Ümit Aktaş: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet

Ümit Aktaş: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet

Günümüzde bir ölçüde demokratik çoğulculuk anlayışıyla bu tip bir müsamahasızlık sorgulanır bir hale gelmiş olsa da, birçok cumhuriyet yine de bu tek dilli, tek etnisiteli ve hatta tek dinli yapısını sürdürmektedir.

SORULAR

1.Kavram olarak Medine ile (Kur’an’ın Karye dediği) Kent arasında literal bir fark; kavramın tarihsel kökü, mekânsal ve toplumsal yaşam ve gelişim sürecinde nitelik ve şekil olarak farklılıklar var mıdır?

2.Müslüman toplumların modernleşme tarihinde ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerde, Batıda ne varsa bizde de onun karşılığını bulma, yoksa icat etme zihniyetiyle ortaya atılan “Hars-Umran-Hadariyet-Medeniyet” gibi kavramlar, İslam’ın da öngördüğü ve teşvik ettiği toplumsal örgütlenme ve yaşam biçimini karşılar mı?

3.Medine sözleşmesini, İslam temelinde kurulmuş siyasi bir hükümranlıktan, orada geçerli sözün Müslümanlara has olmasından, toplumsal yaşamı “kendi içinde özerk ve özgür kitap ehli” hukukuna göre düzenlemekten bağımsız bir anlaşma olarak görebilir miyiz?

4.Bir “nation temelinde örgütlü, onun yaşadığı sınırlarda mukim olanları ‘çoğunluk-azınlık’ ölçüsü dahilinde homojen bir toplum olma” ön şartıyla şekillenen laik ulus toplum mantığı ve anayasal ulus devlet modeliyle, dini temelde örgütlü millet ve dini devlet modeline dayalı Medine sözleşmesi arasında mantık ve şekil benzerliği kurulabilir mi?

5.Sosyal sözleşme temelli “devlet-toplum” ve “toplum-birey” ikilemi ve ilişkisi, “insan hak ve özgürlükleri” bağlamlı anayasal teminatlı yurttaş hukukuna karşılık, şahsileştirdiği devleti ayrı bir varlık, ferdi ve toplumu ayrı bir varlık olarak görmeyen, bunları aynı hukuk ve haklarla sorumlu ve sınırlı tutan, aralarındaki ilişkiyi de buna göre kuran Medine sözleşmesi;

Çağdaş dünyada ‘dil-etni-yurt-tarih-mezhep-cinsiyet-kültür’ gibi çeşitli farklılıklarla atomize olmuş grupların, verili siyasi şartlarda bir arada yaşama ihtiyaçlarına bir çözüm olarak gösterilebilir mi?

6.Yesrib, kendisini Medine yapan şartları haiz sözleşmeyle, Müslüman ümmetin siyasi olarak şekillenmesinde, İslam hukuk sisteminin hükümranlığında, ümmetler toplumunun bir arada yaşamasına beldelik yapmıyor da;

Muhacirlerin de dahil olmasıyla kabileler federasyonu dahilinde, siyasi otoriteden bağımsız bir ‘hakemlik müessesi’ ihdas edilen mekan oluyorsa, peygamber ve arkadaşlarının Mekke’den niye hicret ettiğini sormak icap etmez mi?

Herkes biliyor ki, Müslümanların kendi kavimleri olan Kureyş, Yesriblilerden hem daha üstün ve hem daha da güçlü, üstelik yarımadanın hem ticari ve hem de dini liderleri iken, ortak bir noktada buluşup aralarındaki ‘din çatışmasını’ bitirmek üzere Peygamberi başlarına kral yapmak dahil uzlaşma/rüşvet teklifleri yaptığında, hakemlikle kıyaslanamayacak kadar değerli olan o teklifleri niye kabul etmedi, onlarla bir sözleşme yapmadı?

ÜMİT AKTAŞ:

1. Misal olarak Medine ve Mekke’yi alırsak, Mekke bir grup egemenin dinî, siyasî ve iktisadi açıdan tahakkümü altında olan bir şehirdi. Bu şehirde pazar, Kâbe (tapınak) ve Dâru’n Nedve (yönetim) bu seçkinlerin denetimindeydi. Medine’de ise farklı pazarlar, cemaatler ve siyasal örgütlenmeler bulunmaktaydı. En önemlisi ise bu farklılıkların bir arada bulunmasının koşullarının, bir toplumsal sözleşme ile belirlenmiş olmasıydı. Dolayısıyla temel farklılık, toplumsallığın bir sözleşme çerçevesinde oluşturulması yanında, farklı aidiyetlerin özerkliğine de dayanmaktaydı. Farklılıklar arasındaki sorunlar ve anlaşmazlıkların çözümü içinse “Hakem”e, yani Hz. Muhammed (as)’e başvurulacaktı.

2. Şehirler, insanlığın kültürel, siyasal, dinî ve ticari açılardan örgütlenerek kurumsallaştığı ve ibadethaneler kadar mahkemelerin, pazarın ve siyasal merkezin teşekkül edebildiği mekânlardır. Bu mekânlar, insanlığın durumuna ve gelişimine göre farklılıklar gösterebilse de, temel karakteristikler değişmemektedir. En önemli sorun ise farklılıkların bir arada yaşamalarına dair bir hukukun ve kültürün oluşabilmesidir. Başka açılardan tüm gelişmişliklerine rağmen günümüz şehirlerinin en önemli sorunu da hâlâ aynıdır. Dinî veya etnik azınlıklar, göçmenler, farklı kültürler gibi ayrıksı unsurlar, ötekileştirilerek baskı altına alınmakta veya şehirden/ülkeden kovulmaktadır. O nedenle Medine Sözleşmesinin bu sorunun çözümüne dair bir imkânı oluşturma girişimi, kendi dönemi kadar günümüz açısından da önemini hâlâ korumaktadır.

Oysa Batı modernleşmesinin kavramlarıyla birlikte mantığının da alındığı süreç içerisinde İslam dünyası, bir ölçüde de olsa sürdürebildiği farklılıklarla birlikte yaşama anlayışını bir yana koyarak, Batı dünyasında olduğu gibi homojen ulusal toplumlar oluşturmaya çalışmıştır. Bu ise çatışmalara ve hatta katliamlara yol açmış ve İslam dünyasındaki çoğulcu toplumsal ve ülkesel demografi, otantik niteliğini kaybetmiştir. Bunun sonuçları ise hiç de olumlu olmayıp, ülkesel ve toplumsal gerçeklikle de uyuşumlu değildir. Yüzlerce yıldan beri bir arada yaşayan kültürler ve dinler arasında oluşan tahammülsüzlük, yerinden edilen olumluluğa alternatif bir gerçekliği de inşa edebilmiş değildir.

3. Sözleşme, yıllarca bir arada yaşama kültürünü oluşturamayan Yesrib halkının, bu halka eklenen Müslümanlarla daha da karmaşıklaşan sosyolojisini bir sözleşme çerçevesi içerisinde bu çatışmaları durdurmak, karşılıklı sorumluluklar içerisinde bir şehir kimliği oluşturmak, farklı inançlara ve kimliklere birlikte yaşama imkânı kazandırmak gibi bir amaç taşımaktadır. Bu amaç bir zorunluluk olsa da, bu zorunluluk çeşitli anlaşmazlıklarla kazaya uğramaya bırakılmamış, karşılıklı bir mutabakatla, bir akde de bağlanmıştır. Burada önemli olan, şehirdeki karmaşa karşısında Müslümanların seyirci kalmaması, Mekke’deki ve Yesrib’deki tecrübelerden de hareketle “medenî” bir şehir ve toplum oluşturma çabasına girişilmiş olmasıdır.

Dolayısıyla dinin aşkın karakteristiği yanında Müslüman toplumun (“cemaat”in) tarihsel macerası da birlikte akmakta ve bu akış bir akide kadar siyaset, kültür ve medeniyet oluşturmaktadır. Burada oluşturulan tecrübeden nasıl yararlanılacağı, neyin dinin özüne, neyinse vaktin icabına göre biçimlendiğine karar vermek ise feraset ehli ardıllara kalmıştır.

4. Bunlar arasındaki karakteristik farkı oldukça açıktır. Medine çoğulcu veya farklılıkların bir arada yaşama imkânına dair bir örnekliktir ki buna dair kültürel izler tüm yozlaşmalara rağmen Müslüman dünyada (Endülüs, Osmanlı, Hindistan tecrübeleri gibi) görülebilir. Ulus devlet mantığı ise temel olarak kapitalist bir üretim ve tüketim anlayışına göre oluşturulmuştur. Bu anlayışın temel özelliği ise homojen bir toplumun belli bir ulusallık biçiminde rasyonalize edilmesidir. Oysa Medine Sözleşmesi, farklılıkların varlığını esas olarak almış ve bu niyet çerçevesinde şehri, olmaya bırakmıştır. Yani buradaki temel özellik şehir halkının kendi şiraları içerisinde gidişatlarını sürdürürken, şehrin gidişatı hususundaki tasarrufa da katkıda bulunmaları, bu kurucu ve ortaklaşa ilkeyi sürdürmedeki sorumluluğu ve kararlılığıdır.

Oysaki günümüz şehirlerini yöneten ve şehrin kaderine büyük ölçüde hükmeden bir grup kapitalistten müteşekkil olan burjuvazidir. Hatta demokrasi bile, tüm zaaflarına rağmen buna, yani sınıfsal tahakküme karşı koymanın mücadelesi içerisinde ortaya çıkmış eşitlikçi bir itiraza dayanır. Yani bu anlamda demokrasi, cumhuriyetçi ulusallığın biçimsel/soyut eşitlikçiliğine karşı toplumsal farklılıkların özgüllüğünü koruyan somut ve nesnel bir eşitlikçiliğin savunusudur.

Ne var ki, Medine Sözleşmesini sürdürülebilir kılacak olan “şura sistemi”, Resulullah (as) sonrasında akim kalmıştır. Tabi bunda sözleşmenin kemaliyle uygulanması karşısında sürekli arıza çıkaran ve bu konuda samimiyetten uzak bir direnç gösteren bazı Yahudi kabilelerinin olumsuzluğunun da önemli bir etkisi olmuştur. Bu ise Medine modelini özgünlüğünden uzaklaştırarak, özellikle modelin temel niteliği olan farklı etnik ve dinî grupların (cemaatlerin) bir “ümmet” oluşturması, yani bir tür çoğulculuk tasarısının “Müslüman bir ümmet” oluşa doğru bükülmesine ve dolayısıyla da daralmasına yol açacak, geriye ise Muaviye’nin hanedancı monarşizmine doğru tortulanacak olan yerelleştirilmiş bir üslup kalacaktır. Elbette ki bu sonucun ortaya çıkmasında Müslümanların da Peygamber sonrasında “şura sistemi”ni gereğince kavrayıp uygulamada tutamamasının, bu konuda yeterince hassasiyet gösterilememesinin de etkisi bulunmaktadır.

5. Medine Sözleşmesi o günün şartları içerisinde cemaatleri ve kabileleri esas alan, bunların dil, din ve kültürleri hakkında dışlayıcı ve baskıcı bir hüküm yürütmeyen, karşılıklı mutabakat içerisinde gerçekleştirilen bir çerçeve metindir. Sadece savunma ve karşılıklı yükümlülükler konusunda toplumun tümüne dair hükümler içeren bu sözleşme, günümüzün toplumsal somutlukları dikkate almadan soyut bir insan hakları telakkisiyle hareket eden anayasacılığından daha doğru ve tutarlı bir yöntem izlemiştir. Sözgelimi Türkiye’nin en önemli ve neredeyse çözümsüz sorunu olan Kürt meselesinde, Medine Sözleşmesi, Kürtlerin diline ve kültürüne müdahaleyi doğru bulmamaktadır. Kaldı ki farklı etnisiteler, dinler ve kültürler meselesi çağımızın en önemli sorunudur ve bazı istisnaları bir yana koyarsak, insan haklarına saygıdan söz eden anayasaların çoğunun bu konularda sunduğu tutarlı bir çözüm de yoktur.

6. Mekke’nin egemenleri Peygamber (as)’e bir uzlaşma önerirken, kendi egemenliklerinin içeriğini uzlaşmanın dışında tutmaktaydılar. Peygamber (as)’e teklifleri, Peygamberin şirke karşı çıkan tebliğini ve kendi ilahlarına yönelik eleştirilerini geri çekmesi gibi bir koşul içermekteydi. Bunun kabul edilemezliği ise ortadaydı. Nitekim günümüzdeki laik cumhuriyetler de, bu tür bir siyasal veya toplumsal talepler karşısında benzeri tepkileri vermektedirler. Maalesef günümüz Müslümanları da, büyük ölçüde tıpkı ulusalcı cumhuriyetler gibi ama “Medine Sözleşmesi”ne mugayir bir anlayışa sahipler. Laik cumhuriyetler ise sadece Müslümanlara karşı değil, tüm ideolojik veya etnik farklılıklara karşı da aynı müsamahasızlık içerisindedir.

Günümüzde bir ölçüde demokratik çoğulculuk anlayışıyla bu tip bir müsamahasızlık sorgulanır bir hale gelmiş olsa da, birçok cumhuriyet yine de bu tek dilli, tek etnisiteli ve hatta tek dinli yapısını sürdürmektedir. Bunda cumhuriyetlerin ve hatta kimi demokrasilerin, temel anlamda farklılıklara ve ötekilere müsamahasızlıklarının, yani kendi ideolojilerinin mutlakiyetçiliğinin de etkisi bulunmaktadır. Tüm bunlara bakılınca Medine Sözleşmesinin ne denli “medeni” bir anlayış ortaya koyduğunun ve ama maalesef Müslümanlarca bile yeterince anlaşılıp uygulanamadığını söyleyebiliriz.

DİĞER SORUŞTURMA YAZILARI:

Atasoy Müftüoğlu: Medine ve Medeniyet Üzerine

Şinasi Gündüz: Medine Vesikası: Anayasal Bir Sözleşme mi Yoksa Bir Arada Yaşamaya Dair Bir Model mi?

Ramazan Yazçiçek: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet Kavramları Dolayımında Mülahazalar

Hüseyin Alan: Medine-Medine Sözleşmesi-Medeniyet

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *