Bilmem Söylesem mi Söylemesem mi?

Bilmem Söylesem mi Söylemesem mi?

Her kelime ve kavramımızın içinin boşaltıldığı gibi, anlaşılan ‘cehalet’ kelimesi de bundan nasibini almış. Zira ‘inanın, ‘Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur!’ denilecek zamanlardayız…

Mustafa Bozacı

Gündeme dair yazdık çizdik. Ne gündem eksiliyor ne de hızına yetişiliyor. Bizim kelimelerimiz elbette sınırlı sayılı; her ne kadar bize göre kifayetli olsa da… Eğer sözün kifayetini sonuçla ölçecek olsak şimdilerde yapıldığı gibi, o zaman da sınıfta kaldık demektir! Bizim sözlerimiz ya işitilmiyor ya da işitiliyor da işitenlerin işine gelmiyor! İşi bilip işe gitmemeyi tercih ediyor ‘suskun’ çoğunluk! Öndekiler de suskunluğun meşruiyetini, hikmetini arayıp bulmak, aklayıp paklamak, kitleye meşguliyetler bulmakla meşgul!

Bunun da elbette konjonktüre uygun hap nevinden hazır cevapları, daha doğrusu mazeretleri mevcut. Haklı, haksız; yerli, yersiz! Elbette kişiyi bağlayan, bizim çok fazla sirayet edemediğimiz. Sözün bizden kaynaklanan yetersizlikleri, eksiklikleri ve belki de yanlışları olabilir, olabilecektir de… Bu, içerikle alakalı olabileceği gibi, dil, üslup ve bağlayıcılık, bağdaşıklıkla da alakalı olabilir. Bunu inkâr etmiyoruz. Lakin olması gereken, kulak veriliyor ve işitiliyor ise sözlerimiz, o zaman insan elbette getirisini götürüsünü de görmek istiyor, hesap ettiği gibi… Eleştiriye açık olmak, varsa yanlışımız bize iletildiğinde, iletilenle ikna olduğumuzda o zaman elbette biz de düşünüp söylediklerimizi/yazdıklarımızı gözden geçirmek, tashih etmek, doğrusu ile amel etmek zorundayızdır ve bu, bizi memnun eder.

Gel gör ki özellikle sözün değerinin sözden önce söylenene bağlandığı vasatlarda, çokluk, çoğunluk, çoğulculuk etkileri sanki zoraki bir tepkisellik oluşturuyor. Verili olanın dışında yazılıp çizilenler künhüne vakıf olunmadan hemencecik reddediliyor. Reddedilmekle de kalınmıyor, uyarı ve ikazdan mütevellid teşekkür etmek lüzumu bir tarafa tel’in ediliyor, söz ve sahibi mahkûm kılınıp kınanıyor. Ya hu; bir durun, düşünün; ölçün biçin, bir de o açıdan bakın, ne kaybedersiniz. Bir şey kaybetmez, aksine kazanırsınız, en azından bir yönüyle hal ve gidişatınızın testini yapmış olur, ona göre muhasebe ve murakabede bulunursunuz. Hemen başta sözü ve muhatabı boğmak, boğuntuya vermek ne akılla bağdaşır ne iz’anla ve ne de imanla!

Bu şartlı refleksleri, Kur’an’ın ‘atalar yolu, elbiselere/örtülere bürünmek’, Şeriati’nin ‘zindan’, Kuçuradi’nin ‘değer biçme’, Freud’un ‘süper ego’, Fromm’un ‘otoriter vicdan’, Bergson’un ‘statik din/ahlak’, Bacon’un ‘idol’, Zijderveld’in ‘kilişelerin diktatörlüğü’ diye nitelendirdikleri metaforlar gayet veciz olarak ifade etmektedir. Mark Twain’in ‘İnsanları kandırmak, kandırılmış olduklarına ikna etmekten kolaydır!’ ifadesindeki vurgu gibi…

İsmet Özel’in ‘Söylemesem ölürüm, söylesem öldürürler!’ veciz ifadesinde karşılığını bulduğu gibi bu, kendine ve muktesebatına güvenen, ‘gücün sözüne değil, sözün gücüne inanan’, ‘Söylenecek sözü olana verilecek kulağımız, dinleyecek kulağı olana söylenecek sözümüz var’ bilgi ve sorumluluğunda bulunan kişinin mecburi istikamet gibi kendini alıkoyamayacağı bir durum ve süreçtir. İnsan için böyledir, inanan insan için her şeyden daha çok böyle olmak zorundadır. Hem ‘söylenen söz’, hem ‘sözü söyleyen’, hem de ‘söz kendisine söylenen’ için bu böyledir. Tabi muhatabın da insan olmaktan kaynaklanan maluliyetleri de doğal olarak devreye girmektedir, girecektir; unutmak, acelecilik, kolaycılık, sonuç odaklılık ve somut bakış, yönlendirmeye açık oluş gibi… İşin paradoks noktası olduğu kadar çözüm noktası da buradadır. Sorunun da çözümün de kaynağı ‘insan’ olmaktadır. Zira ‘imtihan’ ile muhatap kılınan da insandır. Yapıp ettiklerinin karşılığına muhatap olacak olan da odur. Bu veçhile biz de sözü ‘insan’ odaklı olarak sarf ediyoruz, kendimizi de işin içine katarak.

‘Sükut’ da her zaman ikrardan sayılamıyor, Einstein’ın dediği gibi, bu, bazen de ‘cahil muhatabınızla diyalogu istememenizden’ de kaynaklanabilir. ‘Söz dinleyene söylenir’ manasına da yorulabilir bu… İşte biz de bu muammadan muzdaribiz, söylenen sözlere muhatap bulamamak, bunların bir aksi seda ve amel oluşturmaması, ‘acaba’ diyoruz, ‘muhatabın ol’ma(ma)klığından, cehaletinden mi kaynaklanıyor, yoksa bizden mi?’ diye hayıflanmadan, işkillenmeden de edemiyoruz. ‘Keşke’ sadece öyle olsa demekten de kendimizi alamıyoruz. Yoksa inanın ‘kedi-ciğer’ ikilemindeki gibi, görünen köy kılavuz istemiyor, insanın ‘uzaya göç var da kalan biz miyiz?’ diyesi geliyor, yukarıda verilen metaforik şablonlar düşünüldüğünde. İşin içinde başka bit yeniklerinin, çapanoğullarının olduğu kesin… Basın yayın/medya/sihirbazlar, sistemin eğitim/öğütüm faaliyetleri, sopa havuç politikaları, kişilerin dayatılan kaygıları (aş/eş/iş), çokluk yarışı, mağduriyetler, öğrenilmiş çaresizlik, sıtmaya tav edilmişlik, zemherilere tabi tutulma(!), teslis/rabia vb. kombinezonlarla sunulan amentü ve ritüeller, müsait olma/eksik hazır bulunuş, bilgi ve nitelik yitimi/eksiklikleri, asli irtibatların koparılması/kesilmesi ve yeni irtibatlara/ilişkilere yönelmek, dezenforme vb. hususlar kişiyi ne kadar mazur kılar bilemem! Bunu Allah bilir… ‘Mustaz’af kavramını da dejenere etmeden, ‘Köre, topala, hasta olana harac/sorumluluk /zorluk/zorunluluk yoktur..’ ayetini bağlamdan koparmadan ve Allah’ın bazı konularda verdiği ruhsatı (ölüm tehlikesi, açlık) suiistimal etmeden, en doğrusu da ‘kendimizi kandırmadan/Allah’ı kandıramayacağımız ortada’ herkes kendi muhasebe ve murakabesini yapsın. Ve asla ‘…yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiğinde, ‘biz sadece ıslah edicileriz’ diyenler gibi olmayın, asıl müfsid onlardır da idrak etmezler…’ ayetlerinin anlam çerçevesini unutmadan…

Her kelime ve kavramımızın içinin boşaltıldığı gibi, anlaşılan ‘cehalet’ kelimesi de bundan nasibini almış. Zira ‘inanın, ‘Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur!’ denilecek zamanlardayız, o değişen anlam dünyasına bakarak da olsa… Yoksa kelimenin ‘tevhid’ karşıtı, din ve imanla alakası kalmamış, heva ve hevesin kaynaklık ettiği bir dünya görüş ve bakışı, algısı olarak cehalet, daha çok ve albenili çeldiricileri ile her zamanki koyuluğundan daha koyu ve kesif günlerini yaşıyor desek yeridir.

Zaman zaman konu ediniyoruz yaşadığımız zamanların maluliyetlerini, istikamet dışı yönelimlerini, algı yanılsamalarını, kendini doğru yolda zannederken içinde bulunulan hal ve durumun yar başlarında, uçurum kenarlarında bir oyun ve oyalamacadan ibaret tehlikeli hareketler olduğunu… Ama heyhat! Söylediğimizle kalıyoruz! Dönüp kendimize da bakıyor, sözün tesir etmemesinden kendimize de pay çıkarmaya çalışıyoruz, haksızlık etmeyelim diyoruz, ama yok, öyle değil! İğneyi de çuvaldızı da kendimize batırsak, muhatap artık kendini o kadar kilitlemiş, tek düze bir bakışa saplanmış ki, diken çiziktirmesine bile gelemiyor! Kendini mazur gösterecek travmalar ve yenilmiş onca dayak var işin ucunda, öncesinde, ama evet, bu bir yere kadar insanı mağdur ve mazur kılabilir, lakin bu aymazlık fazla, çok fazla! Denize düşmüşseniz yılana sarılabilirsiniz ve fakat sittin sene de o yılana sarılıp, el ele, kol kola, kucak kucağa da yaşanmaz ki! Uzatılan can simitlerine sırt dönülmez ki! O zaman ya huyundan ya suyundan… ‘Körle yatan şaşı kalkar!’ kabilinden size de ‘ısırmak’, ‘tıslamak’ miras kalır, haklı haksız, dost düşman demeden! Öte yandan, ‘Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!’ diye bir atasözümüz de varken! Ama görünen o ki; o söz de bir tuzakmış, yılan bu, delikten çıksa da ısırıyor, ısıracak! Hele bir tarafta kuyruk acısı varsa!

Ya da tersinden, bizde ‘tatlı dil’ mi yok, etki oluşmuyor, olumlu manada, aksiseda ve aksülamel oluşmuyor. Üstelik ‘söz medeniyetinden’ dem vurup, ‘istişare’ deyip dururken… Bakınız, iğne, çuvaldız kısmında, ‘tatlı dil’, üslup, meselenin künhüne vukufiyet, hikmetle davet, ‘mevizei hasene’, ‘ahsen cedel’ noktalarında varsa bir eksiklik, kusur, bunları tashih etmek de ‘sözü söylemek’ zorunluluğu/sorumluluğu gibi bir vecibedir. Bundan yüksünmeyiz, gocunmayız… Yeter ki ilişkiler bu raddeye evrilebilsin… Yalnız, ‘Bırakın onlar (söz söylenen, eleştiriye tabi tutulan muhataplar), herkes kendi işini yapsın, yöntemini uygulasın, farklı kulvarlarda mücadelesine devam etsin!’ gibi bir algı var, duygusal yaklaşım var! Gerçekten, gerçekle bir alakası olmayan oldukça naif(!), duygusal ve istenen öğütümün/istendik değişikliğin su yüzüne çıktığını gösteren bireysel ve fazla vicdani bir yaklaşım bu! ‘Ne olsa geçer’, ‘Bırakınız yapsınlar’ yaklaşımlarının tezahürü… Keyfe keder… ‘Her koyun kendi bacağından asılacak!’ yanılsaması (Kendisi ile yanlış kastedilen doğru söz!)! Böl, parçala, yönet! Ne ala! Metod kendinden, araç kendinden, hedef sana göre! Kendin çal, kendin oyna/ye! Bir de; şeytan bunun neresinde mi?!

İşte o zaman, ‘fil terbiyesi’, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ semptomları, dahası ‘celladına âşık olmak/Stockholm sendromları’ nevinden maluliyetler, bugün olduğu gibi yarın da ayaklarınıza pranga, ‘kolay yoldan sözün önüne ardına bakmadan ‘Pişmiş aşa su katmak!’ ithamları, ‘gölge etmeyin’ tepkiselliği dillere pelesenk oluyor!

Biz sözü ‘bize’ söylüyoruz. Etki ile bir tepki oluşmasını, bir farkındalık izharını ve sonuçta cem olup bir ve birlik olup doğruları, doğruluğu çoğaltıp ifsadın önünde ‘bünyanümmersus/kenetlenmiş tuğlalar’ gibi durabilmektir. Malcolm X’in dediği gibi ‘…fersiz de olsa bir ışık yakabilmek’tir. O ışığın ferini hep birlikte sağaltmaktır. Esasında ‘o elimizde ama çok uzağımızdaki, mehcur bıraktığımız sahih ve sağlam ışık kaynağıyla’ doğru irtibatı kurarak, o ışığın önüne örülmüş set ve duvarları, gölge kaynaklarını birlikte bertaraf etmektir. ‘Sözü dinleyen ve en güzeline uyan/kulak verenlerden olabilmektir’ hep birlikte… Ve o ışık hepimize lazım, hep lazım! 

Keza, Akif’in dediği gibi ‘sözüm odun gibi olsun, ama yeter ki doğru olsun!’ da diyebiliriz. Zira salim akla düşen sözün hikmetle/leyyin ile (yumuşak, ürkütmeden, ikna edici ve makul) olmasına odaklananların daha öncesinde ve önemle ‘ne söylendiğine’ dikkat kesilmeleri gerekmiyor mu?

Hep aynı işleri/şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek, yeter artık! Artık; azıcık ayalım, ayıkalım! Söz ve eylemlerimizdeki fazlalıkları, yanlış(lık)ları ayıklayalım! Önce söze bir bakalım, sonra söyleyene odaklanalım! Samimiyetine bakalım! Haliyle kaalinin mütecanis olmasına dikkat edelim… Sonra ‘söz hakkında’ bir sözümüz olsun. Kulakları tıkamak, sözü gürültüye boğmak iş midir, akıllı insan işi midir? Hele müslümanım diyenlerin yapacağı iş midir?

Şunu da itiraf edelim ki bazen ‘Ya, işine bak, bırak ahaliyi, dinlemek anlamak istemeyeni, sana ne sistemin çarpık çurpukluğundan, onun işi zaten sivrisinek üretmek, bırak tek tek sivrisinekleri vb.’ düşüncelerle, gündeme, gündemin milleti istediği zaman sağa sola çeken, istendik şeklilde güdüleyen oyalamacılarını yok sayarak, görmezden gelerek illa da sistemin bütününe, ‘deve oluşuna’, ‘tevhid’ eksenli olarak bakarak, asıl vurgu yoğunluğunu, tek hedef noktasını imleyip oraya dönük bilgilendirme, örneklendirme çabasına yoğunlaşmak anlamında tereddütler yaşıyoruz. Bizim işimiz ‘tümdengelim’ metodu ile meseleleri değerlendirebilmektir. Tümevarım yöntemi ancak tali meselelerin değerlendirilmesinde işe koşulabilir. Parça doğrulardan dört başı mamur bir bütün çıkmaz! Araya serpiştirilmiş yanlışlar doğrular size çok da gelse ortaya hilkat garibesi çıkaracaktır. Bir doğru iki yanlışı götürecek derken, bakıyorsun elde doğru kalmamış, eksiye düşülmüş! Biz yine de ‘Belki fayda verir!’ diye sözlerimizi, meseleleri, dikkatleri bütüne çekerek parça değinilerde, uyarılarda bulunmaya çalışıyoruz.

Söz medeniyeti süreçte yazı medeniyeti ile buluştuğunda tarihte ses getirecek işler yapılabilmiştir. Kelamla kalemin insicamı ne hoştur. Bunlar neticede ete kemiğe bürünerek görünür olmak, ‘yaşayan ahlak mümessilleri’ timsali birer doğrulama ölçütüdür. ‘Neyse halin, çıksın falin’ gibi… Ya da dervişin ‘fikri ne ise, zikri de odur.’ kabilinden…

İşin bu noktasında en incitici, en anlaşılmaz olan ise, hemen peşinen karalama ve yaftalamadır, sözle ilgili olarak, yazılıp çizilenlerle ilgili olarak. Yazı ve sözü küçümseyenler, şöyle durup bir düşünmelidirler. Arada kaynatılıp yitirilen nedir diye! Gösterdiklerini zannettikleri hassasiyet(!), acaba nelere mal olmaktadır! ‘Öteki’ diye damgalamak, ‘Ya bendensin, ya kara toprağın!’ diye dışlamak, işine gelmeyen her duruş düşünüş ve söylemi ‘karşıtının ekmeğine yağ sürmek, ona hizmet etmek’ olarak algılamak nasıl bir akıl tutulmasıdır. İzahı ne güçtür! Buradan ne çıkar! Nasıl bir mevzileniştir bu! Nasıl bir paronayadır! Buradan hiçbir fayda da çıkmaz, maslahat da, gelecek öngörüsü de… Çıksa çıksa at gözlüğü takılmış, tek yekun içinde yazılıp çizilmiş, her çağrıyı aleyhine zanneden bir edilgenlik çıkar! Çıkarcılara çıkar çıkar! Çarklarına su taşınır!

‘Barikai hakikat müsademei efkârdan çıkar!’ fehvası tam da bu hali vurgulamaktadır; hakikat ışığı, fikirlerin teatisinden, tartışılarak özümsenmesinden doğar… Nerede meşveret, istişare, nerede aklı akla eklemek!

Tarafgirlik, dogmatizm, fanatizm, eleştiriye (olumlu demeye gerek bile yok) kapalılık, şeffaf olamamak, bağnazlık, cehalet, öz güven eksikliği, bilgi ve müktesebat zaaf ve kifayetsizliği, sorgulamaya açık olmamak, düşünme ve akletme melekelerinin emanet verilmesi/körelmesi gibi maluliyetler sadra şifa değil, korktuğunun başa gelmesine vesile olurlar ancak…

Tamam, ‘Çarşı her şeye karşı’ modunda olmak da sağlıklı bir hal değildir. Ama yine de bir katkı sunacaktır, bakmasını, almasını bilene… En azından bir açının, o açıdan bakışın tutarlı olup olmadığını gösterir size ve bir farkındalık oluşturur, bir şıkkı elemenizi ve doğru şıkka ulaşmanıza vesile olur. Sizi berkitir, müteyakkız kılar ve bir bilgilenme sürecine iter. Bir meseleyi bilmek kadar o meselenin bileşenlerini, karşıtlarını, muhaliflerini bilmek de önemlidir. Bu bütünlük ve tutarlık olmadan kaliteden bahsedilemez zaten. En azından çok aşırı, uç bir bakışla da olsa -ki burada şairin kastı o değildir- ‘Düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın/gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın’ ifadesindeki gibi -bunu aleyhimize olacak şekilde kullanmış gibi olsak da- meramımızı anlatmak açısından kullanmak yürekliliğini gösteriyoruz, biz de maslahat gözeterek… Yine ‘Belki fayda verir!’ diye ya da ‘Sivrisinek saz…’ kabilinden!

Aslında bu yazı çerçevesinde kastımız, örneklemelerden hareketle bu anlatılanların somut verilerini sunmaktı. Ama girizgâh uzadı… Zannımca fena da olmadı. İnşaallah olmamıştır! Zaten bu örneklemeleri görülen o ki süreçte çokça göreceğiz, yaşayacağız. Genel tavrımız, hassasiyetimiz olarak ‘devenin tamamına’ dikkat kesilmeyi şiar edinsek de yer ve zamanına göre öne çıka(rıla)n gündem maddelerine değinmek, bir iki kelam etmek de zaruri olabiliyor. Neticede bu parçalar o bütünün içinde farklı önem ve önceliklerle yer işgal etmektedirler. Değinmeden geçmek olmuyor, ‘Bana ne?’ denemiyor! Bunu kendi kulluğumuzdan, imtihanımızdan, haydi direkt söyleyelim ‘Kendi kurtuluşumuzdan’ ayrı düşünemiyoruz, düşünemeyiz. Sorguya çekileceğiz ve ‘insanların umurlarını umursamak’ da bu sorgulamaya dâhildir gördüğümüz, bildiğimiz kadarıyla. Zaten bilen biliyor, bu, ‘emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker’ vazifesinin, farizasının bir uzantısıdır.

Şimdi meseleye muhatap da ‘esastan’ değil de ‘usulden’ karşı çıksa anlaşmak da, çözüm üretmek de, ortak bir kelimede/noktada buluşmak da kolay olacak… Yanlış anlaşılmasın ‘ortak kelime’ illa meselenin şirk boyutunu ima ediyor değildir. Ortak fikriyatın bizi ileteceği, ortak duygu ve düşüncelerden hareketle, ortak bir yöntem ve metod çerçevesinde, ortak noktaların vurgulanıp artırılarak, öne çıkarılarak ortak hedefe doğru beraberce yol alabilmenin bir ifadesidir. Bizim şerhlerimiz, itiraz ve eleştirilerimiz ise genelde esastan olmaktadır, farkındayız, usule değinsek de! İşte işimiz bu noktada düğümlenmekte, handiyse içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Biraz tenakuz içeriyor gelebilir söylediklerimiz farkındayım, ama bizim söylediğimiz ‘esas’ ile muhatabın karşılığı ‘esas’ izaha muhtaç hale geldi. Burada kelime oyunu gibi görünse de bizim kastettiğimiz esas; tüm meselelerde ana kriter, yaklaşım olarak meseleye ‘tevhid-şirk’, ‘iman- küfr’ üst normundan bakmaktır. Burada renkler tonlamaya tabi tutulamaz, grisi olmaz, burada maslahat gözetilemez, pazarlık yapılamaz. Siyah ve beyaz farkı kadar fark vardır değerlendirmelerde. Muhatabın reddiye olarak esastan karşı çıkmasını ise; durup düşünmeden, anlayıp dinlemeden, ne için ve kimden geldiğine bakmadan, peşin bir ön yargı ile temelden ve toptan yadsıması, reddetmesidir. Biz meseleye usulden de bakarız ama ona gerek kalmıyor, zira temel yanlış, değerler ve ilkeler açısından giriş/başlangıç yanlış olunca ‘gelişme ve sonuca’ bakmak yanıltıcı olacaktır. Zira Mekke cahiliyesinin de, firavun düzenlerinin de bakınca pek çok ‘iyi’(!) ve güzel uygulamalarının, yapıp etmelerinin olduğu bulunabilir. Muhatabın da burada meseleye asıldan değil usulden bakmasını istemek de esasen biraz fazla iyimserlik gibi duruyor… Diyeceksiniz ki zaten eleştiriyi ‘esastan’ olarak kabul edip öyle bakabilse ‘usul’ açısından konuşmaya gerek bile kalmaz, o usul çerçevesi, duruş ve bakış açısı değiştikten, birlik ve beraberlik sağlandıktan sonra beraberce düşünülüp kotarılacak tali/ikincil bir durumdur. Garip bir şey de muhataplar genellikle tüm söylenenleri ta baştan ‘esastan’ zannıyla ve tutuculuğuyla, ‘Bu işlerin asılla bir ilgisi yok, olup bitenler dünyevi ilişki ve idare açısından insana tevdi edilen, içtihadi alana aittir!’ diyerek reddetmektedirler. Hâsılı iki taraf da meseleyi böyle görünce anlaşma zemini ve ihtimali ortadan kalkmakta ve ilişkiler kopmakta, sürdürülebilme ihtimali kalmamaktadır. Meselenin ‘ıslah’ ve ‘inkılap/kökten değişim’ ikileminde ele alınması diğer yönüdür. Esasa mütealliktir. Neticede iki taraf açısından da bir yönüyle meselelerin gelip dayandığı yer ‘esas/asıl’ olmaktadır. Keza bize göre usulü de o asıldan ayırmak mümkün değildir. Bu dinin siyasetinin de ibadetinin nitelik ve renginden olmak zorunluluğu vardır. O halde yine meseleler gelip gidip ‘esasa/asıla’ dayanmak durumundadır. Yani kaçış yok, kıvırmak yok, mazeret üretmek yok; bizler tüm meselelere dinimizin aslı/esası, ilke ve değerleri, ana/kırmızı çizgileri çerçevesinde bakmak ve sadece ‘Rabimizin rızasını’ gözetmek durumundayız. Her ne kadar insani ilişkilere bırakılmış, ibaha/mübahlık alanıyla ilgili de olsa tüm meselelerimizi dinimizin asıl ve usulüne uygun yapmak, anlaşılamayan konuları ‘Allah’a ve resulüne’ döndürmek, o hakemliğe teslim olup boyun eğmek zorundayız. Yoksa ahiret yurdunu yitireceğimiz gibi, onun tarlası bu dünyada da iflah olmayacak, huzur bulamayacağız. Evrimcilik, tedricilik, alan açma, maslahat hususları bizleri yanıltmasın… Bu bir haramın (örn. içki yasağı) getirilmesi gibi bir durum değildir. Eğer ona kıyas ediliyorsa da yine önce aslı/esası öncelemeli, mesenlin ilkesi, tevhidin, Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi vasatını, gayesin öncelemeli ve önemsemelisiniz. Dünyayı tersinden döndürmeye çalışmanın manası yok, imkânı da yok; parça kazanımlarla tevhid ikame edilemez, tevhid ikame edilirse o tedricilikle münkerat giderilip, maruf ikame edilebilir ancak. O tevhid ilkesinin ikamesi de resulün hayatında bize gösterilmiş, Kur’an’da ilkelere, sünnetullah’a bağlanmış durumdadır.

Çok sıradan ve anakronik gelebilir ama bakınız, Mekke ortamlarının stratejisi, sünneti, ayetlerinin yönü ve rengi (içeriği, tonlaması, muhatabı, çizdiği sınırlar) ile Medine ortamlarınınkiler ayırımında bunu pekâlâ görebiliriz. Ama bize fazla nostaljik geliyor değil mi bu yaklaşımlar ve üstelik ‘tarihselcilere/tarihselciliğe’ handiyse küfür gözüyle bakıp öfkelenirken…

Şimdi bir çırpıda (Bu yazıda gerçekleştiremediğimiz ayrıntı ve örnekler üzerinden analizlere inşallah sonraki yazılarda değineceğiz, bunu tüm yazarlarımıza da salık vermiş olalım konu olarak, belki daha ayrıntılı sonuçlara ulaşabiliriz.) aklımıza gelen örnekler olarak, 15 temmuz, Ayasofya, barolar, İstanbul Sözleşmesi gibi asıldan meseleler üzerinde bir iki kelam etmek asla taalluk etmeden mümkün müdür? Meseleyi sadece usulle geçiştirmek ne mümkün! Dahası burada asılla usulü ayırmak da mümkün görünmüyor! “Böylesi vasatlarda mesele bir kilisenin veya müzenin camiye evrilmesi meselesi midir? Bu iş ‘ıslah ve inkılap’ meselesi midir, ‘evalation-revalatin’ ikileminde mi ele alınmalıdır’’ vb. tartışmalar gönül oyalamaktan, zaman tüketmekten, topu taca atmaktan, kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Nasıl olacak da, insanlardan bekleyeceksiniz, din-i mübin-i İslam bu ve benzeri durumlarda ne der, geçmiş uygulamaları nasıldır, Allah burada nasıl bir yol ve yöntem öngörmüş, sahih uygulamalar nasıl olmuştur, kim bunun ayırdındadır, bu kimin umurundadır. ‘Mescidi dırar’ nedir, ne anlama gelmektedir? Bir müslümanın cami yapımına, ibadete açılmasına sevinmemesi olacak iş midir? Her türlü münkeratın/haramın devlet eliyle (genelevler, içiki, kumar, faiz…) işletildiği, Allah’ın ahkamının hiç umursanmaması (zinanın serbest/yasal kılınması), tağuti bir sistem ve egemenliğin insanlara devri ile Maide 44-48. ayetlerin tahakkuku hiç düşünülmeden, bir taşla onlarca kuş vurma misali (sudaki balıklar da bonusu!) bir cami meselesinin tüm bunların üstünü örtüyor olmasınadır itiraz. Esasen muhafazakar etkenlerden çok, ‘teslisin çekim gücüyle/vatan-bayrak-millet’ (Haziran ayındaki yazımıza bakılabilir) ‘milliyetçilik/ulusalcılık’ (15 temmuzun etkileri)/(muhafazakarlıkla kanka, etle tırnak oldular) damarının daha öne çıktığını söylemeliyiz. Niye mesele böyle ele alınamıyor? ‘Çoğu elde edilemeyenin azından vazgeçilemez!’ gibi bir uyduruk fetva tek kalemde tüm kapıları açıyor, bir ‘maymuncuk’ gibi… Mesele kılü kaal ile geçiştiriliyor. Hamaset ve muhafazakar dürtüler öne çıkıyor. Biz bu yaklaşımı bir şablon gibi tüm meselelere uygulasak, müteaykkız davransak, kimse bizi ütemez, sırtımızdan geçinemez ve bizi aynı delikten defaatle ısıramaz. Omuzlarımıza basarak yükselemez, ellerimizle verdiklerimizi suiistimal edemez! Yapıp edilenlerden zinhar kuşkulanmadan ve hep bir fayda, keramet umarak ses çıkarmayıp şartsız onay verenler, farklı bir bakış ve düşünce ürünü bir seda, ses duyduklarında kulaklarını tıkıyor, hep bir fitne fesat görüp aleyhlerine zannederek (cahiliye âdeti benzeri örtülerine/elbiselerine bürünüp) hem kale almıyor hem de ötekileştiriyorlar. Bu hal, nefisten, şeytandan, cehaletten, taassup ve ön yargıdan başka bir arka plana sahip olabilir mi? Bu hal muhaldir, izmihlal sebebidir.

Bir yerin, ülkenin hakka uygunluğu, hukuk sistemi olup olmadığı İslami açıdan, o topraklarda uygulanan kanunların ve özellikle de tümünün Kur’an ve sünnetin esaslarından çıkarılan hükümlerden oluşması gerekir. (Laiklik Demokrasi ve İslam, Ercümend Özkan, s. 177’den mealen) burada isterse yüzde doksan dokuzla üstünlük olsun. O yüzde birlik kısım Allah’ın rızasına muvafık olmayan bir sonuç doğuracaktır. Buradan hayır çıkmaz! Ancak birilerinin, sistemin banilerinin istediği sonuçlar çıkar, çıkarlarına çıkar sağlar! Bunu şu örnek üzerinden değerlendirelim; bir taraftan zinayı serbest/yasal bırakmış, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamış, faiz, içki, kumar vb. melanetleri işletmeyi sürdüren sistem Ayasofya’yı ibadete açmış, şimdi bunu şöyle sağlam kafayla, salim akılla, haydi sağduyu (sağcılık değil!) ile bir ölçelim biçelim, bakalım elde ne kalıyor?! Diyor ya rahmetli Ercümend Özkan, Ayasofya’nın ibadete açılması ile ilgili bir soruya cevaben (üstelik dikkat ediniz kaç yıllar geçmiş aynı gündemin tedavüle girip çıkıyor olmasından) ‘Ben İslam Devletinin kurulmasını istiyorum, Ayasofya bununla mukayese edilir mi?’ diye, işte aynen öyle… Bu ve bizim mukayesemizi de hayırla değil, kendilerince yorup bizi yapı bozumcu olarak yaftalayacak akıl danelere maalesef söylenecek, akıllarını başlarına devşirtecek başka söz kalmıyor. Zira kimse kendini yormak istemiyor ve yapıp edilenleri ‘Vardır bir hikmeti!’ diye yormak işine, kolayına geliyor!

Bu insanlara (genele) haksızlık etmek de istemeyiz ki, bu insanlar bu dinin ne aslından haberdarlar ne de usulünden… Zira ne bu dinin kurumlarından, ne kurullarından ne de kurallarından haberdardırlar. Sadece sloganik ve sathi olarak kendilerine verildiği, sistemin laiklik gereği kurulmuş dini tavsiyeden önce tesviye ile vazifeli diyanet gibi kurumlarca verildiği/öğretildiği kadar… Ancak, unutulmamalıdır ki kişiyi kendine göre mazeretleri bir yere kadar masum kılar. Bu dinin aslı da asla uygun uygulaması da çok şükür ki taliplerinin ulaşımına açık ve oldukça yakındır. Yeter ki alıcılar açık ve doğru istikamete yönelmiş olsun, akıllar da başta bulunsun! Diğerleri de o halka içinde kalmak üzere akredite olabiliyorlar. Bunun dışında söz söyleyenler ise yapı bozumcu, apokrif, illegal oluyorlar ancak! Ama sözümüz asıl/ilkin ‘meclisten/bizden içeri’, kitleyi sevk ve idare eden, işin/yolun başını tutan ve üstelik tüm yazılıp söylenenlerin gayet farkında olan, ama maslahat zannederek, ama gönüllü olarak sistemin sacayağı olmaya rıza gösteren, buradan bir ‘fayda’(!) uman, kendini ‘akil adamlar’ sınıfında, ayrıcalıklı gören, bunun da ‘verili bir muvazzaflık’ olduğunu idrak edemeyen, güya takiyye ile yol alan, kaleyi içten fethedeceğini vehmeden sözüm ona ‘kanaat önderlerine’… İkincil olarak da bu taifenin periferisinden, yönlendirmesinden kurtulamayan, irkilme melekesini neredeyse yitirmiş ahaliye… Biz payımıza düşeni alırız… Bu hikâyemizin/serencamımızın mutlulukla, hayırla sonuçlanması temennisi ile artık kim kulağının üstüne yatacaksa yatsın, ayıkmak isteyen ayıksın, kim kerevetine çıkacaksa çıksın!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *