)…
Her türden bitki, özellikle de caddelerdeki ulu çınarlar “zakir” (zikreden) muamelesi görür, tüm canlılarla birlikte tabiata saygı duyulurdu. Sokak hayvanları ile vahşi hayat koruma altındaydı (İtalyan yazar Edmondo de Amicis şöyle yazıyor: “İstanbul’da, sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür.”
Her mahallenin “Avariz” adı verilen bir vakfı vardı: Mahallenin ihtiyaçlarını bu vakıf karşılar, fakir-fukara, garip-guraba hem bu vakıf, hem de mahallenin zenginleri aracılığıyla “namerte muhtaç olmadan” haysiyetleriyle yaşarlardı…
Müstakil evler, “Evi kıbleye dönük olmayanın gönlü kolay kolay kıbleye dönmez” anlayışı içinde, mümkün mertebe kıbleye dönük inşa edilirdi.
Kaldığımız yerden devam edelim inşallah…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *