Hüseyin Alan: Medine-Medine Sözleşmesi-Medeniyet

Hüseyin Alan: Medine-Medine Sözleşmesi-Medeniyet

Elde doktrin kaynağı Kur’an, uygulaması sünnet varsa, göz önünde yaşanmış bir model/pratik orada duruyorsa, tarihsel çizgide olup bitenlerden ders çıkartılabiliyorsa, sorun yoktur.

I:Medine olmazdan önce Yesrib kenti, siyaset tarihinde sıkça rastlanan site/kent devlet ve toplumlarından biridir. Ekonomisi hububat ekimine, türlü meyve bahçeciliğine; hayvancılığa; içeride ihtiyaçları karşılayacak kadar zanaat ve mesleki imalata; İpek Yolu’nun Kudüs ve Suriye kavşağında ve dünya ticaret yolunun orta yol kuşağında yer alan coğrafyası nedeniyle ticarete de dayalıdır. İklimi iyi, suyu boldur. İnsanları kabile asabiyesinin etkisinde, savaşçı karaktere, tartışmacı ve uzlaşmacı tabiata sahipler.

Demografik yapı: 9 bin kadarı Araplardan oluşan kabilelerden, 4 bin kadarı Yahudilerden oluşan cemaatlerden, geri kalanı Şuub/diğerleri/karışık gruptan olmak üzere, toplamda 15 bin nüfusa sahip. Yahudiler kitap ehli, Araplar ve Şuub paganisttir/müşriktir.

Siyasi yapı: Tipik kabileler federasyonu biçiminde örgütlü toplum. Şehirde Araplar söz sahibi ama merkezi bir idare ve krallık yok. Hukuki düzenleri: Yahudiler Tevrat’a ve ruhbanlarına tabi, diğerleri kabileler arası geleneksel ahlak ve kültüre dayanıyor. Birliği, bağlılığı ve dayanışmayı sağlayan unsurlar: Araplarda klasik kan ve soy bağı, nesebe dayalı tarih şuuru ve atacılık, bilinç ve kimlik kabileyi temsil eden ilah kaynaklı. Yahudilerde tümü tahrif edilmiş Tevrat kaynaklı.

Şehir, iki lider kavim olan Evs ve Hazrec kutbunda birleşmiş Arap kavimlerinin etkisinde, aralarında 100 yıllık geçmişe dayalı iç savaşın tarafları olarak da rakipler. Bu kargaşa, Yahudi cemaatleri de rekabetin tarafı yapsa da kültürde, ticarette ve finansta üstünlük sağlamışlar. Şehrin İran’a bağlı olduğu, yıllık vergi ödedikleri rivayetler arasında zikredilir…

I.A:M600’ün başında Arap yarımadasının “dini, ticari ve siyasi” lideri olan Mekke şehrinde, yeni bir din ortaya çıktı: İslam. Son peygamber Mekkeliydi. Şehrin siyasal şartlarından bağımsız, toplumun tarihsel bağı, kabile asabiyesi, şirk temelli bilinci ve birliğinden kopmuş, buna karşılık kendi inançları temelinde, kendi tarihsel kökleriyle buluşarak yeni bilgi ve bilinçle özerk bir cemaat oluşturmuş, kendi işlerini ve diğerleriyle olan ilişkilerini gelen vahiylere göre çözmüş müminler toplumunun sürdürdüğü, örgütlü siyasi hareketin/mücadelenin nihai aşamasında, bu dini kabul edip yeniden şekillenen Yesrib’li Ensar kardeşleriyle Akabe biatları yaptı. Buna göre Yesrib’e hicret edilecek, birlikte yeni bir millet/ümmet oluşturup işlerine el atacağı şehri yeni düzenlemeye tabi tutacak, Yesrib’i Medine yapacaklar…

I.B:Medine, Mekkeli muhacirlerle Yesribli Ensarın, İslami inanç ve şeri hukuk sistemine dayalı olarak birlikte oluşturdukları kardeşler topluluğu, Müslüman milleti/ümmeti, bilinenlerin dışında başka bir yapılanmanın şehri oldu. Bunlar şehirde mukim diğer milletleri de alakadar edecek şekilde, şehrin adli, idari, iktisadi ve sosyal hayatını ve işlerini ve ilişkileri yeniden düzenlemek üzere organize oldular. Hemşerilerinin de dahil olup katıldığı, şehrin tümünü bağlayan bir sözleşme yaptılar. Bundan sonradır ki şehir, İslami siyasi iktidarın/yönetim biçiminin gerçekleştirildiği “yurt, belde, melce, ‘vatan’ oldu.”

Medine, aralarında peygamber de olduğu için, Müslümanların kendi işlerini nasıl düzenleyip çözdüklerinin; Müslüman olmayıp da birlikte yaşadıklarıyla ‘komşuluk, ticari, mesleki, hukuki ve siyasi, dostluk ve hasımlık’ münasebetlerini nasıl yürüttüklerinin; maddi dünya hayatı, madde ile kurulacak münasebetlerin niteliği ve gelecek tasavvurunun nasıl oluştuğunun “doktriner/ilk/dogmatik/kurucu/sahici” modelidir, “referans yeridir.”

Medine’yi, sözleşmeye temel dayanak olan şehir hayatını, kültürünü, kimliğini oluşturan ana temayı, dolayısıyla Yesrib’i Medine yapmak için şehri yeniden örgütleyen ‘şeyin’ adını doğru koymak icap ettiğinde, olanı olduğu gibi görmek için şu iki zorunlu şartı akılda tutmak icap eder:

1:İslam yekpare bir dindir. Şirkten arınmakla başlayan tevhid inancı, ‘iman-amel, kamusal-özel, siyaset-din, devlet-toplum, politik-sivil, üretim-paylaşım, yöneten-yönetilen’ gibi teorik ve pratik bir ayırım yapmadan, beşeri hayatta her ne varsa onların tümünü, vahdete ulaştırarak, tevhid ederek İslamlaşır. İnsanın ‘insan-insan, insan-toplum, insan-yönetim, insan-doğa’ ilişkisini aynı ilke ve kuram ile düzenler, reel gerçeklik yapar.

Söylenenlerin tümünde esas olan “yasadır.” Yasaya göre bir araya gelip şekillenme, yasaya uygun tarzda işleri ve ilişkileri düzenleme ikinci aşama, yasayı muhafaza ve müdafaa üçüncü aşamadır. Bu aşamalarda varlığın anlamı, bu dünyada ne uğrunda var olunacağı ve neyin peşinde koşulacağının Müslümanca ifade ve icrası hakikat olur. Ahiret bağlantılı gelecek tasavvuru oluşur. Bu işler şehirde olur, ‘cemaat-millet-ümmet’ örgütlenmesinde gerçekleşir, diğer ‘ümmetlerle’ bir arada sürdürülür.

2:Medine, Yesriblerden bir Yesrib, bilinen kent toplumsal kültür ve yaşamlarından biri değildir. Medine, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının hicret ederek Yesribli arkadaşlarıyla buluşup birleştikleri yeni bir örgütlenme sayesinde, şehri de yeniden düzenleyip şekillendirdikleri bir “Dar’ül İslam”dır. Bir “Kelimetullahi Hiye’l Ulya”dır. Yani bu şehirde Allah’a itaat etmekten gayri hiçbir üstün değer yoktur.

Bu durumda Medine, sınırları belirlenmiş, içinde İslam’ın izzetinin yürürlükte tutulduğu ‘haram’ bir yurttur/şehirdir. Yeni hal içerde ve dışarda ilan edilmiştir. Dolayısıyla şeytanın, müşriklerin, zalimlerin sözünün geçmediği, etkisinin zayıfladığı bir beldedir. Tesis edilen bu türlü bir şehir hayatı esas alındığında, sözleşme sonrası Yesrib adının kullanılmasının neden yasaklandığının sebebi anlaşılabilir.

Medine Sözleşmesinin maddi temellerine, dayanaklarına ve taraflarına bakıldığında ortaya çıkan gerçeklik şudur: Bu şehirde, şehri ilgilendiren meselelerde Yahudi cemaatlerinin, müşrik Arap kabileleri ve bunlardan olmayan diğerlerinin sözü geçmez. Müslümanlar bu şehirde, Yahudiler, Araplar ve diğerleri arasında “arabulucu” yahut “hakem” değil, “hakim” unsurdur…

Medine, aynı zamanda bir cihat merkezi olarak, içerde huzur, güven, emniyet ve adalet; dışarda İslam’ı duyurma ve yayma üssüdür. Bu bağlamda “aile hayatı, kadın erkek ilişkisi, komşuluk münasebetleri, sosyal ve iktisadi bir hayat, dış politika modelidir. Zekat-haraç-cizye-ganimet gibi mali, üretim-ticaret-pazar-paylaşım gibi iktisadi, iyi komşuluk-ihtilafların halli-sorunların çözümü gibi adli, savunma-savaş gibi işler için numune” bir şehirdir. Fethedilen şehirler de bu numuneye uyarlanacaktır.

I.C:Medine, tarihte bir ilk değildir. Bilinen son tarihte Hz. Davut ve Hz. Süleyman zamanında, Kudüs’ün, bir “jaru-selam” yani bir ‘İslam yurdu/Medine’si’ yapıldığı, Hz. Musa’nın şeriatıyla yönetilmiş olduğu bilinir. Kudüs, aynen Medine’de olduğu gibi sayıca az İsrailoğulları eliyle Jaruselam oldu. Orada da sayı çokluğunu Yahudiler ve diğer unsurlar oluşturuyordu. 15 bin kişilik Yesrib’i Medine’ye çeviren, kadınlı çocuklu ve yaşlı 1500 kişilik Müslümanların yaptıkları da buydu.

Özetle, hicret sonrası Medine’de olup bitenler, gazaba uğrayan ve sapanların yaptıklarının yapılmadığı, dinin ve hayatın parçalanmadığı, fesadın bastırıldığı bir kurucular şehrinin hikayesidir. Bunu yaptıkları için kısa sürede dünyanın o günkü tüm siyasi merkezlerini ele geçirdiler, dünya mülklerini ve çok farklı millet gruplarının idaresini adil biçimde ele aldılar.

II:Medine Sözleşmesini nasıl anlayabilir, adlandırabiliriz? Bu gün sahip olduğumuz akıl yapısıyla, içinde yaşadığımız toplumsal siyasal kültürün de etkisiyle, sözleşmeyi okuyup yeniden kurgulamak, herhalde adil olmaz. En doğrusu, sözleşmenin kendisini ve bağlamını, sebep ve sonuçlarıyla birlikte ele almak, anlamak olmalı. Bu yapılabilirse şayet sözleşmeden ders çıkartılabilir, ibret alınabilir. Doktriner ve pratik bir tecrübe, sahici model ve referans arayanlar için diyelim.

Sözleşmenin, aynı şehirde birlikte yaşayan farklı ‘milletlerin/din ve yol sahiplerinin’, İslami ölçüler temelinde tasnif edilerek, yeniden sınıflandırılarak, ortak hukuk ve siyaset teşkilatlanması çerçevesinde yeniden yapılanmayı, iktisadi ve sosyal hayatı buna göre yeniden düzenlemeyi yansıttığı hususu tartışma götürmez. Sözleşme, bu görüntüsüyle ve modern tanımlamayla bir ‘toplumsal sözleşme’ teorisi, bu teorinin yazılı bir ‘anayasa’ pratiği olabilir mi?

II.A:Anayasa, tarihsel kökleri, toplumsal değişim bağlamı, çıkış sebepleri, kavramsal sistematiği ve referans dayanağı bakımından modern çağın, rasyonel aklın ve bilimin bir ürünüdür. Ulus devletin varlık şartı; ulus toplumun kurucu sözleşmesi; devlet teşkilatlanması ve onun toplumla kuracağı ilişkisini düzenleyen en üst norm’dur. Doğal olarak seküler’dir. Çünkü yeni devlet türünde egemenliğin kaynağı gökten/tanrıdan alınıp yeryüzüne/halka indirilmiş, halk iradesi egemenliğin kaynağı olmuş, temsili demokrasi bu egemenliğin kullanılışının şekli olmuştur…

II.B:İnsanlık tarihinde tarihsel akış ve toplumsal değişim dönüşüm aşamalarında, geçmişin değerlendirilmesi ve bu güne geliş, bu günün izahı ve yarına dair kurgu bakımından, iki türlü açıklama biçimi vardır:

İlki:Felsefik ve bilimsel açıklamadır. Buna göre kozmosun/evrenin varlığı ve düzenlenişi, insanlığın ilk başlangıcı ve gelişim sürecinde ‘tarihsel determinizm yasaları’ ve ‘evrim şartları’ geçerlidir. Evren ve insanlık bir şekilde var olmuştur. Toplumsal aşamalar ve gelişmeler, ‘antik, avcı-toplayıcı, tarım-feodalite, modern-endüstri’ şablonik sıralamayla bir akış söz konusudur. Değişim kaçınılmazdır. Lineer mantıkla hep ileri doğru gidilir.

Aklın ve bilimin özerkleşmesini gösteren, teknolojinin ve üretimin patladığı son modern aşama, mükemmel olanıdır. Geride kalanlar antiktir, mitolojidir, sözel nakildir. Barbarlarla/göçerlerle kentliler/medeniler arasında savaşlar söz konusudur. Bu çerçevede dinler metafizik/aşkın/totemik kutsallar, kabileleri kendi içinde birleştirip temsil eden animizmdir, ruhçuluktur, paganizmdir.

İkincisi:İlahi kaynaklı, nakle dayalı bilgi ve tecrübe temelli izahtır. Her şey yoktan yaratıldı. Evren ve içindekiler yaşama uygun olarak çeşitlendi ve düzenlendi. Dünya hayatı, başı ve sonu olan bir sınanma yeridir. İnsanlar hep toplumsal halde var oldular, kabileler, kabileler federasyonu şeklinde birleşik kavimler, şehirler, devletler halinde yaşadılar. Tarih döngüsel olarak, ibretlerle dolu halde, başladığı yere geri dönen dairesel bir şekilde aktı.

İnsanlar, yeryüzünün imarı için ahlaki temelde adalet ile sorumlu tutuldular. Tarihsel zaman dilimlerinde insanlık, ilahi bildirime uyanlar ve uymayanlar olarak ikiye ayrıldı. Taraflar tevhid/adalet veya şirk/zulüm temelli toplumsal yapılar olarak örgütlendiler, ona uygun siyasal düzenler kurdular. Ayrışma hakikatin tayinine göre gerçekleştiği için, taraflar güç temelinde çatıştılar.

Adalet ve zulüm bu sebeple, bu dünyada karşılaştı. Her devirde iyilik ve kötülük aynı anda, aynı toplumsal yapı içinde de var oldu. Güce kavuşanlar ya birini ya diğerini etkin kıldılar. Güç bir o yana, bir bu yana el değiştirdi. Kötülük/bozulma yeryüzünü kapladığında “tufan” oldu, yeryüzü yeniden düzenlendi. Süreçte sapkın kavimlerin yerel helaki gerçekleşti, yeniden imar edilip yeniden kuruldu. Tarihsel ilerleyiş bu temelde devran edip duruyor…

II.C:Müslümanların tarihinde en son kurulan “ilk/kök/dogmatik/referans/model” olan asrı saadetten sonra, bozulmalar tekrar başladı. Arada adaletin ikamesi gerçekleşti. Süreçte ne kötü, ne iyi egemen olamadı. Buna rağmen iki zıtlık bir arada yaşayıp durdu. İkisi arasındaki mücadele ve güç çatışması sürdü geldi. Nihayet günümüze kadar geldik. Bu gün buradayız, bu haldeyiz. Hal, kötünün iktidarını gösteriyor.

Geçmişte şöyle oldu böyle oldu, bunun derecesi şu karatta oldu bu karatta oldu, ama Müslümanlık tarihinin son modelden sonraki ilerleyiş çizgisindeki ana renk, hep İslam oldu. Bozulmalar tablonun detay karelerinde çizgiler, şekiller ve renk tonu olarak kaldı. Din, muhafaza ve müdafaa edildi, din temelli millet bütünü korundu. Başka milletlerle birlikte yaşanan sosyal hayatta Müslümanlar ‘millet-i hakime’ oldu. Adil veya zalim tarafı ağır bassa da iktidarlar İslami temele dayandı, kendisini İslam ile bağlı saydı. Son iki yüzyıllık serüvende modelden ve referanstan daha fazla kopuş tekrarlandı… Günümüze gelişin özeti budur. Günümüzün resminde ana renk İslam olmayıp, İslam ton farkı olarak yaşıyor…

II.D:Müslümanların bir ‘cemaat-millet-ümmet’ olarak organize oldukları tarih akışında yazılı bir anayasaları olmadı. Kitap ve sünnet referans, asr-ı saadet model oldu, içtihat ve icma hem tüm sosyal işlerini çözdü, hem var oluşlarını temin etti. İktidarlar dahi düzenlemesini bu dayanaklara uygun olarak yapmak zorunda kaldı.

İlk yazılı anayasa tecrübesi Mecelle’dir. Modernleşme yolunda yukardan aşağıya doğru reformasyona uğratılan toplumun, günlük hayatta ihtiyacını karşılama bağlamında tasarlandı. Modern hukuk kodifikasyonuna uygun şekilde yazıldı. Toplumsal fotoğraftaki ana rengin sekülerizme, tonların İslam olmaya doğru çizildiğinin resmi sayılabilir. Şu sebeple ki devlet teşkilatının, iktisadi ve mali yapının, eğitimin, dış politikanın ve siyasal hayatın İslam’dan bağımsız tasarlanmasının tarihsel resmi çiziliyordu…

II.E:Medine Sözleşmesinin bir anayasa olup olmadığını anlamak veya böyle isimlendirip isimlendirmemek, yukardaki özetten sonra kolaylaşabilir. ‘Şeyi’ kendi adıyla söyler, şeyin kendisi ile söylem arasında bir fark ortaya konmazsa, sözleşme bir ‘anayasa değildir.’ Çünkü anayasa başka bir şeydir, başka bir toplumsal siyasal formun ‘normu’dur. Nitekim 23 Nisan 1920 cumhuriyetinin kuruluş aşamasında, kurucu metnin adı “Teşkilat-ı Esasiye” kelimesiyle ifade edilir. Çıkartılan yasa maddeleri de buna uygundur. İlk anayasa, bağlamıyla irtibatlı olarak 1924’te kullanılıp yapılacaktır. Bundan sonra çıkartılacak yasa da ona uygun olacaktır.

Medine Sözleşmesine bakıldığındaysa ortaya çıkan resim şudur: Şehirde insanlar dini inançlarına göre tasnif edilmiş olup, Müslümanlar “biat” akdi ile, diğerleri “zimmet ve eman” akdi ile yönetime bağlıdır. ‘Haklar’ ve ‘halklar’, İslami şeri hukuk sistemiyle belirlenip düzenlenmiştir. Şartları beğenmeyenler ailesi ve servetiyle şehri terk edebilir, şartları kabul edenler rahatlıkla gelip yerleşebilirdi. Emniyet, güvenlik, istikrar ve adalet bu sayede sağlanmış, şehir bu temelde yeniden kurulmuş, farklı topluluklar bu sayede yeniden ümmetler birliği olmuşlardır.

III:Medine bir ‘medeniyet’ midir; bize göre değildir. İki kelime arasında ne tarihsel, ne kavramsal, ne de toplumsal yapı ve yaşam biçimi olarak bir benzerlik olmadığı gibi, ne olup bitenler bağlamında, ne de netice olarak bir ayniyet kurulamaz. Doktriner anlamda da, Medine şehir pratiğinde de iki ‘şey’ birbirine zıttır. Her zıtlıkta olduğu gibi burada da kısmi yakınlıklar kurulabilir ama bu özde ve şekilde ana farklılığı kapsamaz.

Medine’yi öz olarak tarif edecek olursak orası bir “sünnet” yurdudur. İkna olanların veya zor altında kabullenenlerin değil, iman edip teslim olan, ihsan sahibi, Allah’ın kitabında cennetle müjdeleyip övdüğü üç sınıf insanın düzenlediği yaşam tarzının şehridir: Muhacirler, Ensar ve bunlara tâbi olanlar.

Medeniyet denildiğindeyse, tümüyle Batı tarihi ve toplumsal sürecinde modernleşme aşamasının yaşam tarzının kentleşmiş ifadesi söz konusudur. ‘Civil’ insanlardan müteşekkil ‘Civilization’a, dinden bağımsız iktisadi ve siyasi şartların hükümran olduğu kent toplumu ve kültürüne işaret eder.

Medeniyet kelimesi, Batı karşısında yenilip çözülen Müslüman toplumların, Batı civilazation’u/medeniyeti/uygarlığını taklit mahiyetinde sürdürülen reformasyon sürecinde, “ne olacaklarına” dair isimlendirme sorununa bulunan ‘sentetik’ bir karşılıktır. Tıpkı, ‘nation/ulus’ kelimelerinin “millet/halk” olarak tercüme edilmesi gibi…

III.A:İnsanlık tarihinde nerede, hangi toplum bir medeniyet kurmuşsa orada yazıya geçilmiş, devlet kurulmuştur. Devlet, toplum yapısını “yöneten-yönetilen, itaat edilen-itaat eden, emreden-emir alan, merkez-çevre” şeklinde yapılandırılmasının politik temsilidir. Toplumun bu tarz yapılanması aynı zamanda sosyal statü, haklar ve elde edilenler bağlamında “imtiyazlı-sıradan, azınlık-çoğunluk, zengin-yoksul, güçlü-zayıf” biçiminde sınıflanmasıdır.

Dolayısıyla nerede bir devlet kurulmuşsa orada “devlet-toplum” ilişkisinde devletin, toplumun dışında ve üstünde örgütlenmesi, dinden bağımsız otonom bir yapıya ve kendisinin bir amaca kavuşması, merkezi ve bürokratik bir yapıyla otoriterleşmesidir.

Medeniyet aynı zamanda, tarihsel ilerleyiş ve toplumsal değişimler aşamasında, iktisadi ve siyasi olarak ileri bir yapılaşmayı, görece özgürleşmeyi, yaygın eğitimi, uzmanlaşmayı, üretimin artmasını, teknolojiyi, bilimi, ticarileşmeyi, zenginliği, refahı ve hazzı temsil ederken, barbar/kabileci/göçer toplumsal yapı ve yaşama kıyasla uygarlık şablonuna oturur.

Fakat aynı zamanda ve yerde, çürümeyi, yozlaşmayı, zulmü, baskıyı ve sömürüyü de ifade eder. Her toplumsal yaşam aşamasında olduğu gibi medeni toplum ve yaşamda da, iki zıt şey, iki kutup yine bir aradadır: Medeniyetler zirveye ulaştığında çürüme ve yozlaşma da zirveye ulamış, düşüşe geçmiştir…

III.B:Medeniyet, görkemli ve düzenli kentleri; disiplinli ve kontrol edilebilir insanları; gösterişli ve yüksek siteler ve plazaları; şaşalı malikaneleri, sarayları ve mabetleri ile temsil edildiği gibi; buralarda yaşanan lüks ve konforlu hayatları; ‘lale devirlerini’; maddi temelde gösterişi ve sahte ilişkileri de temsil eder.

İktidarın ve imtiyazlı iktidar sınıftan olmanın sağladığı statü ve itibarın göstergesi sayılan lüks tüketim ve konforlu yaşamın maliyeti, bedeli; bastırılmış, yoksullaştırılmış, acizleştirilmiş, imkansızlaştırılmış çoğunluğun sırtına yüklenir. İki zıtlık burada da gözükür: Zenginlik-yoksulluk aynı toplumda bir aradadır, ama zenginliğin karşılığı çoğunluğun yoksulluğuna karşılıktır. Bu tarzın korunması yasalarla sağlanır. Bu sebeple bir uçta ışıl ışıl parıldayan bir medeniyet, diğer uçta çürüme ve izmihlal yan yanadır.

Bu yargımızı şöyle bir kıyaslamayla misalleyebiliriz: Son din, İran ve Bizans gibi o günkü dünyanın en ileri düzeyde medenileşmiş ülkelerine, görkemli başkentlerine gönderilmedi, son peygamber bunların ileri aşamadaki medeni toplumları arasından seçilmedi. Sonradan olup bitenlere bakarak söyleyebiliriz ki, öyle olsaydı, peygamberle birlikte getirdiği din, çökmekte olan medeniyetlerin yıkıntıları altında kalacak, onlarla birlikte mitolojik bir hikayeye dönüşecekti…

Medeniyet hususunda nihayet denmeli ki, Müslümanlarda ne zaman, nerede medeniyet aşamasına geçmişlerse, sahici olandan, modelden, referanstan o kadar uzaklaşmışlar, adalet-zulüm ikileminde zulüm tarafı ağır basmış, o sebeple de çürüyüp bozulmuşlar ve parçalanıp dağılmışlardır.

Buna ister tarihsel determinizm yasası ve toplumsal evrim şartları diyelim, isterse ilahi izahla zulmün ilelebet payidar olamayacağı diyelim, sonuç olarak fark etmiyor. Allah, kullarına zulmetmez, uyarı ve işaretler göstermeden kavimleri helak etmez…

III.C:Netice itibarıyla “ilk, sahih, doktriner, dogmatik, model” olanı gerçekleştiren asrı saadet Müslümanları Medineler kurarken, imkanları ve şartları elverdiği halde medeniyet kurmadılar. Medeniyetlerin görüntü itibarıyla cezbedici olduğunu bildikleri, saltanat kurup dünyalıklarını teminat altına alacaklarını gördükleri kadar, muhteva olarak bunun çürütücü olduğunun da bilincindeydiler. Tercihlerini bile isteye, buna göre yapmışlardır.

Onlar, yani doktriner olanı modelleştirip pratik edenler, farklı dinlere mensup ümmetler birliğinin maddi nesnel işlerini yürütmek, aralarında adaleti ikame etmek üzere ‘iktidar’ vazifesini üstlendiler. Bunların yöneticileri ve sorumluları birer “gazi”dirler. İslam’ı aziz kılmak ve adaleti yaymak için cihat erleridirler. Dünyaya bakışları Müslümancaydı. Bu sebeple dünya malıyla, ziynetleriyle ilişkileri de Müslümancaydı.

Bunlar olurken kötülük/zulüm yeryüzünden silindi mi, hayır; bastırıldı. Malumdur ki iki zıtlıktan iyi olan galipti, adalet hükümrandı. Çünkü ‘kendileri adil olanlar’ iktidardaydı.

Onlar, kudrete ve her tür imkana sahip oldukları halde, ahalinin vergi zoruyla sırtına binip zulmetmedikleri gibi, kendilerini ahaliden ayrı gayrı da görmediler. Emirlerine de zulmettirmediler. Zayıfı güçlüye ezdirmediler. Zekat, cizye, haraç, ganimet nimetlerini toplum yararına kullandılar, hazineyi şişirmediler, herkese ait olan ‘beyt’ül malı’ yakınlarına ve imtiyazlılara peşkeş çekmediler. Yanlış yaptıklarında hesap soranlara mütevazi halde hesap vermekten de gocunmadılar.

Bu işler nasıl böyle oldu denilirse, iki şey söylenebilir: İlki, doktrin çağı aynı zamanda saf ve model çağıdır. İkincisi, Medinelerde müminler de silahlıydı, yöneticilerin azmasına müsaade etmezler, onlardan korkmazlardı. Yani hakkın ve adaletin arkası güçlüydü.

III.D:Bir hayalden, mümkünü olmayan bir idealden yahut bir ütopyadan bahsetmedik. Mitoloji nakletmedik. Olanı yeniden kurgulamadık. Tarihte nasıl olduysa olduğu gibi aktardık.

Tarihte bir kez olan, her zaman yine olur; şartları yönetmeyi bilenler varsa sorun yoktur. Elde doktrin kaynağı Kur’an, uygulaması sünnet varsa, göz önünde yaşanmış bir model/pratik orada duruyorsa, tarihsel çizgide olup bitenlerden ders çıkartılabiliyorsa, sorun yoktur.

Belki sorulması gereken şey, niye varız, ne uğrunda var olmalıyız, neyin peşine düşmeliyiz; şu an ne durumdayız, şimdi ne yapmak lazımdır. Doktrinde mi bir sorun var, modelde ve referansta mı, yoksa tarih okuma biçiminde mi? Sorun nedir?

DİĞER SORUŞTURMA YAZILARI:

Atasoy Müftüoğlu: Medine ve Medeniyet Üzerine

Ümit Aktaş: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet

Şinasi Gündüz: Medine Vesikası: Anayasal Bir Sözleşme mi Yoksa Bir Arada Yaşamaya Dair Bir Model mi?

Ramazan Yazçiçek: Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet Kavramları Dolayımında Mülahazalar

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *