Devlet açısından Çözüm Süreci, Kürtler ve PKK

Devlet açısından Çözüm Süreci, Kürtler ve PKK

Herkesin Çözüm Süreci’nde kazandığı ve kaybettiği alanlar oldu. Bu da aslında herhangi bir sorunun çözümü yolunda varılacak menzille örtüşüyor. Ancak bu kazanımlar maalesef sürecin ilerlemesi için değil, çökmesi için kullanıldı.

Devlet açısından Çözüm Süreci

Zafer Burakmak

Çözüm Süreci’nin Diyarbakır, Şırnak, Mardin ve Hakkari olmak üzere 4 ilin kimi merkez ve kırsal ilçelerini enkazına gömerek çökmesi, bu yönde gelişen düşünceleri de ezecek kadar sert oldu. Öyle ki düne kadar Çözüm Süreci’nin selametini konuşanların, derin bir suskunluklarının yanısıra sürece saldırganlıklarına şahit olduk. Çözüm Süreci’ne bir günahtan olma evlat muamelesi yapıldı birçok kişi tarafından. Özellikle süreci başlatan ve semirten taraflarca. Oysa sürecin başlamasından evvel ve devam eden günlerde bugünkü saldırgan kalemlerden, bu yolun engebeli olacağı, düşe kalka ilerleyeceği, tarafların süreci kendi lehlerine kullanmaya çalışma ihtimallerinin göz önüne alınması gerektiği ve barış süreçlerinde masaların çok defa devrilip düzeltildiği gibi uyarılar sıralanıyordu. Cumhuriyetin kadim bir soruna yaslanan son 30 yıllık silah probleminin çözülmesinin zor olacağı herkesçe biliniyordu. Ancak çöken süreçte devlet aklının şimdilik geri çekilmsiyle birlikte tüm bu geniş perspektifleri sunan yazar ve siyasetçiler, topukları üzerinde gerisingeriye döndüler. Bu sonuç, Türkiye’deki birçok düşünce adamı, yazar ve siyasetçinin devletin bile gerisinde olduklarını bir kez daha göstermesi açısından anlamlıdır. Devlet aklı tekrar bir masaya oturmaya niyetlendiği gün, yeniden barış ortamının selameti üzerine konuşmaları ve yazıları göreceğiz elbet ancak o güne kadar bu tür projelere sövmeye ve güvenlikçi politika propagandalarına devam edilecek.

Haksızlık yapmamak adına, emek verilen her şeyin çökmesinin yaratacağı yenilgi ve bezginlik halinin bu meselede de yaşanabileceği öngörmek ve şu an var olan ruh halinin de buna dayanabileceğini akılda tutmak gerekmektedir elbet. Ancak olası yeni bir sürece ilişkin üretilecek fikirlerin bu mazerete sığması yine anlaşılabilinirken, Çözüm Süreci’nin her şeye rağmen taraflara ve topluma kazandırdıklarının es geçilerek mahkum edilmesi mazeret kabul etmiyor maalesef. Çözüm sürecinde toplumun ve tarafların kendilerince sağladığı büyük kazanımlar, mahkûm edilen bir projeye pay vermemek adına işlenmemeye gayret ediliyor. Bu yazımızda, Türklerin ve Kürtlerin toplum olarak sürece ilişkin kazanım ve kayıplarının yanında devletin süreçten nemalandığı hususlara odaklanmak istiyoruz.

Herkesin Çözüm Süreci’nde kazandığı ve kaybettiği alanlar oldu. Bu da aslında herhangi bir sorunun çözümü yolunda varılacak menzille örtüşüyor. Ancak bu kazanımlar maalesef sürecin ilerlemesi için değil, çökmesi için kullanıldı. Sorun şu ki, herkes Çözüm Sürecini diğer tarafın kazanımlarına bakarak değerlendiriyor ve kendi mahallesinin kazanımlarını es geçiyor. Aslında devlet de örgüt de bu süreci kendi çıkarları uğruna kullandı. Oluşan sakin ortamın verdiği rahatlığı toplum yararı yerine kendi çıkarları için kullanma durumu iki taraf için de geçerliydi. Çatışmasızlığın ve barış beklentilerinin ekonomik yansımalarının devlet açısından Kürtlerle daha bir yakınlaştırma sağladığı belirtilmeli. PKK ve Çözüm Süreci başlığını bir sonraki yazıya bırakarak daha çok Ankara’nın nemalandığı hususlara odaklanalım.

Ortadoğu’daki hareketlenmeler ve Çözüm Süreci
Devletin şimdilik yaşanmamışlık sendromuyla unutturmaya çalıştığı Çözüm Süreci’nden kendince çıkar sağladığını belirtmiştik. Bir müzakere hamlesinin proje denemeleri olarak ele alırsak 2009 yılında somut bir şekilde kendini göstermeye başlayan iradenin, özellikle Ortadoğu’nun çalkalandığı dönemlerde devlet açısından sağlam bir liman olarak değerlendirildiğinin altını çizmek gerekiyor. Türkiye gibi devletlerin böyle bir hareketlenmeden haberdar olup olmadığı bilinmiyor ancak 2009 yılından itibaren Kürt sokaklarında başlayan beklentinin ve sonrasında şekillenen masanın, Kürtleri görece sakin tutmaya yaradığı bilinen bir husus. Özellikle 2011’den sonra başlayan ve dalga dalga yayılan “Arap Baharı” olarak ifade edilen hareketlenmelere karşı Çözüm Süreci, doğal bir bariyer işlevi görmüştür. Bu zamansal denkleşme, her ne kadar genelde Kandil’in masadaki taleplerini yükseltmesi olarak negatif bir etkiyle konu edinse de tersinden işlevselliği de konuşulmalıdır . Evet, PKK oluşan hareketlenmeleri ve bunun Suriye ayağında kendisine biçilen YPG gerçeğini, kendi lehine kullanarak taleplerini artırmıştır. Hatta çatışma sürecini de buradan hareketle başlatmış olabilir. Ancak örgüt, çözüm masasının olmaması durumunda da bu sosyal ve siyasal dalgalanmaları kendi lehine kullanmaya çalışmayacak mıydı? Eğer ki Ortadoğu’daki hareketlenmeler ve Suriye’deki YPG kazanımlarını PKK yapmadıysa -ki yapmadı- o halde taşları yerinden oynatan ve sokakları harekete geçiren bu yılları, Çözüm Süreci’nin olmaması durumunda da düşünmek gerekmektedir. Çözüm masasının olmaması durumunda da örgüt, YPG kazanımları üzerinden kazandığı özgüvenle taleplerini yükseltecek ve bu “Arap Baharı”nı Kürt Baharına dönüştürmeye çalışacaktı. Bunun zamanı ve yöntemini de tamamen kendisi belirleyecekti. Oysa masada oluşunun verdiği psikolojiyle devletin vereceklerine odaklanan örgüt ve tabanı, atacağı adımları kendi insiyatifi yerine devletin zamanlamasına bırakmıştı. Bu anlamıyla Kandil’in Ortadoğu hareketlenmelerini Türkiye sahasına beklendiği kadar yansıtamadığı görülmektedir. Bunun en büyük nedeninin, Ortadoğu’da yönetim değişikliğinin Batı’nın müdahaleleriyle şekillendirildiği ve dalganın Suriye’de boğulduğu döneme kadar Türkiye’de yürütülen süreç olduğunu unutmamak gerekir.

Türkiye, bölgedeki her sistem kadar kendisi için de tehlikeli olan bir döneme süreç masasında yakalanmıştır. Bu denk gelmenin, süreci bozması büyük bir kayıp olarak değerlendirilirken, aynı zamanda devlet yapılarına kadar değişikliklerin yaşandığı ve halk hareketlerinin sınırları aştığı bir döneme, çözüm için diyalogların yaşandığı günlerde yakalanmasının da bir getirisi vardır elbet.

Süreç boyunca askeri hazırlıklar
Sürecin devlete kazandırdığı bir diğer husus, karakollar gibi güvenlik açıklarının kapatılması olmuştur. 2013 yılında TOKİ, 280 “Kalekol” adı verilen yüksek güvenlikli karakol ihalesinin yapıldığını ve 114 kalekolun teslim edildiğini ve 166 kalekolda çalışmaların sürdüğünü açıklamıştır. Kalekol çalışmaları süreç boyunca devam etmiştir. Bu çalışmalar kapsamında Aktütün gibi sürekli PKK saldırısına uğrayan ve ağır kayıplar veren karakollar sağlamlaştırılmıştır. Bunun yanında özellikle PKK üyelerinin geçiş güzergahlarını ve saldırılar sonrası saklandıkları derin vadileri sular altında bırakarak kullanılamaz hale getirecek olan barajların yapımı da bu dönemlerde hızlandırılmıştır. Yine çatışmasız ortamın verdiği rahatlık, korucu alımlarında geniş kesimlere ulaşılmasına neden olmuştu. Tüm bunlara karşı yapılan PKK itirazları ve bu temelde yükselen gösteriler, sürecin selameti uğruna gelişmeden boğulmuştur. Çünkü HDP’nin geniş tabanı da dahil toplum tarafından mahkum edilmiştir.

PKK ütopyası ve pratik
Yine geçmişten bu yana özellikle örgüte yakın kesimlerde, örgütün devletten daha adil bir yönetim sağlayacağı inancı, Çözüm Süreci’nde bir sınava tabi tutulmuştur. Bu sınav süresince örgüt, legalleşiyor gibi algılandıkça devletin meşru hegemonyasının yanında kendi etkinliğini de topluma yansıtmıştır. PKK, Çözüm Süreci’nde mahalle ve köylere kadar etkin olan ‘komisyonlara’ ve belediyelere verilen rahatlıkla birçok yönden toplumla temasını artırmış ancak toplum, bu etkinlikten pek razı olmamıştır. Örgüt ile toplumun teması artıkça toplumda, günün reel sorunlarının ütopik sözler ve vaatlerle çözülemediği fikri yerleşmeye başlamıştır. Özellikle belediyeler üzerinden yapılan icraatlar ve varlıklı kesimlere yönelik vergilendirme adı altında uygulanan yöntemler, bu fikriyatın yerleşmesine neden olmuştur. Bu anlamıyla Çözüm Süreci, örgütün adalet getireceği ütopyasını Kürtler nazarında yıkmaya yüz tutmuştur.

Dönem boyunca PKK pratiğinin zirve noktası, Kobani olaylarında yaşanmıştır. Olaylarda Yasin Börü gibi vahşice katledilenler de dahil 55 kişi yaşamını yitirmiş, 212’si okul, 67’si emniyet, 25’i kaymakamlık, 29 parti binası, çocuk yuvaları, Kızılay kan merkezleri, belediye binalarının aralarında olduğu toplam bin 113 bina yakılmış veya tahrip edilmişti. Şiddet eylemlerinde yine özel araçlar, belediye araçları, ambulanslar da yakılmış ve toplamda bin 177 araç kullanılamaz hale getirilmişti. Tüm bunlar Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Kürtlerin evlerine, işyerlerine ve araçlarına oluyordu. Örgütün, “devlete karşın PKK hakimiyetinde…” ifadeleriyle başlayan güzellemeler şehirlerdeki vandallıkla anlamsızlaşıyordu. Devletin iki günlük çekilmesinin yarattığı enkaz, örgütün söylemlerini de altında bırakmıştı. Kimilerince kontrollü olarak belirtilen bu “iki günlük izin”, toplumu hem örgütün kaos oluşturacağı fikrini yayarak devletin güvenlik ortamına sığındırmış hem de sokakları savaş alanına çevirme tehdidiyle karşı karşıya bırakmıştı. Daha öncesinde “tüm sokaklar direniş noktası, her yer eylem yeri” söylemi toplumda büyük bir hareketlenme olarak değerlendirilirken, Kobani olaylarından sonra dehşet sözleriyle anılmaktadır. Çözüm Süreci’ni görünmez kılan 2015’teki özerklik çatışmaları, bu korkuyu toplumun bilinçaltına sindirmiştir. Kobani olaylarına benzer duyguların yanında örgütün kuruluşundan beri başarının son noktası olan “devrimci halk savaşı” hayalini de elinden almıştır. Şehirlerde yaşanacak büyük bir çatışmanın aynı zamanda devrimin başarı günü olarak değerlendiren PKK literatürü, 2015’teki yıkımla hayal kırıklığı yaşamıştır. Bu hayal kırıklığı aynı zamanda elindeki tüm kartların da görünmesi sonucunu doğurmuştur. Bu denemeden sonra masaya oturacak bir PKK, “sokakları hareketlendiririm” yada “Devrimci Halk Savaşı” başlatırım tehdidine karşın toplumun dehşete kapılacağını hesap etmelidir. Bu anlamıyla yaşanan toplumsal destek kaybı, devleti de örgütün en üst perdeden yapacağı tehditle bile baş edebileceği kanaatine vardırmıştır. Çünkü yapabileceği tüm hamlelerini denemiş ve hatta kuruluşundan itibaren hayal ettiği halk savaşında bile halkın destek vermediğini müşahede etmiştir. Çözüm Süreci denilen barış ortamı ve beklentisi olmaz ve devlet dili ve yaklaşımını bu sürecin ruhuna uygun yürütemeseydi, Ortadoğu’daki dalgalanmanın son geldiği Suriye’deki gibi bir sonuç sadece birkaç şehrin ilçeleriyle sınırlı kalmayabilirdi.

Kürtler ve Türklerin tepkileri
Çözüm Süreci sonrasında şehirlerde yüksek dozlu bir çatışma yaşansa da devletin kullandığı alanlar unutulmamalı. Ancak en büyük getiri, hükümetlerin en çok korktuğu, masaya oturmanın Kürtleri kaybettireceği tezini geçersiz kılması ve Türk toplumunun da çözüm istediğini bu kadar aşikar ilan etmesiydi herhalde. Kürtler, süreç boyunca taleplerini Türkiye’de birlikte yaşama iradesiyle göstermiş ve bağımsızlık, federasyon, özerklik gibi söylemler yerine kültürel haklara kıymet biçmişlerdi. Türkler de olgun bir tavır sergilemiş ve anlamsız savaşın bitmesi için irade göstermişlerdi. Bu irade, her ne kadar çatışmaların şiddetiyle sektere uğramışsa da sağlam bir siyasi duruş ile tekrar toparlanabilir.

Çünkü sorun, askeri yöntemlerle çözülebilecek bir problem değil. Bu ve benzer cümlelere toplumun her kesimi ikna olmuş durumda. Bu ikna sürecinde en büyük pay AK Parti’deydi. Ancak düne kadar savunulan bu mantık, bugünlerde SİHA’lar gibi askeri yetkinliklerle unutturulmaya çalışılıyor. Hatırlanmalı ki Kürt sorunu, 1994’ten sonra kayıp yaşayan ve Öcalan’ın yakalanması ile bitme noktasına gelen örgütü tekrar diriltmeye, eleman devşirtmeye yetmişti. Yeni bir tekerrür yaşanmak istenmiyorsa yeni başlatılacak bir hak iade süreci, örgütle yürütülecek silah bırakma pazarlığından ayrı yapılarak sonuç alınabilir. Ancak SİHA’yla ya da başka bir askeri yöntemle de olsa hiçbir ölümün övülecek bir tarafının olmadığı artık fark edilmelidir. Övülecek bir husus varsa o da SİHA’ların dağlarda silahlı gençler bulamayacağı bir projeyi nihayete erdirmek olmalıdır.

Süreci diğerinin suistimal ettiği üzerinden zihinlerde bir öfke yer etmiş olabilir. Ancak yaşanan ölümler, kızgınlığın verdiği ruh haliyle meşrulaştırılamaz. Eğer dün analar ağlamasın diyenler bugün öfkeleriyle silaha gömülüyorlarsa, devleti yönetenlerin bu duyguyla hareket etme lükslerinin olmadığı hatırlatılmalıdır. Gençleri dağlara sürükleyenlerin daha fazla genç istedikleri ve bunu sonlandıracak her girişimi boğmaya çalıştıkları ve çalışacakları bir gerçek. Ancak Hz Ali’nin dediği gibi “Gerçek karşısında öfkelenmek ayıptır.” Yöneticilerin ve toplumun ileri gelenlerinin yapacağı en doğru şey, gençlerin öfkeye kapılan ruh halini bırakıp daha sağduyulu, hatalardan dersler çıkarmış yeni bir yol haritası çizmektir.

 

II.Bölüm

Çözüm Süreci, Kürtler ve PKK

Bir önceki yazımızda Çözüm Süreci’ni devlet açısından yorumlamış ve devletin süreçten nemalandığı hususlar üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda ise, sürecin daha çok Kürt toplumuna yansımalarını ve PKK yapılanmasının umut bağlanan bir projeyi örgütsel çıkarlarına nasıl kurban ettiğini irdeleyeceğiz.

Öncelikle Cumhuriyetin başından itibaren asimilasyon politikası izleyen devletin bu politikasını gevşetme kararının, Kürtlerle ilgili boyutuna kamuoyunun pek değinmediğini belirtmek gerek. Kürtler, her ne kadar Türkiye’deki Arnavut, Laz, Gürcü ve Araplar gibi topluluklara nazaran tamamen asimile olmasalar da büyük bir etnik kimlik kayması yaşadılar. Geçmişte evin en küçük okuyanı dışında Türkçe bilen bulunmazken, bugünkü ailelerde nine ve dedeler dışında Kürtçe bilenin olmadığı bir noktaya evrildiler. Bu değişime Kürt hakları üzerinden en sert söylemlere sahip PKK ekseni de dahildir. Kandil’in bile dilinin Türkçe olduğu gerçeği var önümüzde. Yine birçok HDP’linin adını Kürtçe koyduğu çocuklarının, Kürtçe konuşamadıkları da biliniyor. Kürt toplumunda her ne kadar bir muhalefet damarı olsa da gelinen nokta, etnik kimliğin vazgeçilmezi olan dilin kaybolmaya yüz tuttuğunu göstermesi açısından manidardır.

Çözüm Süreci’nin Kürt Milliyetçiliğini arttırdığı tezi
Bu gerçekten hareketle devlet bürokrasisinin Çözüm Süreci’ne razı olmasının bir nedeni de Kürtlerin yaşadıkları etnik kimlik dejenerasyonunda, verilecek kimi kültürel haklarla geri çevrilemeyecek bir düzeye vardıkları kanısıdır. Bugünün Kürt toplumunda her ne kadar sert söylemleri dillendiren hatırı sayılır bir kesim bulunsa da, kitlesel olarak bir etnik kimlik bunalımı yaşadıkları ve özgün bir siyasal yapı oluşturamayacakları müşahede edilmişti. PKK etkisindeki dar kesimlerin sert görünen dilini bir yana bırakırsak –ki onların da ne kadar sistem dışında oldukları tartışılır- Kürtlerin tepkilerinin daha çok sistem içinde kaldığını ifade etmek gerekiyor. Ancak dillerini bile kaybetmeye yüz tutan Kürtlerde, duygusal kırılmanın bu sayıda taraftar bulmasının en büyük nedeninin, PKK ile yaşanan çatışmalar ve bu çatışmalardan kaynaklanan mağduriyet algısı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çözüm Süreci ile bu mağduriyetlerin giderilmesi ve ayrıştırıcı dilin sistem içi bir muhalefet söylemine kaydırılması hedeflenmişti. Süreç boyunca bunun belirli bir oranda etkili olduğunu söylemek mümkün. 2015 Haziran seçimlerinde başta Diyarbakır İstasyon Meydanı’ndaki olmak üzere birçok HDP mitinginde Türk bayrakları sallandığını hatırlamak yeterli sanırım. Yine aynı yıl, HDP Genel Merkezi, sosyal medyadan attığı “Cumhuriyet Bayramı” paylaşımında, parti bayrağı ile Türk(iye) bayrağını beraber paylaşmış ve “Diktatorya değil, Cumhuriyet…” yazmıştı. Ayrılıkçı bir zeminden, bayrak gibi ortak değerlere odaklanarak muhalefetin sistem içi bir şekle bürünmesi devletin öteden beri istediği bir noktaydı.

Ancak çöküşü ardından Çözüm Süreci’nin Kürt milliyetçiliğini artırdığı fikri, kimi zamanlar dillendirilmektedir. Bu söylemler, Çözüm Süreci’ni günah keçisi ilan etmek ve hükümeti bir daha böyle bir projeye tevessül ettirmemek için kullanılan bir argüman elbette. Evet, Kürtler arasında kimi söylem ve pratiklerde milliyetçi yaklaşımların arttığı gözlemleniyor. Ancak Türkiye siyasetindeki Türk milliyetçiliğine yakın dil ve Kürtlere yönelik sorumsuz yaklaşımların etkisini göz önüne aldığımızda, en masum aktörün Çözüm Süreci olduğu bilinmelidir. Kürt milliyetçiliğine en büyük etkiyi, Kürt meselesinin çözülememesinde ve siyasetteki Türk milliyetçi söylemlerde aramak gerekmektedir. Çözüm Süreci, milliyetçiliği değil aksine Kürtlerde ortak bir gelecek tasavvurunu güçlendiren bir sonuç yaratmıştır. Çünkü hem birlikte yaşama iradesinin gösterilmesi hem de siyasetteki olumlu dilin Kürtleri büyük oranda etkilediği biliniyor. Yine de Kürtlük tasavvurunun arttığı kanısı, Türk kamuoyunun Kürt sözcüğünü süreç gereği daha fazla duyması ve örgütün topluma artan etkisinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. İç Anadolu ve Karadeniz gibi bölgelerde süreç üzerinden yapılan konuşmalarda, yabancı oldukları Kürt sözcüğünü sıklıkla duymaları bu kanaati güçlendirmiş olabilir. Kürt toplumunda ise artan örgüt etkisinin kendi gündem ve söylemini toplumun hassasiyetiymiş gibi göstermesi dikkate alınmalıdır. Düne kadar örgütün ideolojik eğitimini almış kesimler, mahalle komisyonları ile şehirlerde, köy komisyonlarıyla kırsalda arttırdıkları etkinlikleri, toplumun fikriyatıymış gibi yansıtıyorlardı. Nitekim sonrasında hedefledikleri çatışma ortamında yeteri desteği görmemeleri ve etkinliklerinin kırılması ile birlikte Kürt toplumundaki söylem ve davranış değişikliği de bu tezi doğrular niteliktedir.

Sürecin Kürtlere en etkili yansıması ekonomiydi
Politik kesimlerdeki değişimler bir yana Kürtlerin büyük çoğunluğuna Çözüm Süreci’nin en büyük yansıması ekonomi alanında olmuştu. Ekonominin kötü durumda olduğu bölge, çatışmaların bir süre kesilmesi ve barış umudunun doğmasıyla büyük bir ekonomik sıçrama yaşamıştır. Bu ekonomik rahatlık, toplumun hemen hemen her kesimine yansımıştı. İhracattan, turizme kadar birçok alanda yaşanan gözle görülür düzeydeki iyileşme, cüzdanlara kadar etki edecek bir düzey yakalamıştı. Eğer sürecin Kürtlere en temel etkisini belirtmek gerekirse bunun rahatlıkla ekonomi alanında olduğu söylenebilir.

Sürecin PKK üzerindeki etkisi ise, örgütün 1992’den itibaren siyasallaşma hedefine en yakın dönemi yaşamış olmasıdır. Dünyada ve Türkiye’de süreç üzerinden yakaladığı legalleşme eğilimi, en katı kesimlerin bile “terör örgütü” ifadelerini kullanmaktan çekinmelerine neden olmuştu. 2007 yılında PKK şiddetini konu alan “Kurtlar Vadisi Terör” dizisi, sürecin ruhuna uymadığı gerekçesiyle yayından kaldırılmıştı. Bu gelişme bile örgütün süreçten aldığı legalleşmeyi göstermeye yeterdi.

Yine güvenlik bürokrasisinin süreci bozmamak adına operasyonlardan çekinmesi, örgüte büyük bir alan açmıştır. Ancak örgüt, sürecin verdiği bu imkanları, Kürtler için kullanmak yerine en kestirme şekilde kendi hegemonik etkisini artırmak amaçlı kullanmıştır. Devletin yaklaşımına benzer şekilde süreci kendi lehine kullanan PKK, topluma büyük bir oranda nüfuz etmiş ve özellikle şehirlerdeki legal kurumlar üzerinden gençlere ulaşmaya çalışmıştır. Çözüm Süreci’nin Ayla Akat, Altan Tan ve Ahmet Türk’ten oluşan ilk BDP heyetinin İmralı’ya giderek Öcalan ile görüşmesi şeklinde somutlaşmasından, sadece 51 gün sonra YDG-H isimli yapısını kurarak gençler üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. YDG-H’ın hem gençlerin dağ kadrolarına katılımına aracı kılınması hem de şehirlerdeki örgütlülüğü ile ciddi bir etkinlik oluşturduğu hatırlanmalıdır. Ki 2015 yılındaki şehir çatışmalarında da bu yapının etkisi büyüktü. Sürecin verdiği rahatlıkla katılımların yoğun yapıldığı bu süreç, örgütün devlet tekelindeki kimi alanlara da el atarak topluma nüfus etmesiyle sonuçlandı. Örgüte katılım düzeyi, 2014’tün 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda 15 yaşındaki Sinan Börçüm gibi çocukları dağlara sürükleyecek bir seviyede seyrediyordu.

Bu anlamıyla bu dönem, örgüte tarihinde hiç vermediği bir rahatlık sunmuştu. Ancak Kandil bu imkanı, silahı bırakmaya vesile kılma yerine bir silah olarak kullandı. Örgütün yaptıkları ve Kürtlerdeki yansımalarını bir önceki yazıda işlediğimiz için tekrar etmeyelim. Ancak siyasallaşma anlamında büyük bir imkan kazanan örgüt, bu imkanı belki geçmişten bu yana süren “Devrimci Halk savaşı” hayaline belki de Suriye’de YPG kazanımlarını korumak için birileriyle yürütülen pazarlıklara kurban etti.

Sonuçta en büyük zararı yine Kürtler görmüş oldu. O Kürtler ki, barış umudunun doğduğu anda birlikte yaşama iradelerini en üst perdeden göstermişlerdi. Yine o Kürtler ki, Ortadoğu’da rejimlerin değiştiği bir süreçte, şehirlerde başlayan çatışmalarla belki de Türkiye’de rejim değişikliğine gidecek bir süreci ret etmişlerdi. Kürtler, tarihsel olarak izlenen politikalara rağmen en zayıf dönemlerinde bile haklarından vazgeçmedikleri gibi fırsatların ayaklarına geldiği süreçlerde de ayrılıkçı yollara girmediler. Buna karşın ülkeyi yönetenlerin de, Kürtleri daha fazla uzaklaştıracak dil ve davranışlar yerine geçmiş hataları gözden geçirerek bu birliktelik iradesi üzerine bir gelecek inşa edecek siyasi basiret ve cesareti göstermeleri gerekiyor.

YÖNELİŞ HABER

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *