Şinasi Gündüz: Medine Vesikası: Anayasal Bir Sözleşme mi Yoksa Bir Arada Yaşamaya Dair Bir Model mi?

Şinasi Gündüz: Medine Vesikası: Anayasal Bir Sözleşme mi Yoksa Bir Arada Yaşamaya Dair Bir Model mi?

Referansını Allah’ın iradesinden almayan günümüz toplumsal yapılarının çoğulcu geleneğini meşrulaştırmak amacıyla Medine Vesikasını günümüz seküler, liberal plüralist toplum yapılarına yamamaya çalışmak son derece yanlıştır.

PROF. DR. ŞİNASİ GÜNDÜZ 1

Hz. Peygamber’in (sav) Medine’ye (Yesrib’e) hicretinin hemen sonrasında, Müslümanlarla Medine’de yaşayan Yahudi kabileleri ve onların müttefikleri arasında düzenlediği vesika, kabaca 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı araştırıcılarca çeşitli vesilelerle yeniden gündeme getirildi. Türkiye’de ise özellikle 1990’lı yıllardan itibaren çeşitli “İslamcı” entelektüeller tarafından günümüz çoğulcu toplum yapısında farklı kültür gruplarının barış içinde bir arada yaşamasının imkânı bağlamında tartışıldı. Vesika ile ilgili gündeme getirilen hususlardan birisi bu metnin anayasal bir metin olarak kabul edilip edilemeyeceğine dairdi. Başta Hamidullah olmak üzere bazı araştırıcılar, bu metnin insanlık tarihindeki ilk anayasal metinlerden birisi olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade etmekteydiler.[2] Bir diğer tartışılan husus ise günümüz çok kültürlü toplum yapısında farklı kültür ve din gruplarının bir arada barış içerisinde yaşayabilmeleri açısından bu vesikanın bir model olarak alınıp alınamayacağına dairdi. Çeşitli entelektüeller, vesikanın her kültürel yapıya kendi hukuk sistemi içerisinde eşit şartlarda haklar tanıdığından ve ortak yükümlülükler/sorumluluklar getirdiğinden hareketle, günümüz plüralist/çoğulcu toplum yapısı içinde bunun bir model olabileceğini savundular.[3] Böylelikle, toplumu oluşturan farklı bileşenlerden her kültürel yapının kendi hukuki geleneği esas alınarak ve ortak birtakım yükümlülükler doğrultusunda bir birliktelik oluşturularak, birbirine saygı ve barış esasına dayalı çok kültürlü toplum yapısının inşasına dair bir perspektife Medine Vesikası’nın bir referans olabileceği tartışıldı.

Bu makalede biz Medine Vesikası olarak adlandırılan bu sözleşmeyi, özellikle yukarıda zikrettiğimiz iki ana nokta etrafında yoğunlaşmış gözüken bu tartışmalar ve mülahazalar üzerinden ele alacağız. Bu yazılı sözleşmenin günümüz için anayasal bir metin olarak alınıp alınamayacağını ve farklılıklarla bir arada yaşamaya dair üretilen bir model olarak Müslümanlar için bugün ifade ettiği anlamı ve bu modelin günümüz çok kültürlü toplum yapılarında ne ölçüde uygulanabilir olduğunu tartışacağız.

Öncelikle Hz. Peygamber’in (sav) yaşamında görülen, din ve inanç bağlamında farklı toplumsal yapılarla ilişkilere yönelik tutum ve düzenlemelerin yalnızca Medine’deki bu uygulamayla sınırlı olmadığını hatırlamakta yarar vardır. Zira gerek Risalet öncesi dönemde gerekse Risalet döneminde Mekke’de, Hz. Peygamber’in (sav) farklı sosyal yapılarla çeşitli ilişkiler geliştirdiği ve peygamberlik göreviyle birlikte farklı inanç gruplarıyla bir arada yaşama tecrübesine yönelik çeşitli uygulamaları olduğu bilinmektedir. Örneğin henüz Risalet öncesi dönemde, onun, toplumsal yapıda mazlumlara, muhtaçlara ve yoksullara yardım amacıyla kurulu olan Hılfu’l-fudul organizasyonuna katkıda bulunduğu ve Risaleti sonrası dönemde bu konuda kendisine sorulduğunda şimdi olsa, yine böylesi bir organizasyona katılacağını vurgulaması dikkat çekicidir. Bununla o, kültürel farklılıkları dikkate almaksızın muhtaç ve mazlum olan herkesin yardımına koşmayı amaçlayan böylesi teşkilatlara katılmanın ve katkıda bulunmanın İslami bir değer ve yükümlülük olduğunu vurgulamıştır.

Bununla birlikte Hz. Peygamber’in (sav), dinin temsili ve tebliği konusunda her zaman taviz vermez bir tutum ve tavır içinde olduğu da bilinmektedir. Öyle ki Risalet görevinin başlangıcından yaşamının sonuna kadar la ilahe illallah davasının yürütülmesi konusunda taviz vermez bir tutum takınmıştır. Mekke döneminde, bu davadan taviz vermesi karşılığında yapılan barış önerilerine şiddetle karşı çıkmış ve “güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler bile asla vazgeçmem” demiştir. Onun la ilahe illallah davasını, toplumsal düzeni, uyumu ve ahengi bozan bir fitne vesilesi, babayı oğula düşman eden ayrılıkçı bir duruş olarak gören zihniyetle mücadele etmiş ve bu yolda gerek kendisi ve yakın ailesi gerekse ona inanan müminler çok ciddi sıkıntılar yaşamışlardır. Mekke döneminde, İslam’ın temel değerleri olan egemenliğin yalnız Allah’a has kılınması ve bireysel ve sosyal yaşamın Allah’ın öngördüğü kural ve kaidelere göre inşa edilmesi anlayışı, Hz. Peygamber’in ve bu davaya iman eden müminlerin içinde yaşadıkları toplumla ilişkilerinde belirleyici olmuştur. Bu doğrultuda Allah’a imanı ve O’na hiçbir şeyi denk tutmamayı içeren tevhid, Allah’ın Resulüne itaat ve ittibâ, adalet, güzel ahlak ve canın, malın, neslin korunmasına, bunlara saygı duyulmasına yönelik değerler, Hz. Peygamber’in muhatap olduğu herkesle ilişkilerinde temel kriter ve motivasyon unsuru olmuştur.

Bu değerler, kriterler çerçevesinde Hz. Peygamber, Mekke’de Müslümanlar üzerindeki baskı ve tâkibât yoğunlaştığında bazı Müslümanlara, Habeşistan’a gitmeyi tavsiye etmiştir. Müslümanların gayrimüslimlerle birlikte yaşama konusunda, Hicaz bölgesi dışında gerçekleştirdikleri bu ilk tecrübe oldukça önemlidir. Müslümanlara Habeşistan’a hicret etmeyi tavsiye eden Hz. Peygamber, “orada ülkesinde kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar işbaşındadır, orası bir doğruluk ve hakikat ülkesidir, Allah işlerde bir kolaylık verene kadar orada oturun kalın” diyerek, birlikte yaşama konusundaki adalet ve doğruluk gibi ilkelere dikkat çekmiştir. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Habeşistan’a giden Müslümanlar, orada kendilerine bir yer edinmek amacıyla ilkelerini bir tarafa bırakmamışlar, tam tersine kendilerini teslim almak üzere arkalarından gelen Mekke müşriklerinin kışkırtıcı, yönlendirici çabalarına rağmen gerek kral önünde gerekse toplum içinde yukarıda vurguladığımız İslami değerlerden ve kriterlerden taviz vermemişlerdir. Bu duruşlarıyla ve temsil ettikleri değerlerle başta Necaşi olmak üzere toplum üzerinde saygınlık oluşturmuşlar ve tekrar Hicaz’a dönünceye kadar orada huzur içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Medine Vesikası olarak adlandırılan metin çerçevesinde Medine’de yürürlüğe konulan tecrübe de Hz. Peygamber’in Risaletin başlangıcından beri ortaya koyduğu ve etrafındaki Müslümanları da bu doğrultuda yönlendirdiği kriterler/değerler bağlamındadır. Genel olarak incelendiğinde, içeriğinde bir “kitâb” ve “sahife” olarak tanımlanan bu metin, müminlerle Yahudiler ve müttefikleri arasındaki bir sözleşmedir. Sözleşmeye taraf olanların “bir ümmet” olarak tanımlanması dikkat çekicidir.

“İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.”[4]

Dikkat çeken bir başka husus; bu sözleşmeye Allah’ın şahit tutulması ve sözleşmenin Allah’ın ve Resulünün himayesi altında olduğunun vurgulanmasıdır.

“… Allah bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir. … Allah ve Resulullah Muhammed himayelerini (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaktır.”[5]

Bir diğer önemli husus ise üzerinde ihtilafa düşülen hususlarda başvuru merciinin kim ya da neresi olacağı konusundadır. Vesikanın üç ayrı maddesinde üzerinde ihtilafa düşülen hususlarda konunun Allah’a ve Resulüne götürüleceğinin altı çizilmektedir.

“Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.”[6]

“Bunlar (Yahudiler)den hiçbir kimse, Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.”[7]

“Bu sahifede gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münazaa vakalarının Allah’a ve Resulullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahifeye en kuvvetli ve en iyi riayet edenlerle beraberdir.”[8]

Dolayısıyla vesikaya göre, Medine toplumunda tüm anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak kişi, otorite mercii olarak Allah Resulüdür.

Vesika, anlaşmaya taraf olanlara kendi iç işleyişlerinde bir serbestlik tanırken gerek tarafların birbirine karşı yükümlülüklerine gerekse ortak birtakım sorumluluklarına dair bir içerik de taşımaktadır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı, Müslümanların düşmanlarıyla, hassaten Kureyşliler ve onlara yardım edenlerle iş birliği yapılmaması, onların himaye edilmemesidir. Bunun yanında suçluların korunmaması, emniyetin sağlanması ve savunmada yardımlaşma konusunda da taraflar sorumluluk altındadırlar.

Medine vesikasının geçerlik süresine bakıldığında, bu metin, anlaşmaya taraf olan Yahudi kabileleri anlaşma şartlarını ihlal etmedikçe yürürlükte kalmıştır. Bununla birlikte tarihsel gelişmelere bakıldığında anlaşma uzun soluklu olmamış; anlaşmaya taraf olan Yahudi kabilelerinin anlaşma şartlarını ihlallerine bağlı çeşitli gelişmelere paralel olarak yürürlükten kalkmıştır.

Hz. Peygamber (sav) gerek Yahudilerle gerekse diğer gayrimüslimlerle olan sonraki ilişkilerinde Medine vesikasını yeniden yürürlüğe koymayı düşünmemiştir. Örneğin Medine döneminin sonlarına doğru Mekke’nin savaşmaksınız fethinde Mekke’de yaşayan gayrimüslimlerle böylesi bir anlaşma yoluna gitmemiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber (sav) Medine döneminde, çeşitli yörelerdeki gayrimüslim gruplarla, cizye hukuku çerçevesinde anlaşma sözleşmeleri yapmıştır. Medine döneminin ilerleyen yıllarında yapılan bu sözleşmelerde zimmilik hukuku çerçevesinde bu gayrimüslim gruplara İslam egemenliği altında sağlanan can, mal ve inanç özgürlüğü ile bir arada yaşama hakkı tanınmıştır. Örneğin, Necran’da yaşayan Hıristiyan halkla yapılan anlaşma şöyledir:

“Necran ve çevresindekilerin malları, canları, dinleri, aşiretleri, kiliseleri, az veya çok ellerinde bulunan her şeyleri Allah ve Resulünün himayesindedir. Ne din adamalarının görevi ne papazın papazlığı ne de kâhinin kâhinliği değişecektir. … Ne zarara ne bir güçlüğe uğratılacaklar ne de yurtlarına ordu ayak basacaktır.”

Hz. Peygamber buna benzer anlaşmaları başka yörelerdeki çeşitli halklarla da yapmıştır. Bu tür metinler ilerleyen dönemlerde erken dönem Müslüman yöneticilerin İslam egemenliği altına giren yeni yörelerdeki gayrimüslim halkla yaptıkları muahedeler için de bir model olmuştur. Nitekim Hz. Ömer (ra), İlya (Kudüs) savaşılmaksınız İslam topraklarına katıldığında, orada yaşayan Hıristiyan halkla buna benzer bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmada da ön plana çıkan temel hususlar; belirlenen cizye karşılığında İslam egemenliği altında can, mal ve inanç özgürlüğü içinde bir yaşam sürme, Müslümanların düşmanlarıyla ve suçlularla iş birliği yapmama, onları himaye etmemedir.[9]

Dolayısıyla Hz. Peygamber ve Müslümanlar, Medine Vesikası olarak adlandırdığımız bu metni, her daim referans olarak kullanılacak bir metin olarak görmemiştir. Medine döneminin başlarında zamanın şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan bu sözleşme, bir zaman sonra şartların değişmesine paralel olarak ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte gerek bu metinde gerekse gayrimüslimlerle yapılan bir arada yaşamaya dair diğer anlaşma metinlerinde, her zaman İslam’ın temel değerlerinden ve kriterlerinden hareketle bir çerçeve çizilmesine özen gösterilmiştir. Bu da Allah’ın iradesinin temel referans olarak alınması, İslam egemenliğinin kabul edilmesi, anlaşmazlık durumunda Allah Resulünün başvuru mercii olması gibi temel prensiplerdir.

Bunlar dikkate alındığında bu metnin her daim esas alınacak bir başvuru metni olmadığı, ancak İslam’ın temel prensipleri doğrultusunda zamanın şartlarına binaen ortaya çıkan ve şartlar değiştiğinde de yürürlükten kalkan bir uygulama olduğu ortadadır. Dolayısıyla bazı araştırıcıların bunun anayasal bir metin olarak görülmesi gerektiğine dair anakronik yaklaşımları gerçeklikten uzaktır. Zira Hz. Peygamberin yaşamında ve uygulamalarında ille de “anayasal” bazı prensiplerden söz edilecekse, bunlar arasında egemenlik yetisinin yalnızca Allah’ta olduğunun kabullenilmesi, dolayısıyla Allah’ın koyduğu sınırların her daim esas alınması, adaletin, güzel ahlakın ve benzeri değerlerin gözetilmesi gibi hususlar üzerinde durulabilir.

Diğer taraftan Medine Vesikasının günümüz çoğulcu seküler toplum yapısında bir model olarak alınıp alınamayacağı konusunda da ciddi sorunlar olduğu aşikardır. Dünya genelinde günümüz toplumsal yapısının sekülerizmi, liberalizmi, insanın ve sermayenin egemenliğine dayalı bir algıyı esas alan ve insanı ve toplumu buna göre şekillendirmeye çalışan Batı merkezli egemen kültürün etkisinde olduğu bilinmektedir. Bu egemen kültür, kendi ideolojisi doğrultusunda toplumsal yapıdaki egemenlik ve itaat ilişkilerini tanımlayıp sınırlarını çizmekte ve bu tanımda ve çizilen sınırda insan dışında egemen bir gücün belirleyiciliğine yer vermemektedir. İnsanın egemenliği ya da belirleyiciliği ise sahip olduğu sosyal ve siyasal statü, yani ekonomik, siyasal ve askeri güç kadardır. Toplumsal yapıdaki haklılık ve güç tanımı buna göre yapılmaktadır; haklının güçlü olduğu bir yapı değil güçlünün haklı olduğu/sayıldığı bir yapıdır bu…

Böylesi bir yapı, toplum içerisindeki din ve dini gruplar da dahil her durumu kendi perspektifinden tanımlamakta ve tahlil etmektedir. Günümüz egemen kültürünü ifade eden bu bakış açısında, “globalleşme”, “sekülerleşme”, dünyanın adeta global bir köy haline gelmesi, tekliğe gidiş ve yaşanılan zamana ait sosyal-siyasal sorunlar temel alınmakta ve din, bu sorunların çözümü bağlamında mevcut şartların ürettiği öneriler doğrultusunda yorumlanmaya çalışılmaktadır. Burada dine biçilen rol, temsil ettiği hakikat/kurtuluş öğretisi doğrultusunda insanları yönlendirmesi, bireyi ve toplumu buna göre inşa etmesi değildir. Dine biçilen rol; egemen güçler tarafından belirlenip şekillendirilmiş olan bu fiili duruma din bağlısı bireyleri adapte edecek formüller üretmesi; seküler toplum projesine destek olması, kan pompalamasıdır. Bu bağlamda din, Allah’ın egemenliğinin ve iradesinin esas alınmasına dayalı bir insan ve evren öğretisini ihtiva eden hakikat merkezlilikten insanın egemenliğini ve mevcut statükonun devamını esas alan bir yapıya indirgenmek durumundadır.

Başta Batı toplumları olmak üzere günümüz çoğulcu toplum yapısı bu anlayış doğrultusunda tesis edilmiştir. Kapitalizm, liberalizm, pragmatizm, hedonizm ve benzeri yapılar toplumu bir arada tutan değerler sisteminin temel çerçevesini oluşturmuştur. Bu çoğulcu toplumsal yapıda, değerler sisteminde belirleyici olan irade, Allah ve Allah’ın iradesi değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri gücü elinde tutan insanlardır, gruplardır. Bu fiili durumda toplumun farklı kültürel/dinsel bileşenlerinin, kendi inançlarını ve değerlerini diğerleri üzerinde yönlendirici egemen bir unsur kabul etmeden toplumsal yapıya uyum göstermeleri esastır. Nitekim başta Batı toplumları olmak üzere dünyanın dört bir yanında yabancılardan, göçmenlerden ya da mültecilerden kaynaklı farklı kültürel yapılara yönelik yürütülen entegrasyon ve uyum politikaları, egemen kültüre uyumu ve adaptasyonu amaçlamaktadır. Aslında bu politikalarla gerçekleştirilmeye çalışılan şey; farklı kültürel/dinsel yapıların egemen kültür içinde asimilasyonudur.

Bu doğrultuda günümüz toplum yapısında çoğulculuk, küresel sisteme uyum ve entegrasyon nispetinde değerlidir. Bu yapıda, küresel sisteme meydan okuyan, cari sistemi sorgulayan ve kendi değerlerinden hareketle bir toplumsal yapı inşa etmeye çalışan anlayışlara hayat hakkı yoktur. Dünya genelinde egemen küresel güçlere biat etmeyen ve bunların belirlediği değerler sistemi doğrultusunda oluşan toplumsal yapılarda farklı arayışlar içine giren yapıların şeytanlaştırılması ve yok edilmeye çalışılması kaçınılmazdır. Nitekim dünya genelinde İslam’a ve İslami değerlere karşı yürütülen İslamofobik politikalarda, tutum ve davranışlarda bunu görmek mümkündür.

Bu gerçeği dikkate alarak değerlendirdiğimizde, Hz. Peygamber’in (sav) Medine’de yürürlüğe koyduğu anlaşmayla günümüzde egemen olan fiili durum arasında köklü farklılıklar vardır. Zira Medine Vesikası, sekülerizmi, liberalizmi, insan egemen bir toplum ve evren anlayışını esas alan günümüz çoğulculuğundan farklı olarak, toplumsal birliktelikte Allah’ın iradesinin esas alınmasını ve Allah Resulünün başvuru mercii olarak kabul edilmesine dayalı bir yapıyı öngörmektedir. Oysa günümüz çoğulcu toplum yapısında esas alınacak belirleyici irade, toplumsal yapıda egemen olan güçler ve başvuru mercii de bunlar tarafından oluşturulan yapılardır.

Sonuç olarak; Medine Vesikası, uygulandığı şekliyle günümüzdeki seküler çoğulculuk çerçevesinde bir metin değildir. Hz. Peygamber (sav) tarafından Hicret sonrası tarihsel şartlar dikkate alınarak yürürlüğe konulmuştur. İlerleyen zaman içerisinde bu anlaşma yürürlükten kalkmış ve değişen şartlar içinde gayrimüslimlerle bir arada yaşama konusunda yeni modeller üretilmiştir.

Risaletin Mekke döneminden Medine dönemine kadar farklı inanç gruplarıyla bir arada yaşama konusunda yürürlüğe konulan bütün bu modellerde, bireysel ve toplumsal yapıda Allah’ın iradesinin esas alınması, adaletin gözetilmesi, güzel ahlakın tesisi, zulme karşı çıkılması, insanların can, mal ve inanç özgürlüklerinin korunması gibi İslam’ın temel değerler sisteminden asla taviz verilmemiştir. Habeşistan tecrübesinde olduğu gibi İslam’ın egemen olmadığı toplumsal yapılarda Müslüman kimliğin varlığını devam ettirmesi ve temel özgürlük alanlarını sürdürmesi açısından Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşmadan temel özgürlük alanlarının güvencesine dayalı farklılıklarla bir arada yaşama modeli esas alınmıştır. Medine dönemi ve sonrasında İslam’ın egemen olduğu toplumsal yapılarda da yine Allah’ın iradesinin esas alındığı ve Allah’ın koymuş olduğu sınırların gözetildiği modeller yürürlükte olmuştur.

Hz. Peygamber (sav) tarafından Hicret sonrası yürürlüğe konulan ve henüz Hz. Peygamberin yaşamı esnasında değişen şartlara binaen kendiliğinden yürürlükten kalkan farklılıklarla bir arada yaşamaya dair bu tecrübe, bugün de yine aynı şartların tezahür etmesi durumunda tekrar yürürlüğe konulabilir. Ancak referansını Allah’ın iradesinden almayan günümüz toplumsal yapılarının çoğulcu geleneğini meşrulaştırmak ya da bunlara İslam tarih tecrübesinden bir referans üretebilmek amacıyla Medine Vesikasını günümüz seküler, liberal plüralist toplum yapılarına yamamaya çalışmak son derece yanlıştır.

Dipnotlar

[1]     Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. Bu çalışma Malatya Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından 2018’de düzenlenen Medine dönemi üzerine panele sunulan metnin gözden geçirilmiş halidir.
[2]     Bkn. Hamidullah, M., İslam Peygamberi, çev. S. Tuğ, Ankara 2003, c. 1, s. 188 vd.
[3]     Bu konuda Bilgi ve Hikmet dergisinin Kış-1994, 5. sayıda yayımlanan makalelere bakılabilir.
[4]     Bkn. Madde 25. Medine Vesikası maddeleri konusunda M. Hamidullah’ın İslam Peygamberi çalışmasındaki çeviri esas alınmıştır.
[5]     Madde 46-47.
[6]     Madde 23.
[7]     Madde 36.
[8]     Madde 42.
[9]     Hz. Ömer’in Kudüs halkıyla yaptığı ve Halid ibn Velid, Amr ibn As, Abdurrahman ibn Avf ve Muaviye ibn Ebi Sufyan gibi sahabilerin de şahit olarak belirtildiği bu emannamenin Taberi’deki metni şöyledir: “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Bu Allah’ın kulu ve müminlerin emiri Ömer’in İlya/Kudüs halkına güvence olarak verdiği emandır. O, onlara kendileri, mal-mülkleri, kiliseleri, haçları, şehrin hastaları ve sağlıklıları ve dinlerine ilişkin tüm ritüelleri için bir güvence verdi. Kiliseleri Müslümanlar tarafından iskân olunmayacak ve yıkılmayacak. Ne kendileri ne bulundukları topraklar ne haçları ne de malları zarar görmeyecek. Zorla din değiştirmeye zorlanmayacaklar. Hiçbir Yahudi Kudüs’te onlarla birlikte yaşamayacak. Kudüs halkı diğer şehir halkları gibi cizye verecek. Bizanslıları ve hırsızları sürecek. Şehirden ayrılacak olanların yaşamları ve malları güvenli bir yere ulaşıncaya kadar korunacak; kalanlar da güvende olacaklar, Kudüs halkı gibi onlar da cizye ödeyecekler. Bizanslılarla birlikte ayrılmak isteyen Kudüs halkı mallarını alıp ayrılırlar; onların kiliseleri ve haçları güvenli yere ulaşıncaya kadar güvende olacak; dileyen Bizans’la gidebilir, dileyen ailelerine dönebilir. Ekin hasadı öncesi onlardan bir şey alınmayacak. Şayet onlar bu yükümlülüklerine göre cizye öderlerse Allah’ın ahdi ve Peygamberinin ve halifelerin ve inananların sorumluluğu altında olacaklar.”

DİĞER SORUŞTURMA YAZILARI:

Atasoy Müftüoğlu: Medine ve Medeniyet Üzerine

Ümit Aktaş: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet

Ramazan Yazçiçek: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet Kavramları Dolayımında Mülahazalar

Hüseyin Alan: Medine-Medine Sözleşmesi-Medeniyet

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *