Trump’la birlikte iyice görünür hale gelen ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik yönelimsizliği bireysel (başkanın karakteri), bürokratik ve sistemsel (bölgesel ve uluslararası) bir karmaşanın toplamı.
İSTANBUL – ZAHİDE TUBA KOR
Aralık ayında ABD Başkanı Donald Trump’ın ani bir kararla Suriye ve Afganistan’dan askerleri çekeceğini duyurması, Washington’da deprem etkisi meydana getirirken, “ABD’nin oturmuş bir Ortadoğu politikası var mı?” sorusunu da gündeme getirdi. “ABD ve Ortadoğu” denildiğinde aklımıza “Büyük Ortadoğu Projesi” gelmesine ve bölgede yaşanan her gelişmeyi “büyük planların” bir parçası sayma alışkanlığımıza rağmen, aslında Oğul Bush’un ardından, Amerikan yönetimlerinin uzun vadeli büyük stratejileri hiç olmadı. Trump’la birlikte artık iyice görünür hale gelen ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik yönelimsizliğini -birbirinden keskin çizgilerle ayırmak mümkün olmasa da- bireysel (başkanın karakteri), bürokratik ve sistemsel (bölgesel ve uluslararası) temellere dayandırmak mümkün. Bürokratik ve bireysel boyut bu yazıda ele alınırken, sistemsel boyut ayrı bir yazının konusu olacak.
Dış politikanın istikametini, yürütmenin başı belirlese dahi şekillenmesi ve uygulanmasında asıl mekanizma bürokrasidir. Yıllardır Amerikalı dış politika yazarlarının birçoğu, -bilhassa terörle mücadele çerçevesinde DEAŞ’ı ortadan kaldırmak dışında net bir stratejinin olmadığı Suriye ve Irak politikasından hareketle- Amerikan bürokrasisinin strateji geliştirme ve uygulamada yavaş davranmasını, beceriksizliğini ve uzmanlıktan yoksun oluşunu eleştiriyor. Onlara göre Ortadoğu’yu iyi bilen ve stratejik düşünme becerisine sahip uzmanlar, çoktandır yönetimden uzaklaştırılmış durumda. Bunun zirve noktası ise Trump yönetimi.
Trump’ın ilk icraatı, selefi Obama tarafından atanmış bütün büyükelçileri (ayrıca üst düzey yargı ve bürokrasi mensuplarını) görevden almak oldu. Ardından birçok nitelikli diplomatın yeni politikalar karşısında birbiri ardına istifasıyla Amerikan dışişlerinde derin bir kriz baş gösterdi. Trump görevde ikinci yılını tamamlamış olsa da, Dışişleri Bakanlığı’nda birçok kilit makama hâlâ atama yapılmadı; dahası Ortadoğu’nun hemen hemen hiçbir kilit ülkesinde Amerikan büyükelçisi yok. Bu aslında Trump’ın kasıtlı bir politikası. Amerikan kurumlarının altını oymayı temel görevi addettiğinden ve küreselleşmiş elit ve müesses nizama savaş açtığından, boş kadrolara atama yapmayı gereksiz görüyor.
Aslında temel mesele, Trump’ın atayabileceği, kendisiyle hemfikir, güvenilir ve elde hazır bir kadronun bulunmaması. Yeni Amerika adlı düşünce kuruluşunun kıdemli uzmanlarından Michael Lind, Trump’ın seçilmesinin ardından kaleme aldığı bir makalesinde -son derece yerinde bir tespitle- “Donald Trump’ın karşı karşıya olduğu en büyük meydan okuma, […] Trumpçılığı uygulayabilecek üst düzey Trumpçıların yokluğu” [1] diyerek yetişmiş kadro eksikliğine ve entelektüel zeminsizliğe işaret etmişti. Tam da bu yüzden Trump üst kademeleri, kendisi gibi işadamları, (kızı Ivanka ve damadı Jared Kushner gibi) aile bireyleri ve en çok da emekli veya muvazzaf generaller veyahut bir dönem orduda görev yapmış asker kökenlilerle doldurdu. Öyle ki ABD’yi askeri bir cuntanın yönettiği, bir savaş kabinesi kurulduğu uzun süre yazılıp çizildi.
Trumpçılık, tıpkı Avrupa’daki aşırı sağcı partiler gibi, herhangi bir fikri-felsefi zemine oturmayan, salt mevcut sisteme öfkenin ve küreselleşmeye karşı popülist milliyetçi tepkinin bir ifadesi. Yani “Amerika’yı yeniden büyük ve güçlü yapmak” gibi halkın kulağına hoş gelen boş vaatler dışında kendi içinde tutarlı ve üzerinde kafa yorulmuş herhangi bir politika içermiyor. İçe kapanmacı ve Obama karşıtı bir çizgiyi benimsiyor. Ne Amerikan nüfuzunu dünyaya dayatmak ne de müttefiklerini korumak için küresel jandarma rolü oynamaya razı.
Trump’ın Ortadoğu politikasına damgasını vuran özellik, çok başlılık. Bunu Beyaz Saray’ın (yani Trump ve damadı Kushner’in) Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseninde, dışişleri ile savunma bakanlıklarının ise Katar’ın yanında zıt pozisyonlar aldığı Katar-Körfez krizinde alenen gördük. İşadamı kökenli ilk bakan Rex Tillerson döneminde Dışişleri etkisizleştirilirken, Trump’ın (kendisi gibi siyasi ve diplomatik tecrübesi olmayan) dış politika başdanışmanı Kushner, “Yüzyılın Anlaşması” diye pazarlanan Filistin-İsrail “barış” süreci ve Körfez’le ilişkilerin yönlendirilmesi gibi Ortadoğu’nun kritik dosyalarını üstlendi. Kushner, Suudi Arabistan ve BAE veliaht prensleriyle çok yakın bir ilişki kurdu; hatta -kendisi gibi tecrübesiz- Suudi prense politikalarını şekillendirirken akıl hocalığı yaptı. Mesele sadece Tillerson-Kushner çekişmesi de değildi. Zira Tillerson, Kushner’in yanı sıra, dönemin BM Büyükelçisi Haley ve Milli Güvenlik Müsteşarı McMaster’ın da dış politikada kendi sahasını ihlallerinden defalarca yakınacak ve “Dört dışişleri bakanı olamaz” diyecekti. [2] Dolayısıyla karar alma ve uygulamada hayati olan, kurumlar arası süreç de ortada yoktu. Dahası, yönetim içinde farklı ekiplerin adeta bir savaş hali vardı ki istifalara rağmen bu hâlâ aşılabilmiş değil.
Aslına bakılırsa, gerek farklı kliklere ayrılmış bürokratik kadrolar içinde gerekse atanmışlar ile seçilmişler arasındaki gerginlikler her ülkede ve her yönetimde yaşanır; bu doğaldır. Bu defa farklı olan, nevi şahsına münhasır bir kişiliğe sahip başkanın mevcut sistemi yıkmaktaki kararlılığı ve Twitter’ı aktif kullanması nedeniyle, daha evvel kapalı kapılar ardında ve daha düşük düzeyde süregiden gerginliklerin artık bir “reality show” tadında gözümüzün önünde cereyan etmesi. Buna “Trump farkı” diyebiliriz.
Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yılını anlatan Ateş ve Öfke: Trump’ın Beyaz Sarayı’nın İçinde kitabının yazarı Michael Wolff’un şu satırları durumun iyi bir özeti: “Dış politikada ne bir sistem vardı, ne de bir politika üretme veya tartışma süreci… İçeride ve dışarıda birbiriyle rekabet eden taraflar, uzmanlığı kötüleyen ve kendi içgüdülerinin herhangi bir profesyonel tavsiyeden daha üstte olduğuna inanan, olgulara dirençli bir adamın dikkatini çekmek için itişip kapışıyorlardı.” [3]
Bireysel boyuta inildiğinde, karşımıza egosu ve duygusal ihtiyaçlarının iç ve dış politikasını belirlediği bir başkan çıkıyor: Siyasette tecrübesiz ve bilgisiz, ucuz popülizmle taraftar toplayan, iç ve dış politikayı Twitter üzerinden (zaman zaman Fox News izleyerek) yönlendiren, akıbetini hesaplamadan ani kararlar alabilen, hatalarını asla kabullenmeyen, sert ve kararlı bir imaj vermeye çalışan, sürekli övgü ve pohpohlanma bekleyen, kelime dağarcığı sadece birkaç yüz kelimeyle sınırlı, kendisine verilen günlük brifingleri dinlemeyecek kadar sıkılgan ve umursamaz, önemli dünya liderleriyle görüşmesi öncesinde hazırlanan belgeleri okumaya tenezzül etmeyen sıra dışı ve skandal bir başkan.
Hal böyle olunca, Trump yönetimi, kadroların en hızlı değiştiği yönetim unvanını daha şimdiden almış durumda. Güvenlik ve dış politika bürokrasisindeki neredeyse tüm kilit kadrolar iki sene içinde en az bir defa değişti. Üst kademenin sıkça el değiştirdiği, daha alt kademelerin ise boş olduğu bir yönetimde, uzun vadeli stratejik kararlar alıp uygulamak imkânsızdır. Zaten mevcut yönetim de taktik adımlarla işi yürütüyor. Kısmen var olan stratejiler de gerek Trump’ın fevri ve “narsist” kişiliği gerekse Twitter’dan iç ve dış politikayı şekillendirme garabeti yüzünden altüst oluyor. Trump’ın işadamı alışkanlığıyla kısa sürede bol kazanma ve ucuz maliyetli zafer arayışı da taktik politikalara mahkûm kılıyor.
Trump’ın kafa karıştırıcı politikalarının ardında, birbiriyle çelişen iki ayrı düşünce var: Birincisi, bir tüccar mantığıyla “Bu işten çıkarımız ne?” sorusuyla özdeşleşen, Ortadoğu’ya müdahil olup başkaları uğruna ağır bedeller ödememe ve önceliği Amerika’ya verme isteği. İkincisi, baskın bir duygu olan, hiçbir zaman zayıf görünmeme arzusu. İşte Trump bu sarkaçta, -duygusal durumu ve çevresinin ikna kabiliyeti dâhilinde- sürekli bir o yana bir bu yana salınıyor; çelişen politikalar arasında gidip geliyor.
Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi, gerilimi tırmandırma politikasına ve kuvvet kullanma tehdidiyle desteklenen zorlayıcı diplomasiye zaman zaman başvursa da, hasımlarına karşı askeri harekâta girişmek yerine, elindeki iktisadi ve ticari araçları ana koz olarak kullanıyor. Bu bağlamda yaptırımlar ve dolar silahıyla iktisadi ve siyasi baskı politikası uyguluyor. Yine sözde müttefiklerini hizaya sokmak ve belirli politikalara zorlamak için mali yardımları kesiyor. Benzer şekilde, ucuz maliyetli bir yöntem olan örtülü operasyonlarla halkları rejimlerine karşı kışkırtıyor. Yeni Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun CIA başkanlığından gelmesi bu taktiğe çok daha fazla başvurulmasını sağlayacak.
Öte yandan Trump ekibinin bir diğer baskın karakteri, Evanjelik Hristiyan sağından yabancı düşmanlarını, azılı İslam karşıtlarını, İsrail’e kayıtsız şartsız destek çıkanları ve medeniyetler çatışması çıkartabilecek zihniyettekileri barındırması. Kendisi dindar bir Hristiyan olmasa da Trump Evanjelik çevrelerin etkisi ve kuşatması altında. Bu da Ortadoğu politikasına, özellikle Filistin, İsrail ve İran ayağına doğrudan yansıyor. Trump’ın diplomasiye inanan ve onu dizginlemeye çalışan ilk ekibi istifalar ve tasfiyelerle saf dışı kalırken yerine, Ortadoğu’da yeni kaos ve çatışmalar çıkarma ihtimali bulunan, özellikle İran nefretiyle tanınan John Bolton, Mike Pompeo gibi şahin Evanjelikler gelmiş durumda. Asıl tehlikeli olan ise içe kapanmacı Trump azledilirse, yerine sıkı Evanjelik Başkan Yardımcısı Mike Pence’in geçecek olması.
İlk iki yılında Trump’ın başı yargı ve medyayla dertteyken, ara seçimlerde Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu Demokratların ele geçirmesiyle yeni bir süreç başlıyor. Bundan böyle yasama ile yürütme erkleri arasında yaşanacak kıyasıya mücadele, Ortadoğu politikasını derinden etkileyecek ve hem yönetimin kendi içinde tutarlı politikalar izlemesini engelleyecek hem de Evanjeliklerin şahin damarını baltalayacak. Keza 2000’li yıllarda başarısız Afganistan ve Irak maceralarından ve 2008 finansal krizinden beri, Amerikan halkının hem dış müdahaleleri hem de denizaşırı askeri varlığı sorgulaması da Evanjelik projeyi akamete uğratacak.
Dolayısıyla “Pax-Amerikana”yı hedefleyen Bush dönemi neoconları tarzı bir yeni Amerikan müdahaleciliği ve bölgesel dizayn girişimi ihtimali yok. Ama ABD bölgedeki müttefiklerinin ihtiraslarını ve korkularını dizginlemeye kalkışmayacak. Mesela İsrail’in saldırganca hareketleri önümüzdeki dönemde daha da artacak. ABD artık Ortadoğu’da başat aktör değil; ellerini taşın altına koyan müttefiklerini destekleyici bir role doğru kayıyor. Müttefikleri desteklemenin derecesini de “Parayı veren düdüğü çalar” mantığı belirleyecek; en azından Trump yönetimde kaldığı müddetçe…
Velhasıl, Afganistan’dan Suriye’ye ve Irak’a, Filistin-İsrail “barışı”ından İran’a birçok konuda kamuoyuna çeşitli planlar açıklansa veya sızdırılsa da, bunları ne Washington’da sağlam adımlarla uygulayacak bir bürokratik kadro var ne de bölgede öyle kolayca ve maliyetsiz şekilde hayata geçirme imkânı. Trump etkisi de cabası.
[Ortadoğu politikaları alanında çalışan Zahide Tuba Kor’un araştırma konuları arasında dinler ve mezhepler tarihi ve Türk dış politikası bulunmaktadır]
[1] Michael Lind, “Trump Needs His Own Army of Experts”, National Interest, 21.12.2016 (tercümesi http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2017/01/mlind-trumpin-kendi-uzmanlar-ordusuna.html)
[2] Jamie Merrill, “Situation vacant: Trump leaves Saudi embassy empty ahead of bin Salman visit”, Middle East Eye, 28.2.2018 (tercümesi http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2018/03/jmerrill-eleman-araniyor-trump-bin.html)
[3] Chris Doyle, “The Middle East could do without Trump’s vision”, Middle East Eye, 11.1.2017 (tercümesi http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2018/01/cdoyle-ortadogu-trumpin-vizyonu-olmadan.html)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *