‘Peygamberimiz ırk kavgasını, etnik kavgasını kafirlik olarak tanımlıyor’

‘Peygamberimiz ırk kavgasını, etnik kavgasını kafirlik olarak tanımlıyor’

Abdullah Yıldız: Bugün insan öz kardeşi için dahi “En iyisi onun olsun, kardeşim daha iyi arabaya binsin, daha güzel kıyafetler giysin” diyemiyorken Allah, Ensar ve Muhacir arasındaki kardeşliği Haşr Suresi 9. ayette övmüştür…

Namaz Gönüllüleri Platformu Sözcüsü ve aynı zamanda Akit gazetesi yazarı Abdullah Yıldız ile M.Mazlum Çelik “İslam kardeşliği üzerine” konuştu. Yıldız, “Allah-u Teâla bizi kardeşler olarak isimlendiriyor. En meşhur ayetin diliyle ‘Müminler kardeştir.’ Bu kardeşliği iyi idrak etmemiz gerekir. Örneğin kan kardeşliği ırk veya etnisite asabiyetine dayanır. Bu veya diğer aidiyetlerin hiçbiri Müslüman kardeşliğin önüne geçirilmemeli.” dedi.

İşte Mazlum Çelik’in soruları ve Abdullah Yıldız’ın cevapları:

İslam’ı hangi önemli saikler üzerine inşa ediyorsunuz?

Biz Müslümanlar elhamdülillah ümmet ve kardeşlik bilincine sahibiz. Bunu temellendirmek gerekirse İslam, tevhit dinidir. Tevhit, bir olan Allah’a iman etmek demektir. Aynı Allah’a iman eden insanların iman esasları aynı olduğu için ve ibadeti de buna göre şekillendiği için aralarında vahdet olur.

Tevhit ve vahdet aynı kökten türeyen sözcüklerdir. Vahid bir, vahdet ise birlik olmak demektir. Tevhid ise bir olan Allah’a iman etmek ve bir olan Allah’ı birlemektir. Özetle Allah’ı bir olarak kabul eden insanlar birlik olurlar.

Hocam iyi de ‘birlik’ neden olmuyor, sizce bir ütopyadan mı ibaret?

Demek ki yeterince birlik inancı zihnimizde yerleşmiyor. Bunun üzerinde durulması gerekiyor. Bakara ve Ali İmran Surelerinde benzer kelimeler ile ifade edildiği gibi: Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”

Buradaki bazı genellemelere dikkat etmek gerekir. Biz Allah tarafından indirilmiş bütün ‘vahiy’lere iman ediyoruz. Bizler; “Amentü billahi ve melâiketihi…” diyen insanlarız. Yani meleklere ve kitaplara iman edip Allah’a boyun eğen insanlarız. Bizler Müslümanlardanız, yani teslim olmuşlardanız. Allah, iman etmiş olanlara Müslüman ismini biz takımışız diyor; Hac Suresinin son ayetlerinde bunu belirtmektedir. Oysa şimdi bakıyoruz ki yeni isim arayışları var. Haşa; sanki bu bize yetmiyor. Müslüman ismi bize yetmiyormuş şöyleci Müslümanlar, böyleci Müslümanlar… İşte bunu yapmaya başladığımız anda vahdet inanışı zarar görmeye başlıyor buna izin vermememiz lazım.

Allah-u Teâla bizi kardeşler olarak isimlendiriyor. En meşhur ayetin diliyle “Müminler kardeştir.” Bu kardeşliği iyi idrak etmemiz gerekir. Örneğin kan kardeşliği ırk veya etnisite asabiyetine dayanır. Bu veya diğer aidiyetlerin hiçbiri Müslüman kardeşliğin önüne geçirilmemeli. Müslüman kardeşliğini başka kardeşlikler ile karıştırılmaması açısından Allah ölçüyü Bakara Suresi 131. Ayette şöyle koyuyor: “Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona ibadet edenleriz” (deyin).

Buradaki boya Müminin kimliğidir. Allah’a teslim olan Müslümanın ahlakını kimliği dokuyan boyadır. Müslümanları parçalayan şey ise bu boya ile oluşmuş Müslüman kimliğinin ötesinde bir şeyler aramaktır.

Peki, hocam bu durum ne zaman başladı ve derinleşti?

Bu durum Fransız İhtilalinden sonra başladı. Bir tarihçinin tespitiyle: “İslam tarihinde İranlıların, Türklerin veya Arapların tarihine rastlayamazsınız. O bölgede yaşayan Müslümanların tarihi vardır.” Eskiler Türkiye ve İranlı diye bir ayrım yapmadılar. Öte yandan mesela şehirlerin tarihi vardır; ama ulus tarihi ile karşılaşmıyoruz. İslam tarihi ırk üzerinden bir tanımlamaya müsaade etmiyor; çünkü tarihteki tüm Müslümanlar kendilerini İslam devleti ile ifade etmiş ve kendilerini İslam’a atfetmiştir. Bu Endülüs’ten Atlas Okyanusuna kadar böyle olmuştur. Müslümanlar kendilerini aynı millet ve ümmetin bir parçası olarak görüyorlardı. Nihayetinde “Selamın aleyküm” dediğinizde karşınıza çıkan herkes “Aleyküm selam” demektedir. Ezan aynıdır, namazda yanınızdakinin ırkına, kimliğine, meşrebine bakmazsınız.

Kardeşlik meselesi peygamber efendimiz döneminde hangi öneme sahiptir, anlattıklarınızdan hareketle ‘kardeşlik’ mefhumu oldukça politik bir kavram, nasıl temsil edilmiştir?

Hz. Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik sözleşmesi yapıldı. Peygamber efendimiz Medineli ve Mekkeli Müslümanları tek tek “Sen ve sen” deyip eşleştirerek kardeş ilan etmiştir. Bu muazzam bir uygulamadır. Bu uygulama öyle benimsendi ki Müslümanlar kardeş ilan edildiği Müslümanı mirasçı dahi bırakmıştır. Tabi bu daha sonra Enfal Suresindeki ilgili ayetler ile düzenlenmiştir.

Bugün kendi insan öz kardeşi için dahi “En iyisi onun olsun, kardeşim daha iyi arabaya binsin, daha güzel kıyafetler giysin” diyemiyorken Allah, Ensar ve Muhacir arasındaki kardeşliği Haşr Suresi 9. Ayette şöyle övmüştür: ”Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar.Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”

Gördüğünüz gibi Allah onlardan razı onlar da Allah’tan razıdırlar. İşte kardeşlik meselesi böyle temsil edilmiştir. Ensar olmak da kolay değildir.

Bugün bir iki istisnayı saymazsak öldürülen Müslümanların çoğunu yine Müslümanlar öldürmektedir. Kardeşlik bu kadar değerli ise Müslümanlar arasındaki husumet neyden kaynaklanıyor?

Evs ve Hazrec kabileleri birbiriyle 120 yıl savaşmış, peygamber efendimiz ile aralarındaki husumet tamamen bitirilmiştir. Bir gün Medine’de sulh içinde bu kabileler oturuyorken bir Yahudi bozguncu olan Şemmas bin Kays bu tablodan ciddi şekilde rahatsız olur. Onun düşüncesinde Müslümanlar birbiriyle iyi geçindiği sürece Yahudilere Medine’de yaşam hakkı kalmayacak. Bakın tam bir Yahudi aklı. Şemmas genç bir Yahudi’yi onları kışkırtmak üzere aralarına gönderir. Bugünkü tabiriyle bir ajan veya provokatörü gönderir. Bu ajana Buâs savaşında Evs ve Hazreç kabilelerinin birbiri aleyhine yazdıkları şiirleri hatırlatmasını söyler. Yani Evslilik ve Hazreçlilik asabiyetlerini kışkırtmalarını ister, çünkü bu şiirler buna dayanır.

Müslümanlar bu kadar birlik olmuşken bile bir anda boğaz boğaza savaşın eşiğine gelirler. Bakın bunlar Sahabe-i Kiram aralarına bir fitneci girince onları dahi karşı karşıya getirebiliyor. Peygamber efendimiz bu gerilim haberini duyunca ridasını bile almadan derhal olay bölgesine gelir. Kalabalığa; “ Allah sizi hidayete erdirdikten sonra cahiliye davası mı güdüyorsunuz, Allah cahiliyenin kökünü kestikten sonra yeniden küfre mi dönmek istiyorsunuz?” der. Irk kavgası ve etnik kavgası peygamberimizce kâfirlik olarak tanımlanıyor. Daha sonra bu olay üzerine Ali İmran Suresinden şu ayetler indirilir (100-105): “Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar. Size Allah’ın ayetleri okunup dururken ve Allah’ın Resulü de aranızda iken dönüp nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, doğru yola iletilmiştir. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” Buyurmaktadır. Allah’ın ipine sarıldıkça birliğimiz ve gücümüz artar uzaklaştıkça ayrılık ve savaşlar artar işte mesela bu kadar açıktır.

Kudüs Meselesinde kardeşlik mefhumunun bir yöntem olarak ele alınması mümkün müdür, İstanbul’da Kudüs için toplanan Müslüman ülkeler özelinde söyleyecek olursak?

Öncelikle hiç olmazsa o toplantıda 48 ülke bir konuda ittifak yapabildik. Hamd olsun. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kuruluşu 1970’tir, ama çalışmalar 1969’da başlar çünkü Mescid-i Aksa’nın meşhur minberi yanmıştır. Tabi burada Selahaddin Eyyubi’yi Selahaddin Eyyubi yapan ona o adanmışlık gücünü veren minberin hikâyesini hatırlatmamız gerekir.

Bir zamanlar Bağdat’ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün ahir zamanında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, sedef kakmalı, ceviz ağacından, alımlı mı alımlı. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyormuş. Güzel minberin namı almış yürümüş. Öyle ki Bağdat’a her gelen, marangoza gidip ‘Şu minberi bize sat, falanca camiye götürelim’ diyormuş. Onun cevabı hep aynı, “Bu minber Mescid-i Aksa’da duracak”. Ahali şaşırıyor tabii, “İyi de Kudüs Haçlı işgali altında”. Marangoz yüksünmeden hep aynı cevabı veriyormuş; “Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın, bu minberi de yerine oturtsun.” Derken bu minber hikâyesinin konuşulmadığı hiçbir şehir kalmamış. Herkes minberin güzelliğini bire beş katarak birbirine anlatırken, aynı hikâyeyi 7–8 yaşlarında bir çocuk da işitmiş. Ama o, eserin güzelliğinden ziyade, müessirin vasiyetine kulak vermiş. Aradan 40 yıl geçmiş ve o minberi durması gereken yere, Mescid-i Aksa’ya yerleştirmiş. Diller onu Selahaddin-i Eyyubi diye anmış…” Ancak daha sonra Müslüman kılığındaki bir Yahudi tarafından yakılmıştır.

Bir marangoz Kudüs için ne yapabilirim diye sorup o minberi inşa etmiş ise bugün herkesin üzerine düşeni yapıp “Kudüs için ne yapabilirim?” sorusunu sorması gerekir. Sadece Kudüs değil “İslam’ın ayağa kalkması için ne yapabilirim?” diye sorması gerekir. Herkes kabiliyeti ölçüsünde bu soruyu sormalıdır. Marangoz bir minberle, yönetmen Kudüs’ü anlatan bir filmle, gazeteci oranın hakikatini anlatan bir haberle, konuşmacı Kudüs’ü anlatan bir konferansla bu ve benzeri üstüne farz olan sorulara cevap bulabilir. Selahattin Eyyubi bu soruyu kendisine sorduktan sonra Kudüs kurtulana kadar yani tam 33 yıl gülmeyi kendisine haram kılmıştır. Ona neden gülmüyorsun diye sorduklarında “Mescid-i Aksa kan ağlarken ben gülemem!” diye cevap verir. Bu adanmışlık ruhudur.

Tabi bu minberin oraya konulmasını ve onun anlamını belli ki başka birileri daha unutmamış olacak ki onu 1969’da ne yazık ki yakmıştır. Yine General Allenby 1917’de Kudüs’e girdiği zaman bütün dünya bayram yapmıştır, buna bizim müttefikimiz olan ülkeler de dâhildir. Bu işte tam bir Haçlı ruhudur. Şu anda İslam dünyası paramparça ve Siyonizm bunu unutmuyor.

General Allenby Kudüs’ten Şam’a gelir ve dosdoğru Selahaddin Eyyubi’nin mezarına gider ve mezarı tekmeleyerek der: ”Selahaddin kalk, biz yine geldik!” Gördüğünüz gibi 800 yıllık bir kin ve hedef unutulmamış. Selahaddin Eyyubi, Kudüs fethedilene kadar yaklaşık 8 yıl âlimlerle beraber tüm camilerde namaz seferberliği başlatmıştır. Ne zaman ki camiler Cuma namazı gibi sabah namazlarında da dolmaya başlamışsa Selahaddin Eyyubi o zaman Kudüs seferini başlatmış ve Kudüs’ü fethetmiştir.

dusuncemektebi.com

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *