Ercümend Özkan’ın Sor yayıncılık tarafından 1987 yılında gerçekleştirilen ‘Tevhid Üzerine’ isimli soruşturmasına verdiği yanıtları iki bölüm halinde dikkatinize sunuyoruz.
1. Bölüm
Bismillahirrahmanirrahim,
«SORUŞTURMA» ana başlığı ve «TEVHİD» tâli başlığı ile ilgili sorularınız üzerinde durmak, cevaplandırmaya çalışmak istiyoruz. Dilerseniz, sorunuza kadar olan kısmı okuyalım:
“Geçmişe baktığımızda görmekteyiz ki, yüzyıllardan beri İslâm’ın temel kavramları tahrif edilmek istenmiştir. ‘Din’in esasını teşkil eden bu kavramlara asıl anlamları kaybettirildiği ya da değişik mânalar verildiği zaman, mü’minlerin anlayış ve itikadlarının farklılaşacağı ve dolayısıyla aralarındaki vahdetin parçalanacağı açıktır. Nitekim günümüz müslümanlarının halleri de bunu göstermektedir. Ancak inanıyoruz ki, İslâm’ı yeniden anlamak noktasına gelmiş olan mü’minlerin yaşadıkları birçok sıkıntılar ‘Din’ anlaşıldıkça, kavrandıkça kendiliğinden yok olacaktır.
Tevhid ise, sorunlarımızın temelini oluşturmaktadır. Çünkü birçok problemimiz ‘tevhid’in yanlış ya da eksik anlaşılmasından doğmaktadır. Sıkıntılarımızın sebebi, böylece tesbit edildiğindendir ki, özellikle genç Müslümanların şu anda en çok üstünde durdukları ve ne olduğunu ısrarla kavramak istedikleri en önemli konu ‘Tevhid’dir.
Bu nedenle sizden ilk olarak şunları öğrenmek istiyoruz:
Tevhid nedir? Sadece Allah’ın birliği midir; ya da tevhîd, sadece itikad veya yalnızca ibadet olarak düşünülebilir mi? Tarih boyunca tevhidin çok farklı şekillerde anlaşılmış olduğunu gördüğümüz gibi, günümüz müslümanlarının da tevhîdden aynı şeyi algılamadıklarını, ifade ve amellerinden anlamaktayız. Bu farklı anlayışları doğuran sebepler nelerdir ve bunların sıhhat (doğruluk) derecelerini neye göre, nasıl ölçmek gerekmektedir? Bu farklılaşmanın devamı olarak şunu öğrenmek istiyoruz: akidede farklılık olabilir mi? Ayrıca tevhîd, insanların seviyelerine göre tasnif edilebilir mi?”
Ercümend Özkan:
Sorunuz kapsamlı bir soru. ‘Tevhid’ her ne kadar vahdet mânasına gelen bir kelime ise de, İslâm’ın özünü, İslâm’ın bütününü, tümünü ifade eden bir kelime olması, İslâm bütününün temelini, esasını, esprisini teşkil eden mânayı hâmil bir kelime olması itibariyle kapsamı, İslâm anlamına gelebilecek genişlikte bir kelime… Mâlum, lügat anlamı itibariyle tevhid, birlik, bir olma hali anlamına geliyor kısaca. Elbette ki Allah’ın birliği anlamına geliyor öncelikle. Bundan başka türlü düşünmek mümkün değil. Allah’ın bir oluşu, İslâm açısından, teslim olunacak gerçekler açısından o denli önemli ki, Allahu Teâlâ, Kur’an’da bildiğiniz gibi kullarının hatırına, iki de olabileceği sorusunu getirerek, iki olsa idi, bu düzeni yerinde bulabilir miydiniz demek suretiyle, ‘bir’den başka olamayacağı, -Allah’ın ‘bir’den başka olamayacağı- tersine de ihtimal olarak hatıra getirmek suretiyle bir’den fazla olamayacağını, olmasının kabil olmadığını, kendisine isbat zımnında düşündürtüyor. İbadet mâlum, Kur’an’da en geniş şekliyle ‘kulluk’ diye tercüme edebileceğimiz karşılığı ile kullanılmış; bilahare, yani Allah’a tüm hususlarda yapılan kulluk; O’nu gerek gerçek Allah olarak, bir olan Allah olarak, ortak koşmadan tanımak da bu kulluğun esasını ve ayrılmaz bir parçasını teşkil ederken, diğer yandan diyelim ki herhangi bir haramdan kaçınmak da, bu kulluğun, bu ibadetin bir parçası; namaz kılmak da ibadetin yani kulluğun bir parçası…
Zinadan uzak durmak, içkiden uzak durmak, uyuşturucudan uzak durmak, komşu hukukuna riayet etmek; velhasıl İslâm’ın bütünü, hepsi, kulluğun ayrılmaz, vazgeçilmez bir parçası olarak algılanılmalıdır. Zira bu bizim mütalaamız değil, Kur’an’ın bizi yönlendirmesi sonucu varmamız gereken sonuç.. Zira Allahu Teâlâ “Biz insi ve cinni, bize kulluk etsinler diye yarattık” buyurmak suretiyle, kulluğun kapsamının namaz, oruç gibi şeyleri mi sadece içine aldığını yoksa sahih akide sahibi, yani kendisini ‘bir’ olarak tanımaktan tutunuz da, bir hayvana fazla yük yüklememe basit görünen davranışına, sade görünen davranışına kadar tümünü kapsayıcı olduğunu, gayet rahat açıklayıcı bir nass olarak karşımızda duruyor. Elbette ki yalnız inançla alâkalı sayılsa bile, orada kalamaz. Yani nasıl diyelim: Allah’a, O’nu razı edecek şekilde, O’nun kulundan istediği şekilde inanıyor olmanız, ‘bir’ olan Allah’a inanıyor olmanız, Kadir-i Mutlak olan Allah’a inanıyor olmanız, O’nun elbette emir ve nehiylerinin de tümüne inanıyor olmanızı kendiliğinden gerektiren bir keyfiyeti beraberinde bulunduruyor. Bu itibarla tevhidin yalnız itikadda olması, zorunluluk ise de, kalması zorunluluk olamaz; çünkü itikadın uzantısı, ister istemez, meyvesi deyin, ürünü deyin, tezahürü, dışta kendini gösteriş şekli deyin, amellerdir, davranışlardır, tavırlardır…
Meselâ, bu cümleden olarak, bir insanın Allah’ın bir olduğuna, eşi ortağı bulunmadığına inanması, inanmanın gerçeği itibariyle akıl ve kalbinin işidir. Aklen ikna olup iman etmiş, yani emin hale gelmiş, Allah’tan başka Allah olmadığından emin hale gelmiş, bu konudaki kuşkularını gidermiş bir insan var demektir karşınızda. Ama sizin karşınızda değil, bu haliyle Allah’ın karşısında öyle bir kul var demektir. Üçüncü şahısların, yani insanların karşısında böyle bir kulun varlığından söz edebilmek için, o kulun ister istemez diliyle bunu ikrar etmesi gereği karşınıza çıkıyor. Çünkü akıl ve kalb, kendisini herhalde dildeki ifadeyle ortaya koyuyor. Doğru veya eğri dediklerinizin doğru veya eğriliği hususunda muhatabınızda bırakabileceğiniz iz, ister istemez tavırlarınızla belirecektir, başka nasıl belirecek?
Yine bazı fakihlerin de üzerinde ciddiyetle durduğu gibi, örneğin bir kadınla bir erkek evlenmek kastıyla karı-koca olsalar, yani şu bildiğimiz formel yönden nikah şahitleri bulunmadan gerçekten Allah indinde yani niyetleri doğru, amelleri de buna uygun ise, bu çift, bu kadın ve erkek, Allah katında karı kocadır. Yani yaptıkları zina olmaz. Ama Allah katında… Toplum düzeni açısından, o iki kişi, yani kadın ve erkek için birisi dese ki, bunlar karı-koca değil, bunlar zina yapıyor, toplum düzeni açısından, üçüncü kişilere isbatı açısından, ister istemez nikâhın temelde, esasta, espride bir rüknü olmamasına rağmen şahit, toplum düzeni açısından, üçüncü kişilere isbat açısından rükün haline geliyor, olmazsa olmaz hale geliyor. İşte dışa tezahür, yani içinizden geçirdiğiniz bir niyetin insanlara isbatı zımnında dünya böyle kurulmuş, yani Allahu Teâlâ’nın yarattığı kâinat böyle… Dışta tezahürü bakımından ister istemez derûnunuzun dışa taşması, dışta belirmesi, dıştaki varlığını göstermesi, dil ile ifadeden, tavırlara, davranış biçimlerine varana kadar kendini göstermesi gerekiyor.
Bu itibarla Tevhîd Dini olan, ‘bir’lik dini olan, inandığı Allah bir olan, inandığı dinin özü aynı ‘tek’ ya da ‘bir’ olan, cenneti bir, cehennemi bir, inananların kardeşliğini esas alan ve birliktelik, birlik olmayı öneren bir din İslâm. Bu itibarla, Tevhid kelimesinin yalnız itikad sınırları içerisinde -ki, elbette temel, esasî hususlardır- orada hapsolup kalmasını, oraya şâmil bulunmasını düşünebilmek, -tabii ki aklımızdan kaynaklanan bir düşünce ile söylemiyorum-, Kur’an’a bakıldığında, akıl ile Kur’an anlaşılmaya çalışıldığında vazgeçilmez bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Yani Allah bir ise, en büyük ise, O’ndan başka büyük yok ise Kadir-i Mutlak ise, hüküm sahibi ise, rızık verici Rezzak ise, ecellerinizi tayin edici ise ve ila ahir -ki elbette öyle bir Allah’a itikad ediyoruz- bu takdirde zinadan uzak durulması gerektiğini söyleyen de, O ise -ki, O-, öyleyse bu sözü de dinlenilmeli. İçkiden, fuhuştan, yani her türlü taşkınlıktan tümünden uzak durmak zorundasınız. Fuhşiyyat bu… Biliyorsunuz Türkiye’de daha ziyade özel olarak zina, gayrimeşru cinsel ilişkiler anlamında anlaşılıyor. Fuhşiyyat Kur’an’da her türlü kötülük anlamında geçiyor ki zina onlardan birisi olarak bulunuyor. Tümünden uzak durmak zorundasınız. Çünkü hem Büyüğünüz, hem Yaratıcınız, hem her şeyiniz olacak, hem de siz O’na hiçbir şey gibi önem vermeyeceksiniz. Bu bir çelişki olurdu. O bakımdan Tevhîd’in akideye münhasır kalması, yani itikada münhasır kalması herhalde düşünülmemeli, düşünülemez, yani Kur’an’a bakıldığı zaman düşünmeye bir yer bulamıyorum ben.
Tarih boyunca olsun, günümüzde olsun tevhîd konusunda birbirinden farklı düşüncelerin kendini ortaya çıkarmasında en önemli âmil olarak benim âcizane kanaatim odur ki, bu farklılıkların kendinde bulunduğu kimseler, Kur’an’ı gerektiği kadar okumamış, anlamamış, özellikle de sindirmemiş yani özümsememiş insanlar, gruplar, cemaatler arasında bu farklılıklar hâkim ve yaygın… Meselâ Kur’an okudukları halde Kur’an’dan ziyade, mensup bulundukları topluluğa hâkim havanın etkisi, hâkimiyeti, onları Kur’an’dan çok etkiliyor olabiliyor. Veya bir plağın bir mısraına megafonun iğnesinin takılıp kaldığı gibi Kur’an, hani nasıl bir plağın tümü çalınırsa o plakta ne varsa dinleyebilir iseniz, Kur’an’ın da tümü okunur, görülür, tümü göz önünde bulundurulursa o Kitab’ın ne dediği, ne demek istediği, neyi demek istemediği, rahatlıkla anlaşılır iken, bir yerine takılır kalırsanız bu sizi çıkmazlara, açmazlara sokacaktır. Nitekim bunun tarihte birtakım örneklerini Mu’tezile adıyla, Cebriyye adıyla, Cehmiyye adıyla, Kaderiyye adıyla daha bir sürü isimler bir yana, hatta Haricilik adıyla göre gelmişiz. Buna Türkçemizde basit, âmiyâne bir tabirle kafayı bir şeyle bozmak diyoruz. Yani, o şey hele küçük bir cüz ise gerçekten kafası bozuluyor o bir şeyle kafayı bozanların. Yani kafa, yaramaz hale geliyor… Oysa bütünle kafayı bozmak, hiç de bozuk bir kafa ortaya çıkarmıyor.
Yani bütün’le kafayı tam meşgul etmek anlamına geliyor. Bütünü bırakıp, bir parçayla, bir cüz’üyle kafayı tümüyle meşgul etmeye gelince, bütüne rağmen, o parçayı, kafayı taktığı parçayı büyütüyor insan ve bir anormallik; meselâ normal gelişen bir vücutta bütün uzuvlar birbiriyle mütenasip, uyumlu bir şekilde gelişirken, düşünün ki on yaşına gelmiş bir çocuğun kafası, otuz yaşındaki adamın kafası kadar ama kafanın dışında diğer bütün uzuvlar on yaşındaki çocuğun uzvu. Bu tür bir gelişme, yani tümündeki uyumlu gelişme değil, bu tür bir gelişmeye biz hastalık gözüyle bakıyoruz. Hastalık olarak görüyoruz. Nitekim de öyledir. Hemen de tedavisine tevessül ediyor insan. Tabii ki gelişen bir vücutta, kalb de büyüyecek, böbrek de büyüyecek, bağırsak da, mide de, kafa da, göz de, kulak da, ayak da. Ama bu büyüme birbiriyle uyumlu olduğu takdirde sağlıklılık alameti, sağlıklı bir gelişmenin belirtisi iken gayri mütenasip; organlardan bir veya birkaçının diğerlerinden fahiş farklarla büyüyor oluşu, bir gelişmeyi değil, belki bir anormalliği, bir gelişmemeyi, bir rahatsızlığı gösteriyor… İşte İslâm’a bakarken de, Tevhîde bakarken de, Kur’an’a bakarken de bu şekilde tüm Kur’an’ın, Kur’an’ın önemsediği itikaddan ibadete, muamelattan ahkâm-ı sultaniyeye, nasıl demeli münakehattan mufarekata, nikâh ve boşanmaya (talâk) kadar; yani insan davranışlarını, toplum davranışlarını tümüyle düzenleyen, kapsamı içine alan İslâm’ı, o tümüyle, o bütünüyle ele aldığımız ve tümündeki gelişmeyi uyumlu olarak kişiliğinizde ya da toplumun kişiliğinde, kişiliklerde ve toplumun kişiliğinde kabil olan az zararla, az rizikoyla geliştirebildiğiniz sürece, bu tür anormallikler ne tarihte bulunur, ne günümüzde bulunur ne de başka zamanda olur.
Meselâ Peygamberimiz (a.s.)’in yaşadığı dönemde bu tür anlayış bozuklukları pek az olduğu -hiç değil; olmuş; çünkü görüyoruz- ama hâkim havanın o sağlıklı hava olduğu, sağlıklı bir gelişmenin hâkim olduğunu görüyoruz da o tür kişiler aceze kabul ediliyor, zavallı kabul ediliyor, hoş görülmeye, idare edilmeye çalışılıyor, yani söylediklerine, düşündüklerine itibar edilmiyor. Ancak bir zavallı gözüyle bakılıp, idare edilmeye, hoş karşılanmaya çalışılıyor. İsimlendirmekte fayda görmüyorum ama meselâ İslâm, normal insana gönderilmiş, normal insan ortalamasına göre gönderilmiş bir dindir. Mesela zavallılar dini olmadığı gibi, bir aristokrat dini de değil. Yani belli bir tabakanın dini de değil. Herkesi çağıran, bütün insanlara hitab eden bir din ve geleni de kabul edecek bir din. Tabii kendisini kabul edeni kabul edecek bir din. Bu itibarla, o vasatın altında ya da üstünde kalanlar, yani ortalamanın altında kalanlar ya akliyeti kifayetsizdir, ondan altında kalınıyor, aczinden herhalde altında kalıyor. Bunlar için dinî sorumluluk, yine Allah’ın Kitabı’na bakıldığında görülmüyor. Üstünde kalanlara gelince, bu dinin üstüne çıkma anlamında değil, kendisinde bulunan cahilî kavramları İslâm’a hâlâ hâkim halde bulunan insan olarak üstünde bulunanları kastediyorum. Yani İslam’ı kendisine hükmettirememiş, İslâm oldum demesine rağmen, İslâm dışı mevhumları, vehimlerinden oluşan mevhumları İslâm’a galebe çalan kişiyi kastediyorum. O zaman o da bile bile veya kendini yenemeyerek -aczinden değil, gerçi bu da bir başka türlü acizdir ama- kibir, gurur. Nitekim Rasûlullah (sav)’ın bir doğru bütün çıplaklığıyla, bütün açıklığıyla ortaya çıktığı halde, onu kabul etmemektir kibir dediği rivayet edilir, çok dikkat çekici bir tariftir. Kibir de bir zaaftır herhalde, yani kudret olmasa gerek, öyle de görülse… O bakımdan, tarihte olsun, günümüzde olsun benim kanaatim o ki, insanlar Kur’an’dan çok, içinde bulundukları ortama hâkim olan şartlardan etkilenmelerinin sonucu, tevhîd anlayışları -ki, İslâm’ın temeli bu- tevhid anlayışlarından tevhide uyması gereken davranışlarına varana kadar bir sürü çarpıklıklar, bir sürü çapraşıklar içinde bulunuyorlar. Bu konuda kendi kendilerini tekzip etmiş oluyorlar, yalanlamış oluyorlar. Üzerinde bulunduklarını söyledikleri tevhide aykırı hareket etmek ve bunun doğruluğunu da iddia etmek herhalde kendi kendini tekzip etmekle isimlendirilir, başka nasıl olabilir bilemiyorum.
Tarihte tevhid akidesine aykırı düşen -çok genel bir bakış atfedersek- insanların esinlendikleri yani müteessir oldukları bu düşünce ile kalktıkları rampa, yani kalkış rampalarının yanlış olduğunu görüyoruz. Meselâ Rasûlullah (sav)’in vefatını hemen takiben Beni Haşim mensuplarından Abbas’ın gidip Peygamberin kızı Fatıma’ya ve damadı Ali’ye “Aman bu iş, Beni Haşim’in elinden çıkmasın, yani bizim sülâlenin elinden çıkmasın” biçiminde bunları tahrik etmesi ne kadar büyük yanlışlıktır. İslâm’ın derinliği orada yüzeyselleşiyor. Kureyş’in soyca ya da isimce en zayıfına şöhrette üstün kabileler var. Beni Ümeyye, Beni Haşim gibi, bir de daha düşükler… Yani onlara mı kalmalıydı? Hz. Ebû Bekir öyle ikinci derecede bir kabileden… Bu düşüncenin tevhidle uzaktan-yakından bağdaşabilmesi mümkün olur mu, kabil mi? Kur’an ortada… Kur’an’da Allah-u Teâlâ, kimseyi kimseden üstün yaratmadığını, hepsinin kendi kulu olduğunu, günlük lisanımıza aktarırsak Allah’ın üvey kulu, ya da öz kulu olmadığını, alayının mücerret (soyut) anlamda kulu olduğunu, kullar arasındaki tasnifin ya itaatkâr kul, mûtî kul; ya da âsî kul şeklinde ikiye ayrıldığını tâ başından beri, yani meleğinden, cininden, şeytanından tutun da insanına kadar tüm yarattıklarını böyle tasnif ettiğini görüyoruz. Ve o da kimine fazla akıl, kimisine az akıl veriyor, kimisine çok para veriyor, yahut mal-mülk veriyor, kimisine az veriyor… Bunlar üstünlük değil. Yani bunlar, cennete doğrudan bulunanını alıp götürüveren şeyler değil. Dünya kadar mal-mülk olabilir ama cennetin kokusunu alamayacak kadar cennetten uzak bir yol tutabilirsiniz. Sizin tercihinize bağlı bu iş…
Evet; günümüzde özellikle genç kardeşlerimizin tarihte olanları anlamaları çok önemli.. Çünkü aynı hatalara bizim düşmememiz, aynı yanlışlıkları bizim yapmamamız için tarihi bilmemiz çok yararlıdır. Ne yazık ki, yani şurada gitse de gitmese de birçok hususta tarihi de tekerrür ettiren gene insanlar yani tarihi yazanlar ya da yazmaya namzet olanlar oluyor. İnsan kendisini bu durumlara daha az düşürmelidir. Özellikle müslümanım diyen gençlerin bu işlerde daha müteyakkız, daha akıllı, daha basiretli davranmalarında, hüküm vermekte acele etmemelerinde, kararlarını daha yumuşak daha elâstiki (elastiki derken, kendisine vahy gelmiş gibi tam bir güvenle değil, bunu kastediyorum) (bir üslupla vermelerinde yarar vardır). Hakikaten kendisine vahiy gelen bir insan, yani Rasûlullah’ın (as) ancak “cihan bir yana, ben bir yana, yani bana gelen vahiy! Alayınız koyun bakalım kendinizi teraziye, bundan ağır olabilir mi söyledikleriniz” demeye hakkı vardı. Çünkü Rabbinin gönderdiği vahiy ile mücehhez idi. Bizler eğer öyle değilsek, ki ondan sonra kimseye vahiy gelmiyor, gelmedi, gelmeyecek. Hatemü’l-Enbiya’nın getirdiğine Hatemu’l-Kitab denir. Son Peygamberin getirdiğine son kitap denir. Son kitap da son vahiylerden oluşmuştur. Demek ki son vahiyde “Dininizi tamamladım” buyrulmuştur.
Öyleyse, yani bugün bilhassa Müslüman gençlerin, İslâm’a ilgi duyan insanların, İslâm olmak isteyen insanların, olduğunu sanan insanların daha da iyi Müslüman olmaları, daha da gerçeğe uygun, yani Kur’an’ın istediği, Kur’an’da Allah’ın istediği Müslümanlar olabilmeleri, mutlak surette Kur’an’ı, onun esprisini, muvazeneli şekilde, yani dengeli bir tarzda görmeleri gerekir. Kişi, bir şeyi büyütüp, diğerini göremez, hani “ağaç, ormanı görmeye mani olmamalıdır” meâlinde bir söz var ya, herhangi bir şeyi o şekle getirmeden hem ağacı görmeli, hem ormanı görmeli, orman içinde ağacı görmeli, ağaçlardan oluşan ormanı görmelidir. İslâm bir tek şeyden oluşmuyor. Evet Tevhîd dini ama, akidesi var, ibadeti var, yapılması gereken farzları var, kaçınılması gereken münkerleri var. O bütünlüğüyle mütâlaa edilmeli. Ve Resûlullah (as)’ı da keza iyi anlamaya, basit, yani gerek Kur’an’dan gerekse sünnetten herhangi bir olayı ele alıp, onunla hüküm vermemeye, onunla hemen ahkâm kesmeye kalkışmamaya çok dikkat etmeli. Benim kanaatim o ki, hani acemi şoförün en büyük düşmanı sür’attir derler şoförler. Neden? Şoförün acemiliği, zaten yani hassas olması, dikkatli olması, ne olacak, nasıl sürecek, ne yapacak vs. telaşlı iken, bir de sür’atin getireceği telaş artırıcılık, kaza ihtimalini artırır.
İşte Müslümanın da özellikle nihaî olarak mutlak bilgi ancak Allah’ta var ama ne kadar âlim olursa olsun, bilgisinde eksiklik olacaktır, yine de sınırlı kalacaktır. Fakat hele hele daha başlangıçta, yani daha pek az şeyi biliyorken, daha birkaç şey biliyorken her şeyi bildiğini sanmaktan kaçınması, daha müteyakkız olması, yani hüküm vermekte sür’at yapmaması, kazadan kendisini koruduğu gibi, çarparak, yani kendindeki fikri ilettiği kişilere de zarar vermekten kendini korur. Çünkü Allah rızası, yalnızca hüs-ü zanla, hüs-ü niyetle kazanılan bir şey değil. Allah rızası, tâbir caizse bir su molekülü nasıl iki hidrojen bir oksijenden meydana geliyor ve belirli bir vasatta bu iki unsurun birleşmesiyle bir su molekülü meydana çıkıyorsa, Allah rızası molekülü de, niyetiniz o olacak, yani hüsnüniyet unsuru + Allah hangi hususta nasıl razı edilir? Bu konudaki bilgi. Ve amelin bu bilgiye uygunluğu. Bu ikisi birleşir ise, Allah rızası meydana gelir. Tek başına birisi getiremez. Örneğin yalnız hüsnüniyetliyim. Birisi bana diyor ki Allah rızası için şu kadehi iç, ben de içtim. Boştur, Allah rızasını kazanamazsın. Neden? Amel, O’nun razı olmadığı iştir. Yalnız Allah rızasını hiç düşünmeden, yani bu niyeti taşımadan düşünün içki içmiyorlar ve içkinin aleyhinde bir grup, hani batıda antialkolist cemiyetler var, daha başka buna mümasil uyuşturucu maddeye karşı mücadele eden dernekler var. Milyarlarca para bağışlıyorlar, ama bunların kesinlikle amaçları Allah rızasını taşımadığı için, tek başına amellerinin İslâmî görüntülü oluşu, yani Allah’ın men ettiği içkinin onlar da men edilmesini istiyor ve aleyhinde bulunuyor olmaları ibadet değildir. Amel (zahiren aynen) İslâm’daki gibi… Lâkin Allah’ı razı etmeyi, O’na, O’nun razı olacağı şekilde inanmayanın O’nu razı etme düşüncesini taşıması söz konusu olamayacağına göre, tek başına bu unsur da, örneğin hidrojen unsuru nasıl milyarlarca bulunsa tek başına bir su molekülünü meydana getiremiyorsa, ne niyetin, ne de amelin tek başına kesinlikle Allah rızası molekülü sonucunu doğurması beklenemez.
Bu itibarla genç kardeşlerimiz ne yapıp yapıp, akıllı olmaya, sakin olmaya, kişilikli olmaya, Kur’an’la kişiliklenmeye, Kur’an’ı çok anlamaya çalışmaya, ne kadar anlarsa anlasın, mümkün mertebe bir boşluk (olacağına inanmaya); yani kendisine vahiy gelen kişi gibi davranmamaya, ki onlarda bile bu boşluk, bu anlayış insanları kıstırma değil, söylüyor ve rahat kişiliğiyle, serbest kişiliğiyle karar versin istiyor. Şah-Mat şeklinde yapmıyor. Geniş bir şekilde ne yaparsan yap, böyle sonuçlanacak bu iş şeklinde hareket etmelerinde büyük yarar var. Tarihi tekerrür ettirmemek bakımından yarar var. Kendilerini kurtarmak bakımından yine tehlikeden uzak kalmak bakımından yarar var.
Evet, bu farklılaşmanın devamı olarak şunu öğrenmek istiyoruz diyorsunuz ve akidede farklılık olabilir mi şeklinde suallendirmişsiniz.
Daha evvelki bölümde de söylemeye çalıştığım gibi, tevhidin İslâm’ın özünü oluşturduğunu biliyoruz. İslâm’ın da, ne vasatın altındaki insan için, yani acizler, yarım akıllılar için, ne de süper akıllılar veya aristokrasi için gelen bir din olmadığını belirtmiştik. Yani insanların ezici çoğunluğunu oluşturan vasat insan, normal insan, orta insana gönderilmiş, vasat göz önüne alınarak gönderilmiş. Aksi takdirde İslâm, tüm insanların dini olamazdı. Ancak ya bir aristokrasinin, ya da zavallılar takımının dini olurdu.
Tevhidin, insanların seviyesine göre tasnif edilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. En basit, en sade müslümandan, en müctehid, hatte en’i bırakalım Peygamber’e kadar, herkesin Allah hakkındaki düşünceleri, yaratılış hakkındaki düşünceleri, ahiret hakkındaki düşünceleri, öldükten sonra dirilme ile ilgili düşünceleri, Allah’ın hüküm koyuculuğu ile ilgili düşünceleri, Allah’ın hükümleri ile yeryüzünde hükmedilmesi ile ilgili düşünceleri velhasıl Kur’an neden bahsediyor ise tümüyle hepsinde bir beraberlik, bir müştereklik, bir benzerliğin olması zarureti vardır. Yani birinci sınıf İslâm, ikinci sınıf İslâm, üçüncü sınıf İslâm diye İslâm’ı sınıflandırmak mümkün olamaz. Ama Müslümanlar gerek akletmeleri bakımından, kendilerine düşen şeyi yerine getirmeme açısından tamamen sorumluluklarını mucip olarak, gerekse itikadlarının gereği amelleri açısından birbirinden fark ediyorlar, etmişlerdir. Bu, dindeki farktan değil, dinin kişilerdeki tezahürünün farkından, kişilerin dine verdiği önemsizlik, günah-sevap sonucu günah ya da sevap şeklinde tecelli eden durumları bakımından oluyor. Yoksa ben onun kadar itikad edemem, ben Peygamber kadar Allah’ı bilemem yahut ben Hz. Ömer kadar inanamam, mü’min olamam… Böyle bir söz kadar anlamsız söz İslâm’da olamaz. Nasıl, bildiğimiz o günün Mekke’sinin efesi Ömer b. Hattab, aklettikten sonra Hz. Ömer olmuştur ve onun 12,5 yıllık hilafeti döneminde ümmet-i Muhammed, Rasûlullah (sav)’in gününü aramamıştır, o denli İslâm’ı hazmetmişliğiyle, Ümmet-i Muhammed’i yönetimiyle Allah’ı razı etmeye çalışmıştır, kendisini heder edercesine Allah yolunda. Bu nasıl mümkün olduysa, sizin de onun kadar Müslüman olmanız gayet mümkündür. Zaten Allahu Teâlâ kimseden akliyetinin üstünde, becerisinin üstünde bir şey olmasını talep etmemektedir. “İlla vus’ahâ”dan kasıt da budur. Bu bakımdan tevhidin insanların seviyelerine göre tasnifi diye bir şey söz konusu olamaz İslâm’da. Bu da şunu gösterir ki, akidede farklılık olamaz kesinlikle.
Akide, mâlumunuz itikad edilen şeyler demektir. İtikad Arapça akid, (AKD)den geliyor, yani akitleşilen şeyler. Mesela ev tutuyorsunuz, bu bir akittir, kira akdi. Yahut bir mal satın alıyorsunuz. Bu satın alma akdi. Satın alma akdinde işte taraflar var değil mi? İslâm’laşan bir insan, İslâm’ı kabul eden bir insan da Allah’la akitleşiyor bir bakıma. Akdin bir tarafı kendisi, öbür tarafı Allah. O’na diyor, ben senin bir olduğundan eminim, Muhammed’in senin elçin olduğundan eminim, yani kuşkum yok. Onunla benim vahyettiğim diye gönderdiklerinin gerçekten senin sözün olduğundan eminim. Orada bahsettiğin şeyler, örneğin cennetin varlığı, cehennemin varlığı, öldükten sonra dirilme, azab, ıkab, sevab.. bütün bunlardan eminim. Bu emin olduğum hususlarda seninle akid yapıyorum. Yani söylediklerine itikad ediyorum. Söylediklerinle akidleşiyorum. Söylediklerin, gönderdiklerin üzerinde seninle akidleşiyorum. Şimdi Allah’ın dini, bin tane değil ki, bin türlü itikad, bin türlü akidleşme olabilsin. Mesela bina akdinde ev bir bütündür. O evi kim kiralayacaksa, mutfağıyla, tuvaletiyle, odasıyla, salonuyla, bahçesiyle kiralar. İtikad da bunun gibi bir şey.
İslâm da bir bütündür. Ya onu kabul edersiniz, dolayısıyla kira akdinde nasıl, bütün müştemilatıyla kiralarsınız ve sizin intifanıza geçer, ya da kiralamazsınız. Yani ben evde bir mutfağı kiralamak istiyorum, bir banyoyu, yahut bir yatak odasını, bir salonu.. Bu nasıl olmazsa, İslâm’da cennetin varlığını kabul ediyorum, cehennemin varlığını kabul etmiyorum! Yani onu itikaddan, akidden çıkarıyorum diyemezsiniz. Akid, hazırlanmış metin olarak önünüze sürülmüş. Ve siz şu konuda serbestsiniz. Yani maddelerinde oynamakta değil, emin olmadığınız herhangi bir şeyinden ötürü akdin tümünü reddetmiş olursunuz. Yani o maddeyi çıkartamazsınız. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu itibarla, itikadda farklılık olamaz, olmaması lazımdır. Her ne kadar bugünkü görüntü tarihteki birtakım görüntüler, farklılıklar zehabını, insana ister istemez veriyorsa da, bu İslâm itikadından, İslâm akidleşmesinin mahsurundan değil, İslâm’ın kendisinden değil, müslümanım diyen insanların yanlış anlamalarından, yabancı kültürlerin etkisiyle hareket etmelerinden, şundan, bundan kaynaklanıyor… O ayrı bir konu; ondan ortaya çıkmış bir şeydir. Ayrı bir şey olamaz. Kur’an, insanları ihtilafa düşürmek için gönderilen bir kitap değil, olamaz da.. Üstelik onu sana zorluk çıkarmak için göndermiş de değiliz diyor Allahu Teâlâ. Yani kendi ifadesiyle sabit.. Bu bakımdan itikadda farklılığın olması, düşünülemez.
Sorunuzun, özellikle ağırlık teşkil eden yanını özetlersek, tevhidin çok farklı şekillerde anlaşılmış olduğunu gördüğümüz gibi, günümüz müslümanlarının da tevhidden aynı şeyi algılamadıklarını ifade ve amellerinden anlamaktayız. Bu farklı anlayışları doğuran sebepler nelerdir ve bu farklı anlayışların sıhhat (doğruluk) derecelerini neye göre, nasıl ölçmek gerekmektedir diyorsunuz. Gerçekten soru güzel.. Yani mademki bu, olmaması gereken durum oluyor, nereden kaynaklanıyor, nereden çıkıyor, nasıl çıkıyor ki, bu istenilmeyen sonuçları ortaya çıkarıyor, doğuruyor ve sıkıntı verici oluyor?
Efendim, benim âcizane görüşüme göre, mütâlâalarıma göre, nereden, nasıl kaynaklanmış bu hususlarda bir birikimim var. Tabii ki tartışılır, üzerinde durulur ama dikkatimi çeken şey şu. Tevhid özellikle itikadla alâkalı, yani itikad işin esasını, temelini teşkil ediyor. Çok genelde hepimizin bildiği gibi, temeli sağlam olan şeyin, üstündeki çürük de olsa, insan yıkar gene yapar. Ama üstündekinin sağlamlığı, temeli çürük olan bir şeyde hiç söz konusu olamıyor. İşte tevhîd, İslâm’ın temelini teşkil eden dünya görüşü olduğuna göre, tevhîdî dünya görüşü, yani esası birlemeye yönelik, birlemeci dünya görüşü olduğuna göre, bunda neye göre hareket etmeli, nasıl hareket etmeli ki, müslümanlar bu sıkıntıdan, insanlar bu sıkıntıdan kurtulsun? Bu farklı anlayışlara düşmesinler, aynı şeyi algılamaları daha da kolay olsun. Bu sorunun cevabı ile bu farklı anlayışları doğuran sebepler nelerdir ve bunların sıhhat derecelerini neye göre, nasıl ölçmek gerekmektedir sorusu, birbirinin tersi ve düzü gibi.
Şimdi farklı anlayışlar üzerinde kısaca duralım, onun sebepleri üzerinde duralım, bilahare de bu farklılığı ortadan kaldırmak için ne yapmak gerekir, bunun üzerinde duralım kısa kısa.
Farklı anlayışların sebepleri için, herhangi bir cisim düşünelim. Bu cismi muhtelif aynaların karşısına getiriyorsunuz, birisinde biraz uzun görünüyor, birisinde biraz eğri gibi görünüyor, birisinde biraz geniş gibi görünüyor, birisinde derin gibi görünüyor ise aynı, değişmeyen cisim, bu takdirde sizin ister istemez, cismi karşısına tuttuğunuz aynaların birinin diğerine nisbetle farkını göstermiyor mu? Ve sağlıklı ayna, sahih ayna, düzgün ayna nasıl olması gerekir, vasıfları bellidir; gösterdiğini aynen gösteren ayna iyi aynadır, değil mi? O nisbetle farkları nedir? Diyelim ki, arkası sırlanan cam biraz eğridir, ondan dolayı aynalaşmış camın eğriliğinden dolayı, ona gösterdiğiniz şeyi ayna, eğri gösteriyor. Bilmem konveks olursa şişmanlatıyor, konkav olursa zayıflatıyor. Bütün bunlar, aynanın şeklinden, şeklindeki bozukluktan, şeklindeki farklılıktan kaynaklanıyor. Şimdi İslâm’da Kur’an da bir. Aynalar tabir caizse insanın aklı, insan kişilikleri. İnsan kişiliklerindeki farklılıklar, birincisi kendi yapısından kaynaklanabilir, yani aklın azlığı, çokluğu farkı gibi. İkincisi aklın İslâm’la muhatap olmadan evvel, daha evvel başka şeylerle muhatap olması sonucu, doğal halini bozmuş olmak. O daha önce muhatap olduklarından etkilenip birtakım görüntüler kazanması, onun üstüne düşürülen İslâm-Kur’an görüntüsünü farklı verebilir, nitekim diyoruz ya zaman zaman cahiliye nüksediyor, bilmem yabancı kültürlerin etkileriyle bilmem şöyle yapılıyor… Bunu kastediyorum bu teşbihimle. Hakikaten akidedeki farklılık, tevhidi aynı şekilde algılamıyor olmanın en büyük âmili, bir kere insanın zaafı. Fıtrattan, doğuştan gelen zaaf. Herkes bu zaafla karşı karşıya kaldığına göre, bu zaaf, başlı başına suç unsuru sayılmaz. Çünkü herkes eşit..
Kim ki, İslâm dışı kültürlerden kendisini az arındırmıştır; İslâm’la kendisini yıkamamıştır, sürekli yıkamamaktadır ya da az yıkamıştır, (o kişide) İslâm dışı kirlilikler vardır. İster istemez o kişinin Kur’an’dan anlayacağı tevhid, kirli, lekeli, bozuk olacak; görüntü bozukluğu, duruş bozukluğu, şekil bozukluğu gösterecektir. Zaten dikkat ederseniz, akide bozuklukları veya tehvidî bozuklukların bulunduğu meşhur kişiler var, meşhur hareketlerin liderleri. Diyelim Hasan Sabbah, diyelim Bahâullah denen adam, diyelim var veya yok başka birileri. Tarihte çok çok örnekleri var bunların. Tabi hepsi, Kaderiye’den, Cebriye’den, Cehmiye’den bilmem neye kadar bu adamlar müslümanız demiş olmalarına rağmen, İslâm dışı kültürlerden o denli müteessir olmuş kimselerdi ki, o müteessiriyetleri, yani tesir altı oluşlarıdır kendilerini bozan, tevhidi yanlış anlamalarına sebep olan.
Örneğin hiçbir yerinde, hiç bir âyetinde, dolaylı ya da dolaysız, zorlama ile dahi, çıkarılması mümkün olmayan Vahdet-i Vücut ismiyle meşhur olan bir Tekvin Nazariyesi düşünün. Allah’ın Aden denilen boşluğa bakıp da kendisini gördüğü, dolayısıyla bütün kâinatın, mahlukatın, her bir şeyin O’nun görüntüsünden ibaret bulunduğu, tıpkı insanın aynadaki görüntüsü gibi. İskenderiye okulunun, Yeni Eflatunculuk adıyla meşhur olan görüşü. Bu görüşün İslâm’la yakından-uzaktan alâkası yoktur. Allahu Teâlâ, kâinatın yaratılışıyla ilgili olarak “Kun fe-yekûn” (Ol dedik oldu) buyuruyor. Hiç alâkası olmadığı halde bunlar, Allah’ı ayna gibi bir boşluğa baktırıyorlar, orada görüntü olarak bizleri, dünyayı, dağı, taşı, ufku, denizi, ağacı, kuşu., her şeyi gösteriyorlar. Nereden geliyor bu? Yani buna dair hüccetiniz ne? Allah size bundan bir hüccet vermiş mi? Yok… Akıl bunu gösteriyor mu? Akıl da bir veri, bir şey bulabiliyor mu? Yok. Ama rahatlıkla bunu söylüyorlar ve bu düşüncenin, bu akidenin karıştığı kişilerin hepsinde şirk vardır kesinlikle.. Çünkü yaratığı Allah saymaktır bu. Allah’ın eseri başka, -ki Allah eseri olarak kâinattan bahsediyor- kendisinden bir parça başka. Meselâ tavşanın ayağı, tavşanın bir parçası iken, tavşanın toprakta bıraktığı iz tavşanın parçası değildir. Ondandır, onun izidir, onun eseridir ama ondan bir parça değildir. İslâm, yaratıkları böyle tanımlarken, vahdet-i vücut, yaratıkları Allah’ın bir parçası; adeta ayak tavşana nisbetle nasıl bir parçası ise, kulağı bir parçası ise, burnu parçası ise, Allah’ın bir parçası olarak görür. Bütün bu yaratıklar, O’nun görüntüsü imiş. O yok ise, görüntü yok, görüntü yok ise O yok. Demek ki görüntü, Aden denilen boşluk kalkarsa görüntü ile ‘şey’ birleşecek. Mâsivâdan uzaklaşan insan, O’nda birleşecek.
Zaten bütün tasavvuf işte Allah’a seyr-i sülük yoludur. Allah’a vasıl olma yoludur. Oysa Allah’a varma diye bir kavram yoktur, Allah’ı razı etme vardır. Allah’ı razı etmek ayrı, Allah’a ulaşmak ayrı. Allah’a ulaşmak diye bir kavram yoktur. Ne Peygamber Allah’la birleşiyor, ne Müslümanlardan bu talep ediliyor. Mesela İstanbul’a doğru gitmek, sonunda İstanbul’un içine varmak demektir. Peki, yani Allah’ın içine nasıl varacaksınız, bu şekilde bir şey düşünebilir misiniz? Allah’ı razı etmek, gene O’nun yarattığı cennetinde ya da cehenneminde bulunmak ayrı bir konu; Allah’la beraber olmak, Allah’la bir olmak, Allah’la birleşmek ayrı bir konudur. Ve kesinlikle bunun İslâm’la alâkası olamaz. Kur’an ile tabii alakası olamaz.
İslâm dışı kültürlerin İslâm’a kendi rengini hâkim kılmasının kaçınılmaz sonucu olarak akide bozuklukları, akide farklılıkları çıkmış ve bugün de eğer çıkıyorsa, bulunuyorsa, varsa -ki var- aynı sebepten bu sonuçlar görülüyor. Bunun tevhidin birbirinden farklı anlaşılması, ifade ve amellerin buna delalet etmesi, farklı algılanmayla alakası var. Bu farklı anlayışları doğuran sebeplerin başında mutlak surette İslâm dışı kültürler var. Kur’an gerektiği gibi düşünülmüyor. Düşünülse, okunsa bile başka müktesep kültürlerin, yani kazanılmış bilgilerin, bakış açılarının Kur’an’a bakarkenki bakışı etkisi altında tutması ile alâkalıdır. Yani Kur’an’a bakılması gereken saf bakışı lekeliyor. Lekelediği için tevhidde bozukluklar çıkıyor. Yoksa Kur’an bu bozuklukların kendisi itibariyle yol verici, yol açıcı bir kitap değil, olamaz da. Bunu ortadan kaldırmanın en güzel, en doğru yolu, Kur’an’a gene başvurmak; yani Kur’an’da Allahu Teâlâ özellikle itikadda, özellikle inançta, özellikle emin olma yolunda yani iman etme yolunda tutulacak tarzın, yolun kesinlikle zanna yol vermeyecek bir yol olmasını önerdiği halde, onlar çoğu kez zanna uyuyorlar. Onlar ancak, zanlarını, vehimlerini (din ediniyorlar).
Zan biliyorsunuz şüphedir, şüphe ise emin olmanın tersi. Yani bir şey görüyorsunuz bu tavşan mı, değil mi, bilmiyorsunuz. Emin değilsiniz, tavşan mı, insan mı? Ateş ederseniz ne olur? Ola ki tavşan yerine insanı vurursunuz. Emin olmalısınız ki tavşan olduğundan ateş edesiniz, emin olmalısınız ki insan olduğundan ateş etmeyesiniz.. Emin olmaz, emin olmadığınız, şüpheniz olan bir şey üzerine amel ederseniz, bu amel, başınızı derde sokabilir. Ancak tesadüfen, iradeniz harici başınız derde girmeyebilir. Kaide derde girmemektir. Şimdi Allahu Teâlâ açıkça belirtiyor ki, “Zan, gerçekten bir şey ifade etmez” diyor, ayet-i kerimede. Mesela gerçek bir avuç çilek ise, ya da elma ise; zan o elmalardan bir elmayı, o çileklerden bir çileği ifade etmez. Yani bir çilek bile değildir demektir. Gerçek bir avuç kalem ise, zan onların içerisinden bir tek kalem bile değil. Onlardan bir parçasının bile ifadesi değil. Zan, gerçekten bir şey değildir. Çok da sade olduğu halde, düşünülmeyince anlaşılmıyor. Düşünülürse anlaşılır.
Allahu Teâlâ buna çok büyük dikkat çektiği halde, zandan şiddetle kaçınılması gerektiğini defaâtle belirttiği halde, Müslümanlar -her ne hikmetse özellikle de bunu geleneksel Müslümanlar arasında görüyoruz- bunu yalnızca birbirleri hakkındaki zandan ibaret görmüşler. Hatta meselâ adam hırsızlık yapmış, hırsızlık yaptığına dair delil var, onu bile ben gene iyi zannedeyim, hırsızlığı söylemeyeyim diye onu bile bozmuş, bozarak kullanmış fakat hiç itikadla alâkasını kurmamış. Yani itikaddan tamamen amele, insanlar arasındaki ilişkilere düşürülmüş, en düşük düzeyde mütâlâa edilen bir şey haline getirilmiş. Halbuki zannın asıl Allah hakkında olanı, Allah’la yaptığınız itikadla ilgili olanı adamın başını derde sokuyor ya da dertten çıkarıp, sürura erdiriyor. Buna rağmen zanla ilgili âyetler ve tavırlar, sanki hiç itikadla, Allah’la ilgili değilmiş, herkes zaten anadan doğma itikadı düzgünmüş gibi zanla ilgili bilgiler, en düşük düzeyde, çok düşük bir voltaj gibi -yani var mı yok mu belli olmayacak şekilde- insanların birbirleri hakkındaki tavırlarına şâmil kalmış ve varılmamış üzerine. Halbuki zaten eğer kötü bir şeyse -ki öyle- benim, senin hakkındaki zannımın getireceği belâ bir kilo ise, Allah hakkındaki zannımın bana getireceği belâ, bizimle Allah arasındaki fark kadar büyüktür. Dolayısıyla asıl ondan kaçınmasını bilmiyor.
Bu farklılığı nasıl ölçmek gerekmektedir diyorsunuz ya, doğruluk derecelerini neye göre ölçmek? Kur’an’ın ortaya koyduğu bazı usûl ve üslûplar var. Zandan uzak durmak, itikadda zandan uzak durmak; bu mutlaka yapılmalıdır. Örneğin itikada taalluk eden hususlarda, bir kısım nasslar var delâleti kat’î, bir kısım nasslar var delaleti zannî. İtikada müteallik nassların hemen tümü, zannisi de kat’isi de gaybî meseleler. Cennet gayb, cehennem gayb, öldükten sonra dirilmek gayb, yani şu demektir: gidenimiz, görenimiz yok. Beş duyu ile algılanılmış şeyler değil demek. Hâkezâ Allah’ın zâtı öyle. Bütün bu hususları O, haber veriyor, siz inanç sahibi oluyorsunuz, itikad sahibi oluyorsunuz. Gayba taalluk eden hususlarda, gaybın sahibi neyi ne kadar bildirmişse, ancak onlara o kadarı ile inanmak, o kadarı ne eksiltmek, ne artırmak. O’nun bildirdiği gibi, bildirdiği kadarına inanıp orada durmak. Böyle yapılması gereği, bunların taalluku gayba olduğu içindir. Mesela şimdi cennetten bahseden bir âyet düşünün. Altından ırmaklar akıtılan Adn cennetleri.. Gören olmuş mu? Olmamış.. Varlığından eminiz aklımızla.. Neden? Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğundan eminiz de ondan. Allah’ın varlığından aklen eminiz. Bu itibarla cennet denilen şeyin varlığından da akıl yoluyla eminiz. Naklin aslını aklen kabul ettiğimiz için. Aklı olmayanın dini yok. Akılla kabul ediyoruz, öyle ya başka bir uzuvla değil.. Kabul ettik.
Şimdi Kur’an’da ne malumat verilmişse, gaybın sahibi, bu cennetin tafsilatıyla ilgili ne bilgi vermişse onunla iktifa etmemiz gerektiği halde, Kur’an’da denilmişse ki altından ırmaklar akıtılan cennetler var, müfessirlerimiz başlamış tâ başından, Beyzâvi’den bu tarafa, ırmağın önüne baraj da kurmuş, baraj gölü de olmuş, salkım söğüt de dikmiş, çay bahçesi, Lunaparklar, bilmem motorla gezinti… Yahu insaf edin! Efendim olamaz mı? Olamaz mı ayrı bir konu, var mı bahsedilende bu, ayrı bir konu. Neden karıştırıyorsunuz? Belli ki, oraya konulanlar, ebediyen yaşamasına rağmen, bıkmayacak oradan. Böyle söyleniyor. Öyleyse, orada çok güzel şeyler var. Ama o güzel şeylerin içinde av tüfeği de var mı, geyik de var mı, çay bahçesi de var mı, salkım söğüt de var mı? Bunları konuşun dememiş.. İnsandan istenen şeyin, cennete gitme yolunu tutması, yani Allah’ı razı etmeye çalışması olmasına rağmen, insan bununla meşgul olmayı bırakmış, sanki ikinci dereceden bir şeymiş gibi, ikinci dereceye itmiş, cennette ne var, ne yok bunun tafsilatıyla uğraşmaya başlamış. Zaten aklıyla buna tafsilat, açıklık getiremez. Zayıf ifadelerle, zayıf haberlerle, zayıf hadislerle hattâ sahih hadislerle bile bu gayba sıhhat kazandırmak, tafsilat kazandırmak kabil olamaz. Zira Peygamber de gaybı bilmez, bilemez.
Evet, itikadda zannî şeylere yer vermemenin, insanların tevhidi anlamalarında, ihtilaflarını asgariye indireceği, hatta hiç bırakmayacağı kanaatini taşımaktayım.
Sorularınız aslında her birisi çok geniş araştırma konusu olan sorular.. Biz pek yüzeysel, pek genel olarak bunlar üzerinde duruyoruz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *