Leviathan Canavarı, İlâhlar Rejiminin Zaafları ve Hukuk Devleti

Leviathan Canavarı, İlâhlar Rejiminin Zaafları ve Hukuk Devleti

Modernizmi savunan bazı filozoflara göre devlet, kendilerini mutlak anlamda hüküm koyucu (ilâh) olarak gören insanların gerçekleştirdikleri bir üst yapı kurumudur.

Hüsnü Aktaş / Her Taraf

Geçtiğimiz yüzyılın ilk yıllarından itibaren farklı ideolojileri savunan siyasi partiler, satanizmin temel hedeflerine hizmet için birbirleriyle yarışmaya başlamışlardır. Soğuk savaş döneminde, değişik ideolojileri savunmayı (Komünizm, sosyalizm, liberalizm vs) ve bu uğurda ölmeyi marifet zanneden milyonlarca insan, birbirinin kurdu hali gelmiştir.

GÜNÜMÜZDE devlet kavramı, herkesin günlük hayatında ve siyasi müzakerelerde kullandığı kavramların başında gelir. Bütün toplumlarda siyasi iktidarın devlet denilen müessese içerisinde oluşturulduğunu ve “Kuvvet Kullanma” imtiyazınıa haiz kılındığınıı söylemek mümkündür. Günümüzde devlet denilince, toplumda birçok hizmeti (güvenlik, sağlık, eğitim, ulaşım, alt yapı vs.) yerine getiren bir kurum akla gelmektedir. Ancak birtakım hizmetleri yerine getirmesi, devlet kurumunun “belirleyici unsuru” veya temel niteliği değildir. Devletin diğer otoritelerden farklı olan niteliği “Egemenlik” (yasama, yürütme, yargı vs) yetkisini kullanan müessese olmasıdır. Vatandaşların ortak iradesini ve gücünü temsil eden devlet; yasama, yürütme ve yargı organlarının tamamını ifade ettiği için, mücerred bir keyfiyete haizdir. Bazı siyaset uzmanlarının modern devleti “karmaşık yapıya sahip olan tüzel bir kişilik” olarak tanımladıklarını ve şu tesbitte bulunduklarını ifade etmek mümkündür: “Devlet, idare edenlerin dışındaki bir otoritedir. Bu otoriteyi kullanan hükümetler/kurumlar, devletin maddi kuvveti ve organlarıdır. Ancak devlet, yalnızca maddi kuvvet ve organlardan ibaret değildir. Tüzel kişiliği de vardır.”

Modernizmi savunan bazı filozoflara göre devlet, kendilerini mutlak anlamda hüküm koyucu (ilâh) olarak gören insanların gerçekleştirdikleri bir üst yapı kurumudur. Hikmet-i hükümet felsefesini ve totaliter siyaset anlayışını savunanlara siyaset uzmanlarına göre devlet, mukaddes bir varlıktır. Vatandaş kimliğine haiz olan insanların, bu mukaddes varlığın devamı için kendilerini feda etmeleri gerekir. Anarşizmi savunan filozoflara göre devlet, sadece cemiyet hayatının devamını sağlayan ve siyasi istikrarı muhafaza eden bir hukuk kurumu değildir. Kaynağı ne olursa olsun (sömürü, soygun vs) özel mülkiyeti güvence altına alan ve egemen sınıfların menfaatlerini korumak için kuvveti esas alan bir kurumdur.

Yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren farklı ideolojileri savunan siyasi partiler, satanizmin temel hedeflerine hizmet için birbirleriyle yarışmaya başlamışlardır. Soğuk savaş döneminde, değişik ideolojileri savunmayı (Komünizm, sosyalizm, liberalizm vs) ve bu uğurda ölmeyi marifet zanneden milyonlarca insan, birbirinin kurdu hali gelmiştir. Bu noktada meşhur İngiliz siyaset uzmanı Thomas Hobbes’ın 1640’lı yıllarda (İngiliz iç savaşı yıllarında) kaleme aldığı “The Leviathan” isimli eseri üzerinde kısaca duralım. Eserine bu ismi koymasının sebebi şudur: Münzel olan Kitab-ı Mukaddes’in Eyüp Kitabı’nda yer alan canavarın adı Leviathan’dır. “Yeryüzünde onunla kıyaslanabilecek hiç bir güç yoktur” (Eyüp 41.24) diye tasvir edilen bu güçlü canavardan etkilenenen Thomas Hobbes, yazdığı esere bu canavarın adını vermiştir. Hobbes’ın siyasi tasavvuruna göre savaş haline son verecek olan yegâne güç devlettir. Devletsiz bir toplumda insanları birbirinin kurdu haline getiren savaşlar sürekli hale gelir.

Devleti deniz canavarı Leviathan’a benzeten siyaset uzmanı Hobbes, toplumların kendi devletlerini, kendilerinin oluşturabileceklerini savunmuştur. Aynı coğrafyada yaşayan kavimler, kabileler, aşiretler, mezhepler, tarikatlar, din müntesipleri ve değişik sınıflara mensup olan insanların güçlerini Leviathan’a (devlet) devretmeleri gerekir. Bu sayede güvenli ortamda huzurlu ve özgür olarak yaşayabilirler.

Hobbes’ın siyasi tasavvurundaki ilk tenakûz, Leviathan’ın tek bir yüzünü dikkate almasıdır. Hâlbuki devletlerin iki yüzü vardır. Bir yüzü Hobbes’ın tahayyül ettiği gibidir, yani savaşları engeller, vatandaşlarını korur, insanlar arasındaki ihtilafları hukuka uygun olarak çözer ve kamu hizmetlerini yerine getirir. Ayrıca iktisadi fırsatlar sağlar ve iktisadi refahın temellerini atar. Diğer yüzü ise despotik ve korkutucudur. Yurttaşlarını susturur, onların isteklerine kulak asmaz, onları boyunduruk altına alır, hapseder, sakatlar ve öldürür. Hobbes’in siyaset felsefesini “insan insanın kurdudur” hükmünü esas alarak izah etmeye çalıştığını söylemek mümkündür.

Mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti ve onu yöneten egemeni tanımlamak için kullandığı Leviathan’a son tahlilde insan doğasına ilişkin yaptığı tariflerle meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır. Hükümdarın gücünü zayıflatan, onu sınırlandıracak ya da kontrol edilmesine yol açacak bütün siyasi anlayışları reddeden Hobbes, mutlak iktidar düşüncesinin ancak bir devletin yıkılmasını engelleyeceği iddiasını ileri sürmüştür. Halbuki adaleti esas almayan ve hukukun üstünlüğüne riayet etmeyen bir devlet; hangi siyasi rejimle yönetilirse yönetilsin, kısa bir süre sonra zaafa uğramaya mahkûmdur.

Mütefekkir İbn-i Farabi’ye göre adalet, insanın ulaşabileceği en yüksek erdemdir ve aynı zamanda kamu düzeninin temelini teşkil eder. İnsan onuruna yaraşır bir ahlak ve özgürlük düzenini ifade eden faziletli şehirin (Medinetü’l Fazıla) olmazsa olmaz şartı adalettir. Bilindiği gibi adalet kavramı; bâtıl olan her şeyden uzaklaşmak ve hakikate teslim olmak gibi zengin bir anlam bütünlüğüne haizdir. Diğer bir tanımla adalet, zulmün zıddı, insaf, hakkaniyet, herkese hakkını vermek, hakka ve hukuka uygun olmak ve hakikate uygun amellerde bulunmak gibi manâlara gelir. Arapçadaki kök anlamı itibariyle adalet, “her şeyin yerli yerinde olması ve her şeyin hakkının teslim edilmesi” gibi bir keyfiyeti ifade eder. Siyasi litaratürde adalet, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve iktidar sahipleri ile insanların ilişkilerini meşrû hükümlere göre düzenlemektir. Adaletin zıddı olan zulüm, yerli yerinde olması gereken her şeyin alt üst olması, hakkın gasp edilmesi ve neticede varlık düzeninin bozulması demektir. Zulüm aynı zamanda karanlık, kargaşa, haksızlık, ölçüsüzlük demektir. İnsanın başkasına zulmetmesi, her şeyden önce onların haklarını gasp etmesi halini ifade eder. Bu gasp fiili hem ahlaki hem de hukuki açıdan bir suçtur. İnsanın tabiat âlemine zulmetmesi, ondan hakkı olmadığı şeyleri talep etmesi demektir. Tıpkı çevre krizi ve küresel ısınma meselesinde olduğu gibi! Aynı şekilde insanın kendine zulmetmesi, insanın şeref ve izzetine aykırı bir şekilde kendini karanlığa ve kaosa mahkûm etmesini beraberinde getirir.

Muazzam imkanlara ve kaynaklara sahip dünyamızın daha adil ve hakkaniyetli olması için, erdemli bir bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır. Aksi halde güçsüz adaletin ve adaletsiz gücün yol açtığı siyasi kaos, bütün insanlık için bir felâket olacaktır. Cemiyet hayatında adaletin gerçekleşmesine engel olan ve gözle görülmeyen bazı unsurlar da vardır. Bunların başında kibir, kin, hased, gayr-i meşrû ihtiras ve düşmanlık gibi duyguların geldiğini söyleyebiliriz. Bu hakikat, muhkem nassla haber verilmiştir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa (kavme) duyduğunuz kin, sizi adaletten uzaklaştırmasın. Adaletli olun. Bu takvaya daha uygundur.’ (El Mâide Sûresi: 8) Dikkat edilirse “…bir topluluğa (inancından, etnik kökeninden veya diğer sebeplerden dolayı) duyduğunuz kin, sizi adaletten uzaklaştırmasın” emri verilmiştir. Buradaki emir, umumî bir beyandır. Allah (cc); haklarında hüküm verilecek veya şahitlik edilecek insanlar hakkında dikkatli olunmasını ve adalete riayet edilmesini emretmektedir. Daha açık bir ifadeyle hased, düşmanlık veya başka duyguların tesirine kapılmadan, adalet ve insaf ile hükmedilmesi farz kılınmıştır.

Müslümanların hem kendi nefislerine, hem çevrelerine karşı âdil olmaları zaruridir. Ayrıca adaletin gerçekleşmesine engel olan halleri iyi tespit etmeleri ve bunları ortadan kaldırmak için ellerinden gelen gayreti sarf etmeleri gerekir.

İlahlar Rejiminin Zaafları

Türkiye’de yaşanan siyasi mücadelede; başta Fransa ve İngiltere olmak üzere, batıdan ithal edilen politika kültürünün önemli bir yeri vardır. Aydınlanma felsefesini savunan bazı filozoflara göre devlet, kendilerini hüküm koyucu (ilâh) olarak gören insanların, birbirlerine vekâlet vermek suretiyle gerçekleştirdikleri bir üst kurumdur. Mütefekkir merhum Nureddin Topçu bunu ‘ilâhlar rejimi’ olarak ifade etmiştir.

Yirminci yüzyılın ilk yıllarında liberal, muhafazakar, sosyal demokrat ve komünizm gibi dünya görüşlerini/ideolojileri savunan siyasi partiler, siyasi hedeflerini ‘iktidarı nasıl ele geçirebiliriz?’ sualine verdikleri cevapla sınırlı tutmuşlardır. Pragmatist ahlâkın hızla yayılmasının sebebi budur. Büyük Fransız Devrimi’nin sihirli sloganı olan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” üçlüsünden sadece ‘eşitliği’ esas alan kimselerin solcu/sosyal demokrat, ‘özgürlüğü’ savunanların sağcı/liberal kabul edildiği yıllarda, değişik modern hurafeler piyasaya sürülmüştür.

Cumhuriyet rejimini kuran kadroların, “dini inançlarını ve değerlerini, kamu alanına taşımayan modern vatandaşların yetiştirilmesini, yani din ile devlet işlerinin birbirlerinden ayrılmasını” esas aldıklarını söylemek mümkündür. Ancak Türkiye’ye mahsus olduğu iddia edilen lâiklik tatbikatı; din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, dini anlayışların devlet tarafından denetlenmesini ve yönlendirilmesini ön plâna çıkarmıştır. Bazı din sosyolijisi uzmanları bu durumu ‘Bizantizm’ olarak ifade etmişlerdir. olarak Bu noktada bir inceliğe daha işaret etmekte fayda vardır. Bütün demokratik rejimlerde, münzel kitaba dayanan dinleri hafife alan ve dünyevileşme fesadını yaygınlaştıran ideolojiler ön plândadır. Dünyevileşme fesadının, felsefi anlamda sekülarizm ve laiklik denilen tercihlerle olan münasebeti ise, et ile tırnağın münasebeti gibidir. Laikliğin felsefî değerini, kasdını ve ortaya çıkış macerasını bir tarafa bırakmak ve bu siyaset tarzını sadece ‘yönetim tekniği’ gibi takdim etmek doğru değildir. Laikliğin en yalın tanımı, din ile siyasi iktidarın egemenlik alanlarını birbirinden ayırmaktır. Bu açıdan İslâm ile lâiklik, birbirinin zıddı olan iki ayrı inancın/dünya görüşünün ifadesidir. İslâm fıkhına meydan okuyan devlet adamları; lâiklik ideolojisini, münzel kitaba dayanan bir din gibi piyasaya sürmüşlerdir.

Batıdan İthal Edilen Devlet Anlayışları

Cumhuriyeti kuran kadrolar Aydınlanma Felsefesi’ni ve Fransız Devrimi’ni hazırlayan filozofların dünya görüşlerini esas almışlardır. Bazı Osmanlı Aydınları’nın ‘Beşeriyete İbâdet Mezhebi’ adını verdikleri ‘Hümanizm’ ideolojisi, sadece insanları sevmeyi değil, aynı zamanda insanlık dinini gündeme getirmiştir. Sivil ve asker bürokratlar, filozof A.Comte’nin tasarladığı gibi, yeni bir dinin (İnsanlık Dini) sistemleştirilmesini arzu ettiklerini her fırsatta ifade etmişlerdir. Aydınlanma Felsefesi’ne göre dizayn edilen siyasî proje; din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, dinin devlet tarafından denetlenmesi ve yönlendirilmesini esas almış ve bu anlayışa göre sivil dini şekillendirmişlerdir.

Totaliter ve Otoriter Mantığın İflası

Kuvvet/güç hiyerarşisine göre şekillenen modern ulus devletler, pratikte güçlünün her şeyi kontrol ettiği, hakkın ve hukukun izafileştirildiği, adil paylaşımın engellendiği totaliter siyasi rejimleri ön plana çıkarmışlardır. Ahlaki değerlerin izafileştirildiği, hukukun güçsüzleştirildiği, siyasetin değerini yitirdiği bir ortamda, adaletin tecellisini beklemek, ham bir hayalden ibarettir. Bu noktada resmi ideolojiye dayanan Cumhuriyet anlayışını tahlil etmemiz gerekir.

Vatandaşlarının seçme ve seçilme haklarını esas alan bir devletin; temel hedefi ne olursa olsun, Cumhuriyet rejimini benimsediği iddia edilebilir mi? Bu suale “Evet” veya “Hayır” cevabını vermeden önce, biraz düşünmemiz gerekir. Batı’da cumhuriyet kavramı egemenliğin halka ait olduğunu kabul eden siyasî rejimi ifade için kullanılan bir kavramdır. Türkiye’de resmi ideolojiye iman eden ve “Hikmet-i Hükümet” felsefesini savunan devlet adamlarının, egemenliğin halka devredilmesine razı olmadıkları malûmdur. Halen yürürlükte olan Anayasa’nın girişinde, devletin mukaddes bir varlık olduğu belirtilmiş, vatandaşların hakları “ama” ve “ancak” kelimeleriyle başlayan ifadelerle ortadan kaldırılmıştır. Doç.Dr. Sami Selçuk, vatandaşları “robot” haline getirmeye gayret eden devlet politikalarının gayr-i meşrû olduğunu ifade ederken, şu tesbitlerde bulunmuştur: “Resmi ideolojiye dayanan totaliter devletler, insan şahsiyetini tebdil ve tahrif ettiği için meşrû değildir. Topluma deli gömleği giydiren böyle bir devlette, insanlar maske takıp, sahte kimlik kartlarıyla dolaşmak zorundadırlar. Bireyler için tek kurtuluş yolu ikiyüzlülüktür. Orada hiç kimse artık kendisi değildir. Ortalıkta duyulan sesler slogan, yinelenen törenler kısır ritüellerdir. Pastörize insanlardan oluşan bir toplumda fotokopilerle yığınlaşma başlar. Örgütlenme yoktur. Çünkü farklılık yoktur. Bunun adı da kültürel soykırımdır. Artık insanlar tek şey bilir, tek şey düşünürler. Bu da rejimin dayattığı sanal gerçeklerdir. Herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde, aslında kimse düşünmüyor demektir. İnsanın yerine kişiliksiz yaratıklar, ‘hiç kimse’ler geçmiştir. İdeolojik militan devletin sonu hep aynıdır. Hızla yaşlanır!.. Çünkü ölümcül devlet yetmezliği hastalığına yakalanmıştır. İnsanı köleleştirdiği için meşrû değildir. Devleti ayakta tutan zorbalıkla, meşrûluk arasındaki ilişki ise ters orantılıdır.”

Totaliter ve otoriter devlet anlayışının tabii neticesi olarak insana mahsus olan ünsiyet kaabiliyeti zaafa uğramış, anomi (kural tanımama) hastalığı yayılmış ve vahşileşme eğilimi ön plâna çıkmıştır. Demokratik-lâik olduğu iddia edilen eğitimin getirdiği kimlik krizi, her alanda kendisini hissettirmektedir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Siyaset uzmanları arasında yaygın olan kanaate göre Demokrasi; vatandaşların seçme-seçilme haklarını tanıyan, düşünce hürriyetine önem veren ve genel seçimleri kazanan siyasi hareketin iktidarını meşrû sayan bir siyasi rejimdir. İktidarın teşekkülü, denetlenmesi ve devredilmesi konusunda, kendine mahsus prensipleri vardır. Siyasi rejim olan demokrasi; nazari olarak halkın genel seçimlerde yaptığı tercihlerin dışında, herhangi bir otorite kabul etmeyen yönetim tekniğidir. Pratikte ise iktidara, servete ve silaha sahip olan elit zümrelerin ‘halk adına’ kendi gayr-i meşrû ihtiraslarını hayata geçirmek için takip ettikleri siyasetin ifadesidir. Demokratik bir rejimde; Liberal, Sosyal Demokrat, Komünist ve Sosyalist partilerin, kendi dünya görüşlerine uygun olan projelerini halka sunmaları ve halkın rızasını alarak iktidara gelmeleri mümkündür. Buna mukabil Müslümanlar; seçmen olan vatandaşların yarısından fazlasının rızasını alsalar dahi, İslâm fıkhına uygun olan tekliflerini hayata geçiremezler. Dolayısıyle Türkiye’de ‘İslâmcı’ vasfına haiz olan herhangi bir siyasi parti mevcut değildir. Yürürlükteki hukuki mevzûata göre, bu keyfiyete haiz olan bir siyasi partinin kurulması da mümkün değildir.

Totaliter ve otoriter mantığı ön plâna çıkaran politikacılar; düşünen ve düşündüklerini ifade eden müslümanları ‘terör suçlusu’ ilân ederek susturmayı marifet zannetmektedirler. Devleti ‘deniz canavarı Leviathan’a’ benzeten siyaset uzmanı Thomas Hobbes’i haklı çıkarmak için bütün imkanlarını seferber etmeye başlamışlardır. Geçtiğimiz ay keyfiyeti meçhûl suçları işledikleri gerekçesiyle mahkûm edilen Alparslan Kuytul, Halis Bayancuk ve Alaaddin Palevi gibi müslümanlar, bu siyasi değişimin nasıl hızlandığını göstermişlerdir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *