HELÂK

HELÂK

Helak kelimesi gerçek anlamına en yakın olarak Kasas suresinin son ayetinde kullanılmakta, şöyle denmektedir: “O’nun (Allah’ın) zatından başka her şey yok olucudur.”

He-le-ke fiili ölmek, fena bulmak, bir şeye ihtirasla yönelmek anlamlarına gelmektedir. Rağıb el-İsfahanî helakin üç anlamda kullanıldığı görüşündedir. Birincisi, bir şeyin kaybedilmesidir. Mesela “gücüm benden yok olup itti / gücümü kaybettim” (heleke annî sultâniyeh) (69/Hâkka, 29) ayetinde ‘heleke’ fiili bu anlamda kullanılmıştır. İkinci olarak bir şeyin şekil değiştirip, bozulması (ifsat) anlamındadır. Esasında bu ikinci durumda yine, birinci şıktakine tezat olmayan bir anlam söz konusudur. Şöyle ki: İsfahani örnek olarak “ekini ve nesli helak eder” (ve yuhliku’l-harse ve’n-nesle) (2/Bakara, 205) ayetini vermektedir. Bu örnekte ekin ister hasarlı hale getirilerek isterse hepten yok edilerek, tamamen elden çıkarılmaktadır. Neslin helaki de keza, nesli ahlaken ifsadı olabileceği gibi, bedenen telef etmek olarak anlaşılması da mümkündür. İsfahanî’ye göre helakin üçüncü anlamı ölümdür. (4/Nisa, 176). İnsanın kuvvetinin gitmesi, harsın ve neslin ifsat edilmesi ve ölüm olaylarının ortak yanı, var olan bir şeyin ya tamamen elden çıkması ya da artık kullanılamayacak hale gelmesidir.

Bir Kur’an ıstılahı olan helak kelimesini bize en iyi şekilde tanıtacak olan Kur’an olduğu için, şimdi ona başvurmamız icap etmektedir.

He-le-ke fiili Kur’an’da bazen en yalın biçimiyle, sözlük anlamına uygun biçimde kullanılmaktadır. Bir miras hukuku terimi olarak, babası ve çocuğu olmayan bir kimsenin (kelâle) ölmesi durumunda, şayet kardeşleri varsa mirasının nasıl paylaşılacağı açıklanırken, “ölmesi halinde” denmeyip, “helak olması halinde” denmektedir. (4/Nisa, 176). Keza Musa (as), kavminden seçtiği yetmiş adamın müthiş deprem sarsıntısına (racfe) yakalanması üzerine Rabbine şöyle yakarmıştı: “Onları da beni de daha önce dileseydin helak ederdin; içimizden sefihlerin yaptıkları fiilleri yüzünden bizi helak eder misin?…” (7/A’raf, 155). Bu ayette mevt, vefat ya da katl kelimeleri kullanılmayıp, iki kere helak fiili (ehlekte ve tuhliku) kullanılmıştır. Helak fiili sadece cezalandırılan sapkın kavimler için değil, nebiler ve salih kimseler için de kullanılmaktadır. Mesela Allah Meryem oğlu Mesih’tir itikadında olanların bu küfürlerini çürütmek için şu soru sorulmaktadır: Allah Meryem oğlu İsa’yı, annesini ve hatta yeryüzündeki canlıların tamamını helak etmesi halinde, buna engel olabilecek bir güç var mıdır? (5/Maide, 17). İsa ve annesinin helaki (ölümü) farazî değil, gerçektir; her ikisi de dâr-ı bekâya intikal etmişlerdir. (İsa as gökte değil, mezarındadır). Diğer bütün canlıların helaki de sürekli gerçekleşen bir iştir. Bütün canlılar belirli sürelerle yok olup, yerlerine yeni nesiller gelmektedir. Bu soruyla Allah yaratmada, hüküm vermede, yaşatmada ve öldürmede hiçbir ortağı olmadığını anlatmak istemektedir. Ayette “öldürmek istese” değil de, “helak etmek istese” denilmesi, Allah’ın izzeti karşısında, -nebî bile olsa- insanın ve diğer varlıkların zilletini vurgulamak maksadına yönelik olsa gerektir.

Bu maksadın kamilen anlaşılması için Muhammed (as) da örnek verilir. Muhammed (as)’ın kavminden şu hakikati kavraması istenir: Allah, elçisi Muhammed (sav)’i ve beraberindeki müminleri ister (kafirlerin arzuları paralelinde) o günlerde, isterse daha sonraki bir zamanda helak etseydi, sonuçta ölüm herkes (her canlı) gibi Muhammed (as) için de kaçınılmaz bir akıbetti. Fakat ölüm Muhammed (as) için asla bir yok oluş değil, bilakis ahiret adındaki asıl güzel ve kalıcı hayata doğmaktı. Onun bir an önce helak olmasını arzulayan kafir kavmi ise ne zaman ve ne şekilde helak olursa olsun, sonuç itibariyle varacakları yer yakıcı azaptı ve onları bu azaptan kim koruyacaktı? (67/Mülk, 28). 

Helak fiili (farklı türevleriyle) farklı ayetlerde ölümden kinaye olarak kullanılmıştır. Mesela İsrail oğulları, Yusuf’un helaki(ölümü)nden sonra Allah başka bir rasûl göndermeyecek iddiasında bulunmuşlardı. (40/Mü’min, 34) helak kelimesini Yusuf’un ölümü anlamında kullanmışlardı. Yakub (a.s) Yusuf’a olan umudunu hiç yitirmediği ve hüznü hiç bitmediği için, oğulları ve yanındakiler, “yeter artık, kendini heder (helak) edeceksin” şeklinde çıkışıyorlardı. (12/Yusuf, 85). Yusuf’u kuyuya atacak kadar vahşileşen kardeşler, sözüm ona babalarına merhamet duyuyorlar, sonu ölüme kadar varabilecek bir kahredişe artık son vermesi çağrısında bulunuyorlardı. Öte yandan münafıklar bağlamında insanın nefsini (kendini) helak edercesine yemin etmesindeki sahteliğe dikkat çekilmekte, münafıklar bir anlamda dürüst olmaya davet edilmektedirler. (9/Tevbe, 42). Demek ki iki yüzlü insanlar, neredeyse canına kıyacakmış gibi yeminler ederek güven telkin etmek istemektedirler.

Diyebiliriz ki helak kelimesi gerçek anlamına en yakın olarak Kasas suresinin son ayetinde kullanılmakta, şöyle denmektedir: “O’nun (Allah’ın) zatından başka her şey yok olucudur.” (28/Kasas, 88). Allah-varlık ilişkisi, yaratılmışların Yaratan Allah katındaki yeri biz insanlara herhalde ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sadece Allah’ın zatı ezeli ve ebedidir, O’nun için helak söz konusu olmaz. O’nun dışında ise hiçbir şey helakten muaf değildir. Allah’ın zatı dışında ‘her şey’in ‘helak’ olması için, varlığının tamamen buharlaşıp yok olması gerekmemektedir. Bir elbise ya da eşyanın eskiyip, artık iş göremez hale gelmesi misali, varlığın hayatiyetini yitirmesi, bozulup dağılması da bir tür helaktir.

Helak kelimesinin gerçek anlamına nüfuz etmemizi sağlayan en güzel anlatımlardan biri de, kelimenin ‘tüketim’ anlamında kullanılmasıdır. Kendisine hiç kimsenin güç yetiremeyeceğini sanacak kadar tekebbür ve istiğnaya kapılan insan, bu kibrinin hem sebebi hem de sonucu olarak, çokça mal tüketmekle övünebilmektedir. (90/Beled, 5-6). Ayette heleke fiilinin geçişli biçimi (if’al babından ‘ehlektü’) kullanılmış, azgın insan, aklınca kendisini kuşatmış bulunan tekebbür edasını, çok mal tüketmiş olmasından devşirmiştir. Zannınca kişi, ne kadar çok mal tüketirse, o kadar büyük/nüfuzlu insan olmaktadır. Ayetteki, malın sıfatı olan lübed kelimesi sayısal çokluğu ifade etmektedir; tipik bir tekasür zihniyeti. İnsan olmanın değerini, tükettiği malın miktarında arayan anlayışı ancak sefih kelimesi izah edebilir. Tüketim kültürü bağlamında yeryüzünde değişen hiçbir şey olmamıştır. Modern tüketim toplumunun böbürlenme vesilelerinin başında meskenler ve arabalar gelmekte, sonra da sair tüketim maddeleri, cahiliye insanına şeref katmaktadır! Bu anlayışın hakikatten hiçbir payı olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Kafirlerin malları ve evlatları (yani tekasür) Allah’a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlayıcı olmadığı gibi, cehenneme gitmelerine de engel olmayacaktır. Kendilerine zulmeden bir toplumun ekinini yakıcı rüzgârın helak etmesi gibi, mütekebbir kafirlerin -hayvanların yemesine benzeyen yiyişle (47/Muhammed, 12)- tükettikleri malların her biri, kendilerini helake götüren yola döşedikleri taşlar olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. (3/Âl-i İmran, 16-17).

Müminler mahallesine gelince durum değişmektedir. Müminlerden istenen, mallarını Allah yolunda harcamalarıdır. Zaten müminler malın gerçek sahibinin Allah olduğunu bildikleri için hayvanların yemesi gibi yemezler, mal biriktirmezler ve çok değil, olsa olsa az mal tüketmekle iftihar ederler, mallarına fakirleri ortak yaparlar. Bu arada ‘tehlike’ kelimesinin helakten türemiş olması da ilgi çekicidir. Tehlike, müminlerin mallarını Allah yolunda harcamamalarıdır. (2/Bakara, 195). Emeviler döneminde İstanbul’a düzenlenen bir askeri sefere katılan Ebu Eyyub el-Ensarî’nin, düşmana yalınkılıç hücum eden bir Müslüman askere, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor diye tepki verilmesine karşı şu izahatı yaptığı rivayet edilmektedir: Kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onların ıslahı ile uğraşmamız ve cihadı terk etmemizdir.

Helak deyince şüphesiz akla, kendilerine gelen elçilerle, -dolayıyla Allah’la- kavgalı olan, kendilerini elçilerin getirdiği dinden daha doğru bir yaşam tarzı (din) üzerinde konumlandıran kavimlerin Allah tarafından cezalandırılmaları gelmektedir. Kur’an’da, ilk nebî olarak anlatılan Nuh’un kavmi ve sonraki birçok toplumun helak edildiğine dair anlatılar ‘Kur’an kıssaları’ içerisinde büyük bir yer tutar. Allah’ın helak ettiği beldelerin kimine azap gece vakti, kimine de gündüz istirahat ederlerken gelmiştir. (7/A’raf, 4). ‘el-Mu’tefike’ kelimesi, beldelerin alt-üst edilmesini anlatır; hasılı kavimlerin “başlarına gelecek olan gelmiştir.” (53/Necm, 53-54).

Kur’an’da anlatılan ilk helak hikayesi Nuh kavmine dairdir. Nuh (as) davet görevini kusursuz yapmıştır. Kavmini gece-gündüz demeden, en yüksek haykırışla seslenerek, açıktan açığa ve gizliden gizliye yani tebliğ usulünün her yol ve yordamını deneyerek çağırmış fakat çağrısı sadece kavminin firarını artırmıştır. Müşrikler elbiselerini başlarına bürümüş, parmaklarını kulaklarına tıkamışlardır. (71/Nuh, 5-9). Nuh (as) ise kendisini tamamen çaresiz hissettiğinde kavmini Allah’a havale etmiş, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakmamacasına helak etmesi için dua etmiştir. (71/Nuh, 26). Nuh (as) Rabbinin, kendisi ve iman eden diğer müminlerin kurtulması için yapmasını emrettiği gemiyi yapmaya hemen koyulmuş, kavmi ise bu olayı bir kere daha alay konusu etmiştir. Muhtemelen gemi olayı, Nuh’un aklını yitirdiğine olan inançlarını pekiştirmişti. Nuh (as)’ın İslam tebliğinin, oğlu ve karısı üzerinde bile etki uyandırmamış olması, hiçbir nebinin, sevdiklerini dahi hidayete erdirme gücünün bulunmadığı (28/Kasas, 56), bu yetkinin sadece Allah’a ait olduğu gerçeğini doğrulayan bir ibret vesikasıdır. Uyarıları bir meczup şakası sanan Nuh kavmi gökten ırmak gibi boşalan, yerden alabildiğine fışkıran sularda boğulmak suretiyle tecziye edilmiştir. (54/Kamer, 11-15; 11/Hud, 41-43; 23/Mü’minun, 27; 26/Şuara, 119-120; 10/Yunus, 73; 7/A’raf, 64). Çok zalim ve çok azgın bir kavmin akıbeti herhalde bundan başkası olamazdı. (53/Necm, 53).

Nuh kavmini helak eden tufan Nuh kavmiyle sınırlıydı, sadece o kavmin diyarında vuku bulmuştu. Tufanın dünyanın tamamını kapsadığını, dolayısıyla o gün yeryüzünde bulunan bütün kavimlerin öldüğünü, dolayısıyla Nuh’un insanlığın ikinci atası olduğunu ihtiva eden rivayetlerin Kur’an açısından hiçbir dayanağı ve değeri yoktur. Nasıl ki Âd kavminin helaki Âd kavmiyle, Lût kavminin helaki Lût kavmiyle vd. sınırlı olmuşsa, Nuh kavmine gelen tufan da kendileriyle sınırlı olmuştur. Keza Nuh (a.s) gemiye bütün hayvanlardan değil, evcil hayvanlardan birer çift almıştır.

Nuh’tan sonra daha birçok nesil helak edilmiştir. (17/İsra, 17). Âd kavmi (53/Necm, 50), Semûd kavmi (53/Necm, 51), Lut kavmi, Firavunun kavmi bunlardandır. Kıyamet kopmadan önce helak edilmeyecek kavim yoktur. (17/İsra, 58). Bu ayeti, Allah hiçbir kavme ebedilik vermedi diye anlamak gerekmektedir. Çünkü toplu olarak helak edilmese de her kavmin bir eceli bulunmaktadır. Hiç kimse hiçbir kavmin ecelini bir saat öne de alamaz, bir saat sonraya da tehir edemez. (23/Mü’minun, 43).

Kur’an Âd kavmini yüksek ve sağlam binalar yapmak, yakaladıklarını da zorbaca yakalamakla resmetmektedir. Elçileri Hûd (as)’a meydan okuyan bu kavmin akıbeti de tıpkı Nuh kavmi gibi olmuş (26/Şuara, 128-139), yedi gece sekiz gün üzerlerine musallat ettirilen, isabet ettiği hiçbir şeyi canlı bırakmayan, kasıp-kavurucu bir rüzgarla hayatlarına son verilmiştir. (51/Zariyat, 42; 69/Hâkka, 6-7).

Salih Nebî’nin kavmi Semûd da elçilerine meydan okumakla, helaki hak etmişlerdi. İçinde “şiddetli bir sarsıntı” (7/A’raf, 78), “dehşetli bir çığlık” (11/Hud, 67; 15/Hicr, 83; 69/Hâkka, 5) ve “sâika”nın (azap/bayıltan ses/yıldırım) (51/Zariyat, 44) bulunduğu bir tufanla Semûd’un işi bitirilmiştir. Sonuç itibariyle Semûd kavmi hayvan ağılına konulan kuru ot yığını gibi (54/Kamer, 31), adeta çöpe dönmüşler, evlerinde oldukları yerde çöke kalmışlardır. (11/Hud, 67). 

İnsanlık tarihinde insanoğlunun inebileceği en aşağı derekeye düşen Lut kavmi ise, sınır tanımayan azgınlıklarının bedelini “yakın olan” sabah vaktinde, üzerlerine taş yağdırılmasıyla ödemişlerdir. (54/Kamer, 34). Üzerlerine gönderilen, çakıl taşı ya da toprağı savuran rüzgar (hâsıb) yani şiddetli bir fırtına (taş yağmuru) ile gözlerine adeta mil çekilmiş, silme kör olmuşlardı. (54/Kamer, 37). Çünkü Lût kavmi zalim bir kavimdi. (29/Ankebut, 31). İşledikleri ahlaksızlık zulümden başka bir kelimeyle tanımlanamazdı. Öyle anlaşılıyor ki Lût kavmi tıpkı Semûd gibi, içinde bir ‘sayha’nın (çığlık) da yer aldığı, beldelerinin üstünü altına getiren, üzerlerine ayrıca balçıktan pişirilmiş taşların (hıcâratun min-siccîl) atıldığı bir azap biçimiyle helak edilmiştir. (11/Hud, 82-83; 15/Hicr, 73-74). “Balçıktan pişirilmiş taşlar”a fil ordusundan da aşinayız. Hûd suresinin 82. ayetinde “balçıktan pişirilmiş taşlar”a bir de “istif edilmiş” (mendûd) sıfatı eklenir. Ne-da-de fiili eşyayı istif etmek anlamına gelmektedir. Hûd suresinin 83. ayetinde bu taşlar ayrıca Allah katında işaretli/belirliydiler (musevveme). (11/Hud, 83). Lût kavminin başına taş yağdırılması, taş kelimesi hiç anılmaksızın, sırf ‘yağmur’ olarak da zikredilmiştir: Lut kavminin üzerine ‘yağmur’ yağdırılmıştır ama bu yağmur bilinen yağmurlara benzememektedir. (26/Şuara, 173; 27/Neml, 58; 7/A’raf, 84).

Şuayb nebînin kavmi Eyke halkının helakine ait bilgi oldukça sınırlıdır. Eykeliler “gölge gününün azabı” ile cezalandırılmışlar (26/Şuara, 189; 15/Hicr, 79), evlerinde diz üstü çöküp kalmışlardır (fe-esbehû fî-darihim câsimîn). (7/A’raf, 91).

İlk nesiller helak edildikten sonra Allah Teala belki düşünüp öğüt alırlar diye Musa’ya Kitap vermiştir (28/Kasas, 43) ama bu yeni nesillerin vahye karşı tutumu da öncekilerden farklı olmamıştır. Kendisini insanların rabbi ilan eden Firavun (79/Naziat, 24), ordusuyla birlikte suda boğularak helak edilmiş (7/A’raf, 136; 8/Enfal, 54; 10/Yunus, 90; 20/Taha, 78; 26/Şuara, 66), Firavun’un cansız bedeni kıyıya atılarak, alemlerin ibret nazarına sunulmuştur. (10/Yunus, 92).

Helak edilen kafir kavimlerin, bir tek hatanın kurbanı olarak, böyle acı bir akıbete maruz kaldıkları sanılmamalıdır. Allah Teala hem fertlere hem de toplumlara tevbe kapısını açık tutmakta, insanlara yeteri kadar günahlarından dönme fırsatı vermektedir. Allah Teala kulları ve kavimleri ilk günahlarında ve tez elden cezalandırmak gibi bir acûllükten münezzehtir. O, aziz ve intikam sahibi olduğu kadar, merhametlidir de. O kullarının hep hayrını ister, şerlerini istemez. Fakat kafirlik ve azgınlıkta sınır tanımayan toplumların helak edilmesi de Allah’ın adaletinin bir gereğidir. Kavimler, basit bazı günahları yüzünden değil, kendilerine Allah’ın uyarıcı ayetleri, başlarını ağrıtırcasına okunmasına rağmen, kendilerinin mevki ve makamlarını müminlerden daha iyi, meclis ve topluluk bakımından daha ileride görmeleri (19/Meryem, 73), kalplerini hakka ve hakikate kapatmış olmaları hasebiyle helak edilmişlerdir. Bir başka anlatımla artık bu kavimler, hidayete erme imkân ve ihtimali kalmadığı, yurtlarında böbürlenerek yaşamaya devam etmeleri halinde yeryüzünün tamamına, içinde bulundukları akide ve ahlak pisliklerini bulaştırma tehlikesinden dolayı hak ettikleri cezaya çarptırılmışlardır. Et kokmasın diye tuzlanır. Ama tuz da kokmuşsa, çürümenin önüne nasıl geçilecektir? Allah Teala bu kavimlerin iman etmediklerini, o günden sonra da iman etmeyeceklerini kesin bir dille vurgulamaktadır. (21/Enbiya, 6). Artık bu kavimlerin defterlerinin dürülmesi, tek doğru iştir. (21/Enbiya, 95). Bu kavimlerden önce helak edilen, güçlü-kuvvetli daha başkaları da vardı. (21/Meryem, 74; 28/Kasas, 78). Onlardan geriye hiçbir bir iz kalmamış, en cılız bir ses dahi işitilmemektedir (19/Meryem, 98), çünkü Allah’ın lanetine uğramışlardır. (28/Kasas, 42). Bu kavimlerin en belirgin ortak vasıfları, elçilere, dolayısıyla Allah’a meydan okumalarıdır.

Kur’an’a gerçek bir mümin zihniyle değil de, hariçten, bilimselci ve ‘nesnel’ bakan, düşünce melekeleri hümanist etkilere maruz kalmış kimseler için kavimlerin helaki, Allah’ın, kendi yarattığı insanı basit gerekçelerle cezalandırması, kulundan intikam alması gibi algılanıp, üzerine dramatik yorumlar da yapılabilmektedir. Bu gibi insanlara Kur’an’ın haber verdiği, Allah’ın kulları üzerindeki tasarruflarının isabetliliğini kanıtlamak gibi bir görevimiz bulunmamaktadır. Çünkü bu öncelikle bir iman meselesidir. Allah’ın, mücrim kavimleri helak etmesini haksız bulan bir kimse, bilinmelidir ki, helak edilen kavimlerin artıklarından biridir. Kavimleri helak eden, ilk başta onları hiç yoktan yaratan, yaratmak için kimseye danışmayan, insana her türlü nimeti sınırsızca bezleden ve insana yanlışlarından dönmesi için elçiler göndererek, tefekkür-tezekkür için yeterli süreyi veren Allah’tır. Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmekten münezzehtir. İnsana Allah değil, yine insanın kendisi zulmetmektedir. Yani bir toplumu helak eden de, yine toplumun kendisidir. (8/Enfal, 51). Allah her hak edene, hakkı neyse onu vermektedir. Allah’ın azgınlıkta, tuğyanda ve zulümde haddi aşan toplumlara hak ettikleri azabı tattırması adalettir. Aksi halde yeryüzünde sadece insanın değil, canlı-cansız demeden hiçbir varlığın yaşama şansı kalmayacak, yeryüzü cehenneme dönüşecektir. 

Kur’an, kavimlerin helaki yasasını daha sarih şekilde belirlemektedir. Bir ülkenin (ülke halkının) helak edilmesi istendiğinde Allah Teala oranın ileri gelen insanlarına (mütref zümresi) emreder yani onlara sorumluluk terettüp eder. Onlar ise ülkede fısk u fücuru çoğaltırlar, ahlaksızlığı yayarlar. Böylece o ülke helake müstahak olur. Allah da orayı yerin dibine geçirir. (17/İsra, 16). Bu ayet, helakin rast gele olmadığını, mutlaka bir yasaya dayandığını anlatmaktadır. Toplumların çürümeleri mele ve mütref adı verilen yönetici, varlıklı, nüfuz sahibi kimselerden başlamakta ve toplumun, özgül ağırlığı fiziki ağırlığıyla ters orantılı olan diğer kesimlerine hızla yayılmaktadır. Zaten mele-mütref takımının ürettiği fitne sadece kendileriyle sınırlı kalmaz, toplumun her kesimine sirayet eder. (8/Enfal, 25). Zaten onlar bütün mefsedeti halkın yararı için üretmektedirler! Bozguncu toplumlar içerisinde bulunan faziletli kimselerin, bozgunculuğa karşı mücadele etmeleri, davet ve ıslah çalışmaları yapmaları gerekmektedir, bu Allah’ın yüklediği bir görevdir. Bu şekilde hiç değilse salih kimselerin Allah’a karşı bir mazeretleri olur. (7/A’raf, 164). Bu görevi yerine getirenler de her zaman az olmuştur. Cahiliye toplumu içerisindeki nebiler ve müminler kuşkusuz, içlerindeki sefihlerin yaptıkları yüzünden helak edilmeyi hak etmezler. Kurunun arasında yaşın da yanması reva görülemez. Musa (a.s)’ın, içlerindeki sefihlerin yaptıkları yüzünden, kendilerini helak etmemesi için Allah’a yakarması (7/A’raf, 155) bu hakikate dayanıyordu. İslam inancında kimse başkasının günahının bedelini ödemez. Mümin kimseler atalarının yaptıkları kötülükler yüzünden helak edilmeyi hak etmezler. (7/A’raf, 173). Mücrim zalimler ise, kendilerine verilen zenginliklerin peşine düşmüşler, böylece helaki hak etmişlerdir. (11/Hud, 116). Bu kavimler ıslah edici olsalardı, Allah Teala onları helak etmezdi. (11/Hud, 117). Zalim kavimlerini uyarmaya yanaşmayan İsrail oğulları, en kolay olanı seçiyor, elçileri Musa’ya yükleniyorlardı: Sen bize gelmeden önce de, geldikten sora da bize eziyet edildi (biz bu işten ne anladık?) diyorlardı. Allah ise Firavun düzenine itiraz etmeleri halinde, düşmanlarını helak edeceği müjdesini veriyordu. (7/A’raf, 129). 

Toplumların helak edilmesi bir “beyyine”, “kelime” ve “malum bir yazıya göre” olmaktadır. Allah’ın art arda gönderdiği rasullerini yalanlayan, rasulleri durdurmaya yeltenen kavimlerin hak ettikleri, helakten başka bir şey olamazdı. (23/Mü’minun, 44). Musa ile Harun’u yalanlayan Firavun ve kavminin akıbeti (23/Mü’minun, 45-48) bu ilkenin tipik bir örneğidir. Allah Teala yarattığı kullarına benzemez. İnsan kızan, öfkelenen, sevinen, korkan, panik yapan, karar değiştiren, aldanan ve aldatan, geleceği bilemeyen, aciz bir varlıktır. Allah ise her şeyi ezeli ilmiyle bilir, her şeye kâdir ve egemendir. Kavimlerin haddi aşmaları, Allah’ın yazısını bozmaz. Allah kulları için tayin ettiği süreyi, kullardan gelen etkiye göre (haşa tepki olarak) değiştirmez. (18/Kehf, 58). Yaptıkları yüzünden insanları hemen anında muaheze edip, işlerini bitirmek de Allah’ın sünnetinde yoktur. Çünkü O bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir. İnsanların helak edilmeleri için indi ilahîde kayıtlı bir süre vardır. (18/Kehf, 59). Bu süre, helakin tam hak edilmesi için gereklidir. Bu süre, toplumun tevbe edip, Allah’ın azabından kurtulması için tanınan bir fırsattır. Allah Teala buyuruyor ki, helak ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki, onun için katımızda malum/bilinen (önceden tespit edilmiş) bir ‘yazı’ olmasın. (15/Hicr, 4). Böyle olunca hiçbir ümmet ne ecelini öne alabilir ne de erteleyebilir. (15/Hicr, 5). Mekke’de Rasulullah’ın kavminin İslam davetine karşı her türlü tehdit, hakaret ve engelleyici hamleyi yapmalarına müsaade edilmiştir. Çünkü helak olan, bir beyyine üzere helaki hak etmeliydi. Allah Teala, helak edilmiş kavimlerin yurtlarında gezip dolaştıkları halde, onlardan ibret almayan gafil kavimleri, önceden belirlenmiş söz (kelime) ve tayin edilmiş ecel gereği hemen anında cezalandırmamış, ‘söz’ ve ecel mutlaka vadesini doldurmuştur. (20/Taha, 129).

Bedir savaşından alacağımız bir kesit bu hakikati çok güzel açıklamaktadır. İslam ordusuyla küfür ordusu savaş için Bedir düzlüğünde karşılaşmışlardı. İslam ordusu vadinin Medine tarafında, küfür ordusu ise Mekke tarafındaydı. Kervan da daha uzak bir yerde(Kızıldeniz sahilinde)ydi. Allah Teala bu sahneyi müminlerin şu şekilde okumalarını istemektedir: Şayet savaş için sözleşmiş olsaydınız bu kadar dakik ve uygun bir şekilde buluşamazdınız! Peki bunun anlam ve önemi nedir? Anlam ve önemi şudur: Allah, gerekli olan bir emri yerine getirmesi, helak olanın belli bir beyyine üzere helak olması, yaşayanın da aynı şekilde bir beyyine üzere yaşaması için böyle denk getirmiştir. (8/Enfal, 42). Yani her iki tarafın da ne yaptığını bilmesi, sorulduğu zaman durumlarını net olarak açıklayabilmeleri gerekiyordu. 

Mekke toplumunun eşraf (mele-mütref) takımı göz göre göre batıl bir davaya, hem de büyük bir hevesle dalıyorlardı, aslında kendi ecel (helak) atlarını eyerliyorlardı, farkında olmayarak. İslam adı verilen nur, kendi evlerinde üzerlerine doğmuş, dünyanın en büyük nimeti ayaklarına kadar teşrif etmişti ama onlar nuru değil, çirkefi satın aldılar. İslam’la şereflenmek yerine, cahiliye pisliğine bulanmayı tercih ettiler. Bununla da yetinmeyip, İslam’ı arzdan silip süpürmeye yeltendiler ama olmadı, olamazdı. Eyerlenmiş ecel atları yetmiş kadar ileri geleni cehennem azabına götürdü, doludizgin. İşte bu olay Mekkelilerin -kısmî- helakleriydi. Hicr suresinin 4. ayetinde zikri geçen ‘yazı’nın vadesi -Mekke’nin lider kadrosu için- Bedir gününde dolduğu için ecellerini ne erkene alabilmişler ne de geciktirebilmişlerdir. Bedir günü çok dakik bir şekilde buluşan iki ordu işte bu hesap için buluşmuştu. 

Mekke müşriklerinin, kendilerinden önce, bunların sahip olmadığı nice imkanlara sahip olmuş, yeryüzünde, içinden ırmaklar akan yurtlar edinmiş nice kavimlerin helak edilmiş olmasından ibret almaları istenmiştir. Allah onları başka değil, sırf günah ve kötülükleri sebebiyle helak etmişti, kendilerinden sonra ise dünya boş kalmamış, hayat sahnesinde nöbeti başka nesiller devralmıştır. (6/En’am, 6). Tıpkı Firavun ailesi gibi. Firavun ailesi Allah’ın ayetlerini küfredince, Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı. Zaten Allah, bir kavme bağışladığı nimetleri, onlar kendi nefislerini (kötü yönde) değiştirmedikçe değiştirmez. (8/Enfal, 52-53). Allah kendi verdiği nimetleri durup dururken kullarının elinden çekip almaz. Firavun ailesi ve benzerleri nasıl ki günahları yüzünden helak edilmişlerse, Mekke kafirleri de aynı yasaya tabi idiler. (8/Enfal, 54). Allah’ın elçilerine ya yurdu terk etmeleri ya da kendi dinlerine dönmeleri seçeneklerinden başka hayat hakkı tanımayan kafirler bu zulümleri sebebiyle helak olmaktan başka neyi hak edebilirlerdi? (14/İbrahim, 13).

Allah kavimleri cürümleri (44/Duhan, 37), tuğyanları (69/Hâkka, 5), aşırılık (israf)ları (21/Enbiya, 9) ve fıskları (46/Ahkaf, 35) sebebiyle ama bilhassa zalimlikleri yüzünden helak etmektedir. Allah’ın azabı ister ansızın, ister göz göre göre gelsin, ancak zalim bir kavim helak edilir, helak zalim kavimler içindir. (6/En’am, 47). Kavimlerin hayatlarında Allah katında -deyim yerindeyse- bardağı taşıran son damla (Kur’an’ın tabiriyle ‘yazı’nın vadesinin dolduğu an), zulmetmeye başlamalarıdır. Zulmeden bir toplum mücrim sıfatını alır ve helaki hak eder. (10/Yunus, 13). Helak edilen kavimler gece veya gündüz vakti kendilerine Allah’ın azabı geldiğinde zalimler olduklarını fark edip bağrışmaya başlasalar da, artık bu faydasız bir ‘akıl erdirme’ çabasıdır. (7/A’raf, 5).

Muhammed (a.s) kavminin kendisini yalanlamasına karşı yeise düşmemesi hususunda uyarılmıştır. Zira kendisinden önce yaşamış Nuh, Âd, Semûd, İbrahim, Lût kavimleri, Medyen halkı ve Musa’nın toplumu da elçilerini yalanlamışlardı ama Allah Teala bunların hepsine süre tanımış, sonunda zulmetmekte olan kavimler helake uğramışlardır. Onların beldeleri duvarları çökmüş, tavanları yıkılmış, kuyuları âtıl kalmış vaziyette, birer ibret vesikası olarak göz önünde durmaktadır. (22/Hac, 42-45). Mekke halkı işte bu ören şehirlerden ibret almaya davet edilirler. (22/Hac, 46). Allah, refahtan şımarmış toplumları, kendilerine bir elçi gönderdikten sonra helak eder. Elçi gönderip uyarı yapmadıkça bir toplumu helak etmez. (28/Kasas, 58-59). Allah Teala uyarıcı göndermediği hiçbir ülkeyi helak etmemiştir (26/Şuara, 208; 28/Kasas, 59). Uyarıcı göndermediği (gaflet içindeki) bir toplumu helak etmeyi zulüm saymaktadır. (6/En’am, 131). Mesela Mekke halkına elçi göndermeden onları sorumlu tutsaydı, derhal, “bize bir elçi gönderseydin de, bu aşağılık duruma düşmeden önce senin ayetlerine uysaydık” mazeretine sığınırlardı. (20/Taha, 134). Mekke halkının, kendilerine gelen elçiye karşı tutumları, helak edilen kavimlerden farklı olmamıştır. Buna rağmen, haddi aşan kavim olmaları, Mekke halkını Allah’ın elçi vasıtasıyla uyarmaktan vaz geçeceği anlamına gelmiyordu. (43/Zuhruf, 5). Haddi aşmaları durumunda başlarına neyin geleceği bilgisi, önceki kavimlerin hayat hikayelerinde fazlasıyla mevcuttu. (43/Zuhruf, 8). Mekke kafirleri bu derslerden ibret almaya niyetli görünmüyorlar, cahilce bir sanı ile helaki sadece zamana atfediyorlardı: Yaşarız ve ölürüz, bizi öldürecek olan sadece zamandır diyorlardı. (45/Casiye, 24).

Toplumlar, kendilerinden öncekilerin başlarına gelenden ibret almakta hep isteksiz olmuşlardır. Nuh tufanı o gün bugündür hemen hiçbir kafir kavim için ibret vesilesi olmamıştır. (20/Taha, 128; 32/Secde, 26). Kavimler tıpkı Nuh (as)’ın dediği gibi (71/Nuh, 27), yine kafir nesiller doğurmaya devam etmiş ve etmektedirler. Kendileri için uyarıcı olarak gelmiş Muhammed (a.s)’ı yalancı-sihirbaz olarak itham eden ve şehirden çıkmaya zorlayan (47/Muhammed, 13) Mekke halkı da gaflet ve dalalet içerisinde, geçmiş kavimlerden ibret almak gibi bir titizlikten fersah fersah uzaktılar. (36/Yasin, 31). Şaşılası buldukları tek şey, Elçinin bütün ilahları tek bir ilaha indirmiş olmasıydı! (38/Sa’d, 4-5). Allah Teala yine de onları, helak edilirken feryat-figanlarının bir işe yaramadığı, Mekke’ye de çok uzak olmayan (46/Ahkaf, 27); onlardan daha güçlü olup, ülkelerde büyük nüfuzları olan (50/Kâf, 36) önceki toplumların akıbetinden ibret almaya davet etmiştir. (38/Sa’d, 3; 54/Kamer, 51). Helak edilmiş kavimlerin tanrı edindikleri nesneler kendilerine hiçbir fayda sağlamadığına göre, Mekkelilerin tanrı edindikleri çer-çöp de bunlara bir fayda sağlamayacaktı.

Allah Teala yeni bir elçi göndermeyeceğine göre, kavimlerin helakiyle ilgili ilahi yasada herhangi bir değişiklik olmuş mudur? Doğrusunu Allah bilir ama herhangi bir toplumda müminler bulunduğu ve nebiler-rasullerin yaptığı ölçüde İslam’a davet çalışması yaptıkları takdirde, önceki kavimler için geçerli olan yasa bugünün toplumları için de geçerli olacaktır. Burada önemli olan, bir toplumun küfür, şirk, azgınlık ve tuğyandaki mesafesi değil, söz konusu toplumun İslam’a davet edilip edilmediğidir. Bugün yeryüzünün herhangi bir bölgesinde dört başı mamur bir İslam tebliği yapıldığını iddia etmek pek mümkün görünmemektedir. İslam tebliği hiç yapılmamakta değildir fakat eksik, sorunlu ve sınırlı şekilde yapılmaktadır. İslam’a davet yaptığı iddiasında bulunan çok kişinin kendisi tebliğe muhtaçtır. Müslümanlar irili ufaklı bin bir fırkaya bölünmüş ve her fırka da kendisinde olanla övünmenin (30/Rum, 32) en ileri noktasında bulunmaktadırlar. Hatta fırkalar kafirleri bırakmış, birbirlerine İslam’ı tebliğ etmektedirler çünkü her fırka yekdiğerini tekfir etmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki küfrün/şirkin, kısacası nitelik ve nicelik olarak cahiliyenin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir seviyeye yükselmiş (yani alçalmış) olduğu günümüz dünyasında, İslam’ı tam kavramış, İslam’a sonradan bulaşmış hurafelerden kendini tam arındırmış, modern cahiliye çağının ürettiği hurafelerden de kendini tam koruyabilmiş, imanda, ahlakta, amelde, infakta rasulleri tam örnek edinebilmiş, Allah’ın, “sizden bir ümmet bulunsun…” emrine tam muvafık gerçek bir İslam cemaati mevcut değildir. Ama böyle bir İslam cemaatinin bulunması imkânsız sanılmamalıdır. Çünkü hem böyle bir cemaatin oluşmasından umut kesmemiz küfürle eşdeğerdedir (12/Yusuf, 87), hem de Allah’ın “bir ümmet bulunsun” emri bile bunun mümkün oluşunun başlı başına delildir.

Tebliğ konusunu toparlarsak şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: Herhangi bir Nebininki gibi olmasa da, yine de şu veya bu şekilde insanları İslam’a çağıran kişiler ve cemaatler vardır, bundan sonra da olacaktır. Ama bu kişi ve cemaatler birtakım zaaflarla maluldür. Nicelik ve nitelik olarak sınırlı İslam tebliği ise, herhangi bir toplumun -tıpkı Lut kavmi, Semûd kavmi benzeri- topyekûn helak olması için tam bir gerekçe değildir. Bir de meselenin şu yönü vardır: Günümüz toplumları tebliğ yönünden, helak olan geçmiş kavimlere de tam olarak benzememektedirler. Mesela içinde yaşadığımız kendi toplumumuzda her gün yeni hidayet vakaları yaşanmaktadır. Kitaba uygun, Rasulullahın örnekliğini doğru anlatan davet çalışmaları yapıldığında güzel sonuçlar alınmaktadır. İnsanların ekserisi İslam’ı bildiği halde değil, bilmediği halde reddetmektedir. Bu yönüyle bugünkü toplumlar Nuh, Âd, Semûd, Lut ve Firavun kavmi gibi toplumlardan ayrışmaktadır. İnançsızlık, ahlaksızlık ve azgınlık bakımından bugünkü toplumların sözünü ettiğimiz kadim toplumlardan daha da ileriye gittiğinde hiç kuşku yoktur. Fakat bugün bütün dünya, hakkaniyetli / doğru dürüst tebliğ çalışmalarından mahrumdur.

Nuh (as)’a, “Allahım! Kafirlerden hiçbirini bırakma, bunlar ancak kendileri gibi kafir doğururlar” dedirten kavmiyle, Musa (as)’a, “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturuyoruz” (5/Maide, 24) diyen hem de inançlı(!) ve Firavun’un zulmünden kurtarılmış kavmiyle bugünün toplumları kıyaslandığında, anlatmaya çalıştığımız fark daha iyi anlaşılacaktır.

Bu durumda helak şartlarının tam oluşmadığı sonucu hasıl olmaktadır. Fakat bir toplum topyekûn helak edilmiyorsa, bu, o toplumun Allah tarafından korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltmak (2/Bakara, 155), salgın hastalıklar, terör ve savaş gibi büyük belalarla denenmeyeceği anlamına gelmemektedir. Toplumlar günah işlemekte alabildiğine cesur ve korkusuz oldukları, onları uyaran, marufu emredip münkerden nehyeden bir müminler topluluğu da bulunmadığı sürece, azgınların ürettikleri o fitneler, onlara sessiz kalan salih(!) kimseleri de kuşatacaktır. Sözün özü, ister fert isterse toplum olsun, hiç kimsenin yaptığı bir kötülük karşılıksız kalmayacaktır. Herkes hak ettiği helaki bir şekilde yaşayacaktır. Bugün Lut kavmi ya da fil ordusu gibi üzerimize balçıktan pişirilmiş taşlar yağmıyorsa da, ‘ebabil’ uçakları İslam ümmetinin başına bombalar yağdırmaktadır. Geçmişte İsrail oğulları için vaat edilen zillet ve meskenet damgası şimdilerde bize vurulmaktadır. Kaldı ki kafir bir kavmin işleyip, üretip, yayıp da biz müminlere bulaşmayan hiçbir pislik yoktur. Esasında sonu gelmez toplumsal, siyasal, iktisadi ve ahlaki sorunlarla, Müslümanlar olarak mütemadiyen bölünüp parçalanmalarımızla, insanlar arasında saygı, hürmet, nezaket, edep ve utanma duygusunun her geçen gün azalmasıyla bir tür helaki yaşamaktayız. Azgınların günahları alenen işlemelerine karşı tavırsızlığımız devam ettiği sürece Allah’ın daha ne tür cezalar vereceğini de kestiremiyoruz. Söz buraya gelmişken, halk nezdinde kolayca itibar gören, yüzeysel ve yaygın bir anlayışa da kısaca değinmek istiyoruz. Deprem gibi doğadan gelen afetleri Allah’ın cezalandırması (helak) olarak yorumlamak isabetli değildir. Bazı kavimlerin helaki belki depremle olmuşsa da, her deprem bir topluluğun helaki değildir. Her türlü doğal ve doğal olmayan afetlerden, salgın hastalıklardan v.b. kendimiz için ders çıkartmak gerekli olmakla birlikte, her musibet birilerinin helaki olarak değerlendirilemez.

Son olarak belirtelim ki, Allah Teala geçmişte olduğu gibi bugün de bir kavmi (hatta dünyanın tamamını) helak etmekten çekinmez. Helak olmuş sabık kavimlere gökler ağlamamıştı (44/Duhan, 29), bugün helak olacak herhangi bir kavme de gökler ağlamayacaktır. Ve bilmeliyiz ki bugünün kafirleri de geçmişin kafirlerinden daha değerli değildir. (54/Kamer, 43). Gerçek iman sahipleri ise her zaman felahtadırlar.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *