Sabitesizliğin Kaçınılmaz Sonu

Sabitesizliğin Kaçınılmaz Sonu

Küfrün bile bir sabitesi var. Modern dünya görüşü insan merkezli aklın ve tecrübenin kaynaklık yaptığı, bireyin özgür olduğu ve bu özgürlüğünü, seçtiği devletle korumaya alarak hevasını tatmin edeceği bir hayat kuruyor.

Sabitesizliğin Kaçınılmaz Sonu

Ahmet Altınok

Fizikte merkezkaç kuvveti diye bir kuvvetten bahsedilir. Bu kuvveti sürücü hocaları sürücü adaylarına anlatırlar. Bu kuvvetin nasıl hayat bulduğuna bir bakalım; “dairesel hareket sistemlerinde yani dönen sistemler için başlangıçta duran bir cisim (dönen bir atlıkarınca düşünün) harekete başladığında dışa doğru kayma eğilimi gösterecektir. Yani cisim dışa doğru bir ivme kazanacaktır.”

Peki sürücü kursu hocaları bu kuvveti sürücü adaylarına neden anlatmak zorundalar veya araba sürmekle bu kuvvetin ne alakası vardır? Kısaca açıklayayım. Araba bir viraja girince bu kural (sabite) kendini gösterir. Eğer hız fazla ise viraj de keskin olursa arabanın yoldan savrulması kaçınılmaz olur. Dolayısıyla hayati bir önem taşıyan bu sabiteyi sürücüler bilmeli ki, önlemini alsınlar ve sağ salim ulaşmak istedikleri adrese varsınlar. Viraja araba girmeden evvel hız kesilmeli, uygun vitese attıktan sonra debriyaj mutlaka kaldırılmalıdır. Debriyajın kaldırılması motor frenini etkinleştirir ve ayak freni ile birlikte bu kuvvete karşı koyar. Mutlaka duymuşunuzdur. Kırsal kesimlerde, filan derede bir traktör devrilmiş filanca ağır yaralanmış veya ölmüş diye. İşte bunun sebebi budur. Genelde dere kenarlarından geçen yollar yokuş aşağı ve virajlı olduğundan uygun vitese atılsa dahi ayak debriyajda olduğunda traktör yokuş aşağıya bu kuvvetin de etkisiyle dışa doğru artan bir ivmeyle yoldan savrulmuştur.

Demek ki, doğru yol üzerinde olmak, eğer yolda karşılaşacağımız engeller karşısında nasıl hareket edeceğimizi, hangi kurallara uyacağımızı bilmiyorsak, hedeflediğimiz yere ulaşamayabiliriz. Arabayı, hızın da verdiği bir heyecanla (nefs, zevk) kaptırır ve bir virajda bu sabiteye dikkat etmezsek maazallah yoldan saparız, savruluruz. Eğer hıza orantılı hasar da ağır olursa tekrar yola (Sırat-ı müstakime) çıkmamız mümkün olmayabilir.

Konumuzun başlığında geçen ‘sabitesizlik’ kavramını anlamak için sabitenin ne anlama geldiğini sözlüklere müracaat ederek kesinleştirelim. Kesinleştirelim ki, anlattıklarımız bizi bir kazaya uğratmadan hedeflediğimiz mesaja götürsün.

Sabite: yerinden oynamayan, gerçekliği tespit edilmiş, kanıtlanmış olan, önceden ayarlanmış, kararlı, anlaşılmış. Matematik terimi olarak da önceden belirlenmiş bulunan değişmez nicelik anlamlarına geliyor.

Şimdi asıl anlatmak istediğimize gelelim. Biz Müslümanlar, bir ömür üzerinde bulunacağımız, Allah’ın vadi, imtihan gerekçesiyle karşılaşacağımız engelleri ve bu engellere karşı koyabileceğimiz sabitelerimizi ne kadar biliyoruz? Belki, ‘biliyoruz’dan ziyade bildiğimiz bu sabitelere, reel hayat diye servis edilen, asılda hâkim olan dünya görüşlerinin sabitelerine uymadığı veya çeliştiği gerekçesiyle uymamanın doğuracağı sonuçlardan ne kadar haberdarız?

Şunun bilinmesi gerekir ki, sabitesiz bir insan veya toplum, havada süzülen bir tüy kadar bayağı ve hafif olur. Küçük bir esintide sağdan sola savrulur ve her türlü bataklığın, pisliğin içine saplanır. Savunduğu hakikate, görüşe ve bunun doğurduğu hayat şekline bağlı kalması mümkün değildir. Bir insanı erdemli, ahlaklı, dürüst kılan, prensipleri olup bunlara her daim uyan kişidir. Zaten dürüst bir kişilik veya Müslüman şahsiyet, prensipleri ve bunun hayata yansıyan davranış biçimi ile vardır. İnsanın hayvani özelliklerine gem vuran bu düşünsel ve ahlaki sabitelerdir.  Aksi taktirde geriye sadece biyolojik insan kalır ki, bu da hayvani içgüdülerin güdümünde çıkarları doğrultusunda görüşsüz, erdemsiz, ahlaksız bir hayatı yaşayan ve insan vasfına ulaşamayan, Müslümanlar için ise muttaki mümin vasfına ulaşamayan bir varlıktan öteye gidemez.

Dikkat edersek sabitesi olmayan farklı kültürlerin insanları, düşünüş ve yaşayış biçiminde aynılık gösteriyorlar. Her toplumun bayağı insanları, sosyal hayatlarında gerek insani ilişkilerinde gerekse mal mülk edinmede ve diğer işlerinde çok benzerlikler taşırlar. Bu insanların prensipleri fayda, çıkar, kâr, kayırma, ben, biz, kazanma gibi egosantrik (benmerkezci) eğilim taşır. Devlet, ticaret, siyaset, ailevi, eğlence, kılık kıyafet vs. anlayışlarını kıyasladığımızda kastımız anlaşılacaktır.

Öne çıkan en belirgin aynılık özelliği, bu insanların sonsuz bir ‘tüketim arzusuna’ sahip olmalarıdır. Hayatlarını dünyadan ibaret sanan bu insanlar, insani ilişkileri oluşturan tüm erdemleri tüketiyorlar geriye ise hayvani içgüdülerin duygusuz, saldırgan, yararcı, savunmacı, hedonist (hazcı), yok edici… özellikleri kalıyor.

İslam bize ilk önce İslam’ın sabitelerini oluşturan akideyi öğretir. Bu ise Müslümanı muttaki seviyesine taşıyan dinamizmin alanıdır. Dolayısıyla akide bilinmeden Müslüman’ın ve toplumunun ayakları yere sağlam basmayacaktır.

“Hep birlikte Allah’ın kulpuna sımsıkı sarılın” (Al-i İmran 103) ayeti müthiş bir öğretidir. Ayeti öncesindeki ve sonrasındaki ayetlerle birlikte dikkatli analiz edersek yukarda bahsetmek istediğimiz anlaşılacaktır. Hep birlikte yani müminlerin birlikteliğini sağlayacak olan bir kulpa yani sabiteye sarılma, bağlanma o topluluğun hem dünyada hem de ahirette kurtuluşunu sağlayacaktır. Tabi bir de bu sabiteye kaynaklık edeni de unutmamak gerekiyor. Bu sabite Allah’ın sabitesidir. Demek ki, İslam toplumunun oluşması ve ayakta kalması Allah’ın sabitesine bağlanınca mümkün oluyor. Öyleyse başka kaynaklı sabitelere uymak veya farklı kaynaklı sabiteleri uzlaştırmak çözüm değildir. Bu ortaklaştırma ancak zehirli bir karışımı ortaya çıkarır. Eğer uzlaştırılırsa bu Allah ile O’nun dışındaki bir kaynağı ortaklaştırmış anlamına da gelir ki, bu tabiata ters ve çok komik bir haldir. Düşünelim! Aynı kalibrede olmayan hatta birbirinden ilim, güç bakımından çok uzak, yan yana bulunması imkânsız olan iki kaynağı birbirinin alternatifi kabul ediyoruz. Toplumsal düzeni oluşturacak hukuk ve ahlak sisteminin tesisini, bu alanın uzmanlarına değil de evi barkı olmayan başı boş bir hayat yaşayan bir avareye bırakmak kadar basit olur.

Bir de Bakara suresi 256. ayete bakalım:

“Dinde zorlama yoktur. Hak yol, batıl yoldan apaçık ayrılmıştır. Kim tağutu tanımayıp, Allah’a iman ederse, muhakkak ki o (kimse) kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Bu ayeti ve yukarda anlattıklarımı başta verdiğim merkezkaç örneğiyle kıyaslayarak anlamaya çalışalım. Bir insanın nasıl bir yola gireceği veya o yol üzerinde nasıl ilerleyeceği tamamen insanın kendi iradesine bırakılmıştır. Bu yoldaki doğru ve yanlış davranışlar anlatılmış ve ayrıştırılmıştır ki, insan kendini yoldan saptıracak ve saptırmayacak olan sabiteleri, kuralları bilsin. Tabi bu sabiteleri belirleyen mercii de bilmelidir. Kendisinde tuğyan, isyan, saptırıcı özellikler barındıran bir varlığa veya öğretiye değil de o yolun yaratıcısı mutlak ilim ve merhamet sahibi olana bağlanması gerekir. Böylece onu doğru yoldan saptırmayacak en sağlam ilkeye, akideye bağlanmış olsun.

Burada akide kavramının da anlamını verelim ki, yukardaki anlatılan düşünceye neden isim olmuş, anlayalım. Akide katılaşmış şey, toplama, bağlama, düğüm, sözleşme anlamlarını ihtiva eder. İslami terminolojide ise Allah’ın belirlediği imana taalluk eden sabitelere bağlanma adına Allah’la yapılan sözleşmenin maddeleridir.

Eğer bu maddelerden birine uyulmazsa akide bozulmuş olur. Sırat-ı müstakimden sapmanın adıdır bu.

Yeri gelmişken bu sabiteler içinde en belirleyici ilkenin de şirk sapkınlığına düşmek olduğunu belirtelim ki, insan yaptığı iyi işlere güvenerek doğru yolda olduğunu zannetmesin. Çünkü şirk, tüm amellerin boşa çıkması anlamına gelir. Bu şuna benzer: Virajdan sapıp da derin bir uçuruma yuvarlanan arabanın bagajındaki yükünün paramparça olması veya kazada ölmüş insanın o yükten hiçbir nasibinin olmaması gibi.

Allah’la yapılan akit bozulursa ahirette, iyi davranışlarımıza ödül verecek olan kim ola ki? !

Şirk zaten sabiteleri karıştıran bir zihnin ürünü değil midir? Bir tarafta Allah’a ait haklar diğer tarafta bu haklara hakkı olmadığı halde Allah’a ortak olduğu zannedilen diğerleri. Bu, sabiteleri karıştıranların vardığı sonuçtur.

Öyleyse ‘sabitesi olmayanın sabitesi Şirktir’ dersek abartmış olmayız.

Zannediyorum insanlığın içine düştüğü post-modern dönem bu psikolojinin bir sonucudur. Modernizm küfür iken modern sonrası şirktir diyebiliriz.

Post-modern Şirk düşüncenin oluşturduğu ‘ahlakı’, Ahmed Kalkan hocamın İnzar dergisine verdiği tatil üzerine bir röportajında sarf ettiği şu cümleler zannediyorum meseleyi açığa kavuşturacaktır. “Başörtülü mankenlere benzeme gayreti… Üstü kapalı altı havalı; uygunsuz etek üstü türban; üstte başörtüsü altta dar kot pantolon; üstü Mekke, altı Paris; bacakları açık ama başı kapalı tipler… Bunların babaları var, akrabaları var, bazılarının kocaları da. Sayıları da giderek artıyor. Peki, bunların tatil ihtiyacını kim giderecek? Bunların plaj ihtiyaçları görmezden mi gelinecek? Birileri çıkıyor, bu hizmetleri insanımıza sunuyor. Talep varsa arz da olacaktır.”

Koyu harflerle işaretlediğim yerler toplumu oluşturan kesimleri, kurumları anlatıyor. Bu kesimler nasıl da birbirlerine bağlı işliyor, değil mi?

Evet bize bugün servis edilen ‘dünya görüşü ve bunun üzerine bina edilen hayat biçimi’ (İslam literatüründe bunun karşılığı DİN terimidir) post-modern düşüncenin ahlakı işte budur. Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir husus da şudur. Her dinin sabitesi vardır. Post-modern dinin sabitesi, farklı dinlerin sabitelerinin uzlaştırıldığı, bunların aynı anda bir bedende (gerek kamusal gerekse özelde) olabileceği ve bunların kaynağının ‘insan arzusu’ olması gerektiği sabitesidir.

Demek ki, küfrün bile bir sabitesi var. Modern dünya görüşü insan merkezli aklın ve tecrübenin kaynaklık yaptığı, bireyin özgür olduğu ve bu özgürlüğünü, seçtiği devletle korumaya alarak hevasını tatmin edeceği bir hayat kuruyor. İslam, hangi gerekçeyle olursa olsun buna cevaz vermez.

Yeri gelmişken burada işleyen bir Sunnetullah’dan da bahsetmek isterim. Küfür olsun Hak olsun kurulan düzen, kaynağı bir olan sabitelere dayanırsa bu düzen yaşar, gelişir, güç olur. Fakat farklı kaynaklı sabitelerin ortaklaştırıldığı, uzlaştırıldığı bir düzen sallantıda olur. Sebebi ise bir düzeni oluşturan sabitelerin uyumsuzluğudur. Aynı cinsten olmayışıdır.

Dikkatli bakılırsa post-modern evre aslında batı düşünce dünyasının sallantıda olduğu anlamına da geliyor. Sabitelerin karıştırıldığı bulanık bir zihin tahayyülü. Bunun sonu çöküştür. Bir alternatif üretilmezse herkes, Müslümanlar dahi bu çöküşün altında kalırız. Müslümanlar taklidin ötesine geçemiyor. Taklit arkadan takibi gerektirdiği için çöküşün altında ezilmek kaçınılmaz olacaktır.

Sabite düzen demektir. Düzen huzur demektir. Huzur ise insanın vuslatıdır.

İnsana rabbi tarafından verilmiş en değerli lütuftur. Ama buna ulaşmanın bir usulü ve zahmeti vardır. Bu, doğru tercihlerde bulunmanın ve üzerinde bir ömür emr olunduğu gibi dosdoğru kalmanın” (Hud, 112) mücadelesi ve zahmetidir. Bu tercihler hem dünyamızı hem de ahiretimizi huzurlu kılacaktır. Fakat tercihte bulunmak o kadar zorlaştırılmıştır ki, insan tercihler arasında boğulmakta, ölümden kaçarken sıtmaya razı olmakta. Bu hengamede nefsin de kolayı sevmesi çoğunlukla arzuların doğrultusunda tercihler yapmayı sağlamakta. Bu zorluk, tercihler berraklaştırılarak aşılabilir. Bu ise mücadelemizde vereceğimiz önceliklerle alakalıdır. Öncelikler, asıllar yani dinin ilkeleri sabiteleri bir nevi arındırma görevi de yapacaktır. Fakat Müslümanların zihni birçok konuyla meşgul.

Burada aklıma, iş bulamayan bir işçiye, ne iş yaparsın sorusuna, her işi yaparım demesi geliyor. Her işi yapan bir insan hiçbir işte kaliteyi yakalayamaz. Çünkü uzmanlık alanı yoktur. Her işin kendi incelikleri vardır. İnsanın zihin ve el becerileri bu incelikleri öğrenmek için o işe yoğunlaşmalıdır. Her işe el atan ise, o işlerin kabasını öğrenir ama istenilen kaliteyi yakalayamaz.

Newton’a sormuşlar, deha nedir diye. O da ‘yoğunlaştırılmış dikkattir’ demiş.

Biz Müslümanlar neye yoğunlaşacağımızı bilmiyoruz, neyi önceleyeceğimizi bilmiyoruz, nerden başlayacağımızı bilmiyoruz. Eğer tercihleri berraklaştırmak istiyorsak ilk yapmamız gereken zihnin gelişimini sağlayacak olan okumaktır. Özellikle asılımız, önceliğimiz olan Kur’an’ı. Sonra tüm hüsn-i zannımızla tartmaktır. Hayat kuran sabiteleri, önümüze sererek farklı ideolojilerin sabitelerini ayıklayarak her ideolojinin sabitelerini kendi bütünlüğü içinde değerlendirip sonuç aramalıyız. İşte o zaman göreceğiz ne nereye aittir. Bir sabite hangi ideolojik sistemin parçasıdır.

Örneğin, sobanın ısıtma elementini buzdolabına takmakla içindeki yiyecekler nasıl bozulursa İslam’a ait olmayan bir sabiteyi Müslüman’ın hayatına dahil etmek de akideyi ve ameli öyle bozar.

Bakalım Müslüman beldelerin haline. Dengede olan ne var? Belki iyi niyetlerimiz bizi aldatıyor. Şartlar gereği ‘Muhafazakâr Laik-Demokrat’ modeli şimdilik tercih etmeliymişiz yoksa bize hayat tanımıyorlarmış. İlerde kesinlikle İslami bir hayata geçiş yapılacakmış. Bu bir aldanıştır. Sabitesiz bir hayat, Sünnetullah gereği düzlüğe çıkamaz! Kendi düzlüğümüze ancak kendi sabitelerimizle çıkabiliriz. Aksi taktirde arafta kalmaya müstahakızdır. Hem bu dünyada hem de Ahirette zelil olmak ayetleri bize bunu anlatmıyor mu?

Zümer 3:

“Bil ki halis din Allah’ındır. Ondan başka veliler edinenler:-Biz bunlara, bizi Allah’a yaklaştırmalarındanbaşka bir sebeple kulluk etmiyoruz derler. Allah, anlaşmazlığa düştükleri konuda aralarında hükmü verecektir. Şu kadar var ki Allah yalancı, inkarcı kimseye yol göstermez.”

Al-i İmran 56:

“O kafir olanları dünya ve ahirette şiddetli azaba çarptıracağım, onların yardımcıları da olmayacaktır.”

Bakara 114:

“Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyenlerden ve onları yıkmaya çalışanlardan daha zalim kim vardır? Onların, oralara girmemeleri, girseler bile korka korka girmeleri gerekir.Onlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.”

Tevhidin kavranması ve istenmesi halinde düzen, bunun sonucu olarak ta vahdeti oluşturacak dinamizm ortaya çıkacaktır. Allah’a ait hakların tamamen O’nda toplanması bu düşünceye sahip olan insanların da düzene girmesini sağlar.

Sabitesiz Müslüman bugün farklı, birbiriyle çelişen sabiteleri ihtiva eden kavramları, birleştirerek kendine ad alıyor. Demokrat Müslüman, milliyetçi Müslüman vs.

Bu davranış biçimi akla yapılan büyük bir zulüm değil midir?

Bilirsiniz bilgisayar programları protokoller üzere çalışır. Doğru bir sonuç alabilmek için protokollerin doğru ve bir sistematik içinde çalışması gerekir. Protokollerden biri bir virüs etkisiyle silinmiş ise ERROR verir.

İşte çelişkiler içinde nasıl işlem yapacağını bilemeyen insan akılı da böyle ERROR veriyor.

Son olarak;

Error Latincede errare’den türemiş bir kelime olup başıboş, hedefsiz ortalıkta dolaşmayı, kaybolmuşluğu ifade eder.

Öyleyse,

Heyhat!

Müslümanlar ERROR veriyooor…

(Venhar Haber)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *