Ağustos ve Kasım ayında iki aşamalı olarak uygulanmaya başlayan yaptırımlar, İran ekonomisinin bel kemiğini oluşturan petrol satışlarına önemli bir darbe vurdu ve ülkenin petrol ihracatının yaklaşık yüzde 50 oranında azalmasına neden oldu.
İSTANBUL – HAKKI UYGUR
2018 yılının Mayıs ayında ABD Başkanı Donald Trump’ın İran ve 5+1 ülkeleri arasında imzalanan nükleer anlaşmadan (JCPOA/KOEP) çıkması ve iki hafta kadar sonra Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun “İran’ın normalleşmesi için” çok sayıda şart ileri sürerek bunları yerine getirmemesi durumda ağır yaptırımlarla karşılaşacağını açıklaması, birçok gözlemci tarafından 2019 yılının İran ile ilgili gelişmelerin ön plana çıkacağı bir yıl olarak değerlendirilmesine neden oldu.
Nitekim Ağustos ve Kasım ayında iki aşamalı olarak uygulanmaya başlayan yaptırımlar, şu ana kadar İran ekonomisinin bel kemiğini oluşturan petrol satışlarına önemli bir darbe vurdu ve ülkenin petrol ihracatının yaklaşık yüzde 50 oranında azalmasına neden oldu. ABD yönetimi Kasım ayında, Türkiye’nin de içinde yer aldığı İran’ın önemli alıcılarına bir kereliğine mahsus muafiyet tanıdığını ve Mayıs ayına kadar İran’dan alımların sıfırlanmasını beklediğini açıkladı. ABD’nin baskılarının sürmesi durumda petrol satışları sıfıra düşmese bile, Tahran’ın petrol ihracatında yeni bir yüzde 50’lik azalma daha yaşanabilir. Satılan petrolün ödemesinin döviz cinsinden ve resmi bankacılık sitemiyle İran’a girmesinin mümkün olmadığı düşünüldüğünde, kalabalık bir nüfusu beslemesi gereken ülke ekonomisinin yakın gelecekte ciddi bir kriz içine girmesine kesin gözüyle bakılıyor.
Havlu atan Avrupa
Öte yandan İran, ABD’nin ekonomi alanındaki hamlelerine şu ana kadar kayda değer bir karşılık verememiş durumda. Trump’ın Mayıs öncesi tehditlerine aynı perdeden cevap veren İranlı yetkililer, ABD’nin çıkmasına rağmen JCPOA’da kalmanın ülkenin yararına olacağını fark ettiklerinden, misillemede bulunmadı ve anlaşmada kalan diğer 5 ülkeyle çıkış yolu aradılar. Tahran yönetiminin önemli beklentisine karşılık, geçtiğimiz altı aylık sürenin gösterdiği üzere, Avrupa ülkeleri bu süreçte ABD’nin baskılarına direnemedi ve sürekli konuşulan Avrupa merkezli alternatif ödeme sistemi (SPV) -en azından bugüne kadar- hayata geçirilemedi. Oysa ilk aylarda bu mekanizmadan Çin, Rusya ve Türkiye gibi üçüncü ülkelerin de faydalanması planlanmaktaydı.
Avrupa ülkelerinin ilk aylarda İran’ı kollar tutumlarının değişmesine İranlı yetkililerden de tepkiler gecikmedi ve başta Cevad Zarif olmak üzere üst düzey isimler Avrupalıların siyasi inisiyatif ve bağımsızlık sahibi olmadıkları yönünde ciddi eleştiriler dillendirdiler.
Yeni yılla birlikte, İran ile Avrupa arasındaki gerilim yalnızca yaptırımlar konusuyla sınırlı kalmadı ve İran gizli servisinin Danimarka ve Hollanda’da bazı siyasi muhaliflere suikast düzenlediği suçlamasıyla, ilişkiler son yılların en gergin seviyesine ulaştı. Avrupa ülkeleri İran İstihbarat Bakanlığı’na yönelik yeni yaptırımlar açıklarken, İran’ın son roket denemelerine (AB’deki tek nükleer silah sahibi ülke olan) Fransa’nın verdiği sert tepki de, İran’ın ABD ile olan problemini çözememesi durumunda Avrupa ile herhangi bir siyasi, ekonomik olumlu gelişmenin yaşanamayacağını net bir şekilde ortaya koymuş oldu.
ABD’nin yeni hamleleri
ABD ve Polonya tarafından ortaklaşa şekilde Varşova’da 13 Şubat’ta düzenleneceği bildirilen uluslararası toplantı da, İran’ı kuşatma hamlesinin yeni yılda hızlanarak devam edeceğini gösteriyor. Anlaşmadan çekilmeyi takip eden ilk altı aylık süreçte Avrupa ülkelerinin İran hususundaki pozisyonunu değiştirmek için çabalayan ve bunda önemli başarı da yakalayan Trump yönetimi, baskının ikinci ayağını oluşturan bölgesel koordinasyonu da Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun son bölge gezisiyle gerçekleştirmiş oldu. Nitekim ziyaret boyunca Pompeo’nun sürekli olarak İran vurgusu yaptığı görüldü.
Bakan’ın Katar ambargosuyla ilgili olarak “bu iş fazla uzadı” demesi dahi İran karşıtı cepheyi zayıflatma endişesinden neşet ediyor. Zaten Katar ve Irak hariç bölgedeki Arap ülkelerinin İran’a yaptırımlar konusunda ciddi bir itirazları bulunmuyor. Görünüşe göre ABD, İsrail’in de katılması düşünülen bu konferansla İran meselesini uluslararası soruna dönüştürmeyi ve İran’a karşı atacağı daha ileri adımlar için küresel bir meşruiyet ortamı sağlamayı düşünüyor. Zira Filistin meselesi, Kaşıkçı cinayeti ya da Yemen ve Suriye’deki insani krizler dururken İran eksenli uluslararası bir Ortadoğu konferansı düzenlemenin başkaca bir anlamı yok.
İran’ın çabaları
Çemberin daraldığının farkında olan İranlı yetkililer, özellikle Obama döneminde tecrübe ettikleri ve yıkıcı etkisi hâlâ süren ekonomik baskılardan mümkün mertebe kaçınabilmek, son bir yılda döviz fiyatlarında yaşanan felaketin reel ekonomiye yansımasının önüne geçebilmek ve doğrudan müzakerelere kadar zaman kazanabilmek amacıyla, Asya ülkelerine ve komşularına yönelik bir diplomasi atağına başladı. Bu bağlamda Çin ve Hindistan’a büyük önem atfeden İran, bu ülkelerle yerli para birimlerinin kullanımı dahil farklı ticaret yolları geliştirmeye ve yaptırımların sıradan halk kitleleri üzerindeki etkisini azaltmaya çalışıyor.
Fakat Çin’in elektronik devi Huawei yöneticilerini İran’a yaptırımları deldikleri bahanesiyle ABD’nin üçüncü ülkelerde tutuklatacak kadar cüretkâr davranması, bu stratejinin ne kadar işe yarayacağı hususunda soru işaretleri doğuruyor. İran kendisinin, günün sonunda büyük güçlerin trilyon dolarlık ticaret pazarlıkları masasında vazgeçilebilecek bir kart olduğunun bilincinde. Nitekim Obama döneminde İran’a yaptırımları delmedeki rolüyle bilinen Çin Bankası Kunlun’un İran ile işlemlerini durdurması önemli bir gösterge. Zaten birçok İranlı yetkili, özellikle ABD’de itirafçılığa zorlanan İranlı iş adamının verdiği bilgilerin, yaptırım karşıtı alternatif yolların kullanımını ciddi ölçüde zora soktuğunu açıklamıştı. Bu nedenle İran’ın ambargolardan kaçabilmek için yeni yöntemler icat etmesi gerekiyor ve Trump’ın öngörülmesi güç muhtemel tepkilerinin de etkisiyle, bu riski göze alacak çok fazla ülkenin kalmaması da İran’ın işini zora sokuyor.
Bu noktada İran’ın komşuları özel önem kazanıyor. Başta Afganistan ve Irak gibi İran ve ABD nüfuzu altında bulunan ülkeler olmak üzere, Türkiye ve Pakistan benzeri bölgesel güçlerin tutumu da İran’ın yakın gelecekteki ekonomik ve siyasi meydan okumalarla mücadelesinde belirleyici rol oynayacak. İran’a uygulanan baskıların ekonomik baskıların ötesine geçtiği ve Trump’ın Mayıs ayındaki kararından sonra Kürt, Arap ve Beluc kökenli etnik silahlı grupların saldırılarını yoğunlaştırdığı göz önüne alındığında, komşu ülkelerin tavrı özel bir önem kazanıyor. Komşu ülkeler yalnızca sınır boylarındaki kaçak ticaret imkanları nedeniyle değil, güvenlik endişeleri hususunda da önemli bir yer tutuyor. Nitekim geçtiğimiz aylarda İran İstihbarat Bakanı Mahmud Alevi’nin “Bazı komşu ülkelerin istihbarat örgütleri doğrudan milli güvenliğimize karşı harekete geçtiler” açıklaması dikkat çekti. Bu bağlamda, (muhtemelen İran Belucistanı’ndaki son saldırılarla irtibatlandırılan Pakistan gibi) Bakan’ın hedef aldığı ve İran ile geleneksel olarak iyi ilişkiler sürdürmeye özen gösteren ülkelerin pozisyonlarını değiştirmeleri, ABD ve bölgesel ortaklarının baskısı sonucu olmalıdır. Bu girişimlerin farkında olan Tahran yönetimi, Zarif’in uzun Irak ziyareti benzeri bölge ziyaretleri gibi karşı adımlarla, ABD’nin ve bölgesel ortaklarının bu girişimlerini boşa çıkarmaya çalışıyor.
Önümüzdeki aylarda, ekonomik olarak gittikçe sıkışan ve bu alanda ABD’ye karşı elinde fazlaca bir koz bulunmayan İran, ekonomi dışındaki alanlarda ABD’ye baskı yapmayı deneyebilir. Nitekim başarısız olsa da uzaya uydu fırlatma girişimi bu tür bir gözdağı verme girişimi olarak değerlendirilebilir. Yine JCPOA’dan çıkarak uranyum zenginleştirme faaliyetlerine geri dönme tehdidi ya da Taliban ile yaptığı işbirliğini alenileştirme ve kapsamını geliştirme de, İran’ın istikrarının tehlikeye düşmesi halinde başvurabileceği silahları hatırlatma amacına yönelik olabilir. Ancak Meclis Başkanı Ali Laricani’nin dış politika danışmanı Emir Abdullahiyan’ın “şok edici” olarak nitelediği bu muhtemel stratejinin çok ince planlanması gerekiyor; zira Tahran’ın aşırı bir tepki vermesi durumunda uluslararası ortam çok daha fazla İran karşıtı bir hale dönüşebilir ve geleneksel olarak İran’a verdikleri siyasi destekle bilinen Çin ve Rusya benzeri ülkeler dahi İran’dan uzaklaşabilirler. Bu durum Bolton gibi azılı İran düşmanlarının eline epeydir aradıkları fırsatı verebilir.
Türkiye’nin konumu
ABD ile son birkaç yıldır inişli çıkışlı ilişkiler yaşayan Türkiye, İran meselesinin de bölgesel bir kriz haline dönüşmesinden endişe duyuyor. İran karşıtı stratejinin bölgesel ayağının İsrail, Suudi Arabistan ve BAE gibi Türkiye’ye husumetlerini gizlemeyen bölge ülkelerince teşkil edilmesi, John Bolton gibi isimlerin 15 Temmuz’da dışa vurduğu Türkiye karşıtı bilindik pozisyonları, söz konusu çevrelerin Türkiye ve İran’a yönelttikleri “bölgesel hegemonya” ya da “siyasal İslamcılık” suçlamalarının benzerliği gibi faktörler, Türkiye’nin İran karşıtı senaryolara daha dikkatli yaklaşmasına neden oluyor. Nitekim son dönemde mezkûr eksenin iki ülkeye karşı ilan edilmemiş bir “çifte kuşatma stratejisi” izlediği söylemi, Ankara’da daha sık dillendirilir hale geldi. Türkiye’nin yakın güvenlik endişelerinin Suriye ve PKK odaklı olduğu düşünüldüğünde, Ankara hükümeti özellikle son 8 yıldır elde ettiği tecrübelerin ışığında, bir yandan Trump’ın şahsıyla ortaya çıkan işbirliği fırsatını değerlendirmek isterken, diğer yandan artık Türkiye ile ilgili söylemlerde hakim olmaya ve standart hale gelmeye başlayan Batı mahreçli düşmanlaştırıcı dilin uzun vadeli hedeflerinin farkında olarak, asgari, ancak teyit edilmiş ittifaklarını riske atmayan yaklaşımını sürdürecektir.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) başkan yardımcısıdır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *