Sadâ-yı Îkâz

Sadâ-yı Îkâz

Tarihin şahitliğiyle görülen o ki, şimdiki halimiz, yüz yıl önceki halimizden kötü görünmekte. Eğer tarihin ders verici, terbiye ediciliği dikkate alınmaz ise yüz yıl sonramız da bugünümüzden daha iyi olmayacaktır.

Yakup Döğer

Hangi dinin, hangi coğrafyanın, hangi ırkın insanları olursa olsun, yaşadıkları zaman ve mekân düzleminde sıkıntılı ve zahmetli bir döneme girdiklerinde, toplumun aklı başında olanları, bilenleri, ilim ehli, insanlarını uyarmak, yanlışlarını düzeltmek, bildikleri doğru yola sevk etmek için çaba gösterirler, göstermelidirler.

Müslümanlık tarihine baktığımızda, son iki yüzyıllık dönemde İslam Aleminin büyük buhranlara girdiği, başlarına gelen musibetlerden bir türlü kurtulamadıklarını görmekteyiz. Yaşanan bela ve musibetlerden yaşadığımız dönemde de kurtulup felaha erdiği söylenemez. Kurtulup felaha erdiği söylenemeyeceği gibi, siyasi, içtimai, itikadi, ameli, fikri bakımdan daha da büyük sıkıntıların içine yuvarlandığı, ihtilafların Müslümanlık arasında hat safhada yer bulduğu, yaşadığımız en acı gerçektir. Bugünlerde de Müslümanlar için “Sadâ-yı İkaz” şart olmuştur.

Osmanlı, özellikle II. Meşrutiyet döneminden sonra İttihatçı zihniyetin iktidarında, devlet ve toplum olarak önüne geçilemez bir hızla çöküşe yuvarlanmış, Batılı olmak sevdası, öncelikle siyaseten ve ahlaken Müslüman ahaliyi her alanda haram mecralara sürüklemiştir. Bu dönemde yaşayan Halil Efendi, yaşadığı toplumda görüp şahit olduklarına, siyasi ve ahlaki buhrana karşı, insanlarını uyarmak istemiş ve seda ederek ikazda bulunmuştur. Halil Efendi özellikle yaşanan ahlaki çöküntüden, iktidar yalakalığından, ulemanın sessizliğinden şikâyetçidir.

“Müslümanlar!

İslamiyet ifrat ve tefritten münezzehtir. Bağlılık İslamiyet’tendir. Fakat taassup değil. Samimiyet İslamiyet’te vardır fakat hakirlik ve zafiyet yok. Bizim ise bir kısmımız dinden olmayan şeyleri, dinin esas emri gibi itikad etmiş, bir kısmımızda İslamiyet’e ehemmiyet vermeyerek sapıtmış gitmiş. Ümmetin içinde vasat olanlar ne kadar az!”

İslam her türlü aşırılıktan uzaktır. Allah Müslüman kullarını orta yolu tutmaları hususunda uyarmaktadır. Samimi olmakla zafiyet sahibi olmak başka şeylerdir. Halil Efendinin yaşadığı dönem, her şeyin birbirine girdiği dönemdir. Bir yanda Müslüman ahali, diğer yanda laik seküler Batıcı iktidar. Tarihsel süreçte yaşanan toplumsal dönüşümler, İslam’a karışan İslam dışı kültürler, adetlerin ibadet, ibadetlerin adet olduğu sonuç ortaya çıkarmıştır. Halkın büyük kısmı, İslam’dan olmayan amelleri dinin emri gibi yaşamaya başlamış, İslam’ın özüne ait amellere ise önem vermeyip sıradanlaştırmıştır. Halil Efendi’nin kendi döneminde yazıp sesini yükselttiği ne varsa, bugün aynısıyla yaşanmaktadır.

Halil Efendi üzgündür! Kalbinde olanları avazı çıktığı kadar duyurmaya çalışır.

“Müslümanlar!

Görüyor muyuz ki: Alemi İslam bugün Allah’ın lanet ettiği atalete dalmış. Hele ahlaksızlık halkımızın üzerine çökmüş kalmış. Alemi İslam’ın ne zenginin de hamiyet, ne fakirinde gayret, ne halkında adalet, uyuşukluktan utanma, ne ulemasında hukuk, ne cahillerinde hakikat arayışı, ne hükümetlerinde nizam, ne hayatlarında intizam var. Her tarafta bir hiçlik almış başını gidiyor. Hukukiliği ahmaklık, atıp tutmayı güzel konuşma, yalakalığı sadakat, izzeti nefsi gurur, zilleti mutluluk, lakaytlıkla iş beter sanıyoruz. Hakikatten ziyade hayale kanıyoruz, şarlatanlığa pek aldanıyoruz.”

Batılı olmak istediği, öncelikle fen ve teknolojide Batıyı taklit etmek üzerine seslendirilmeye başlamıştır. Fakat İttihatçı zihniyetin politikaları ve olup bitecekleri kestiremeyen Müslüman öncülerin zafiyeti sonucunda, değişim ve dönüşüm kültürel alanda gerçekleşmiş, Batıdan fen ve teknoloji gelmemiştir ama Batıya ait ne kadar ahlaksızlık, insani çürüme var ise, Müslüman memleketlerine akın akın gelmiştir. Ahlaksızlık halkın karakteri haline gelmiş, varlıklılar dünyevileşirken, fakirlerde gayret bitmiş, insanlar arasında adalet ve utanma duygusu kalkmıştır. Uleması aydını iktidara yanaşmış, düzende nizam intizam kalkmıştır.

Halil Efendi yaşadığı dönemden bakarak adeta bugünleri anlatmaktadır. Yaşadığımız zaman diliminde de, toplumun durumu Halil Efendinin tasvir ettiğinden farksızdır. Toplumda dine karşı olan lakaytlık, ahlaksızlığı getirmiş, dinin müdahale etmediği bir ahlak anlayışı insanlardan teveccüh görmektedir. Utanma duygusu kalkmış, haramlarla yaşamak hayat tarzı haline gelmiş, hak hukuk, adalet, gayret, sevgi saygı sadakat unutulmuştur. Siyasi düzende nizam intizam kalmamış, zenginler daha zenginleşirken, fakirlik milletin yakasına yapışmıştır. Siyasetçilerin aldatan popülist söylemleri, toplum tarafından alkışlanırken, bugün söylediğini yarın yalanlayan politikacılar el üstünde tutulmaktadır. Millet, görünür hakikatten ziyade, gizli niyetlerin, dünyevi hayallerin peşine takılmış, şarlatanlık almış başını gitmiştir.

Mülkün esası adalettir

“Müslümanlar!

İslamiyet gösteriyor ki: Mülkün esası adalettir. Milleti batıran atalettir. Halkı berbat eden cehalettir. Yalancılığın sonu mahcubiyettir. Milletin kıyamı doğruluktan dürüstlükten ayrılmamaktadır.”

Halil Efendi, zamanlar ve mekânlar üstü sözler eder. Kendi döneminde terk edilen, günümüzde ise hiç akla gelmeyen, göz ardı edilen adaletin önemine işaret eder. Müellif, adaletin esasının İslamiyet olduğuna dikkat çekerek, mülke zeval gelmemesi için, İslam’ın adaletinin cari, adalet tanımının İslamiyet’e göre olması gerektiğini ifade eder. Dikkat çekilen bu husus günümüz için çok anlamlıdır. Zira her dünya görüşünün, her ideolojinin, her siyasi organizasyonun, daha da ilerisi, her ferdin kendine göre bir adalet tanımı, adalet anlayışı almış başını gitmiştir. Politik arena yalancılığın er meydanına dönmüş, kim ne yalan söylerse söylesin, hiçbir zaman mahcubiyet duymamaktadır.

Milletin sefaletine de değinen Hali Efendi, eğer bir millet ayağa kalkmak istiyorsa, doğruluktan ve dürüstlükten ayılmamalıdır. Bu doğruluk ve dürüstlük öncelikle Allah’a karşı olmalı, sonra yaşam tarzı haline gelmelidir. Doğruluktan ve dürüstlükten ayrılanlar, öncelikle Allah’a karşı gelmiş olacaklarından dolayı, hiçbir zaman felaha eremeyecekledir.

Halil Efendi dönemin eğitim sistemine de değinir.

“Müslümanlar!

Mekteplerimizde ciğerparelerimize okuttuğumuz Fransızca kitaplar, Fransızların vatanına muhabbet ettirmek için yaptıkları kitaplar olduğu gibi, Türkçe kıraatlerimizde de olduğu gibi, geçmişimizin büyük kısmının hal ve durumlarının tarihini anlatmaktan ziyade yabancılarınki ile doldurulmuş. Dünyanın her köşesinde dinin serbest olduğu şu asırda, yabancı memleketlerdeki büyüklerimiz bile Müslümanlara hor bakmak, Müslümandan kaçmak ve daha neler neler ki, şimdiki bizlere mahsus aptallıklardandır. Mağlubiyetimizden ders alarak dinimize sarılmak icab ederken, milletten milliyetten uzaklaşmaya kalkışmak, sırf acı olduğu için doğruya yönelmemek ve kendisini dev aynasında görmek… Gazete ilanlarıyla yüz bin gülünç yalanlar savurarak gazeteciliğe itibar vermeye çalışmak… Nefsine tabi olanlara yardakçılık etmek, milleti parlak fikirlere saptırmak gibi kötü niyetlerde bulunmak yine ancak bizlerde bulunur ahvaldendir.”

Müellifin yaşadığı dönem, İngilizlerin, Fransızların Müslüman halkın mezarını kazmaya, toptan yeryüzünden silmeye çalıştıkları dönemdir. Fakat ilginçtir ki eğitim kurumlarında Fransızca kitaplar okutulmakta, Fransız kültürü yaşam tarzı Müslüman ahaliye transfer edilmeye çalışılmaktadır. Bu böyle olduğu gibi, Türkçe okutulan kitapları da yabancı müellifler yazmakta, tarih bilgisi onların yorumlarıyla öğretilmektedir. Aşağılık duygusuna kapılan Müslümanlar aydınlar ‘Müslümanım’ demekten çekinmektedir.

Heyhat ki! Bugünün dünden farkı yok! Eğitimimiz, hukukumuz, siyasetimiz, iktisadımız, içtimai yapımız, dünya görüşümüz, yaşam tarzımız, yerinden yurdundan edilmeye çalışılan aile kurumumuz, o günlerde olduğu gibi bu günlerde de Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman sistemlerine göre düzenlenmekte, yavrularımız, insanımız ifsat edilmektedir. Müslüman aydın entelektüeller, Batı kültürü karşısında ezilmişlik duygusuyla dinin muhkem emirlerini eğip bükmekte, yorum merkezli yaklaşımlarıyla İslam’ı Protestan şekle sokmak girişimlerinden geri durmamaktadır. Allah ve İslam düşmanları kızmasın, gücenmesin onlara şirin gözükelim, maslahata (!) uygun davranalım diyerek kâfire kâfir, zalime zalim, haine hain, fasığa fasık, taguta tagut, mücrime mücrim, bozguncuya bozguncu demekten çekinir olmuştur.

Dinimize sarılmak icab ederken…

Müslümanlık düşüncesinin tarihi büyük yanılgısına işaret eden müellif, felahı başka yerlerde arayanlara seslenir. Mağlubiyetlerimizden ders alıp, dinimize sarılmak gerekirken, Avrupalı gibi olmaya çalışmak, tarihi hata olmuştur ve bu hata İslam Aleminin zevalini getirmiştir. Dinden uzaklaşmayı sorun olarak görmeyen dönemin Müslüman aydınları, peşinden sürükledikleri halkı helake götürmüş, dönemin politik aktörleri, dinin kurtuluş için fayda sağlamadığı kanaatine varmıştır.

Osmanlı modernleşmesi sürecinde, Avrupa’nın gerisinde kalmanın nedenleri tartışılırken, III. Selim’e kadar esas sorunun, devletin ve toplumun İslam’dan uzaklaşması olarak tartışıldığı görülmektedir. Daha sonraları Osmanlı aydınlarının Batıya çeşitli görevlerle gitmiş, coğrafyanın çeşitli yerlerini gezmiştir. Bu aydınların Batı burjuvası ile tanışmaları, Batının politik figürlerini görmeleri, oranın yaşam tarzına meyil etmeleri sonucunda, sorunun dinden uzaklaşmak değil, Batıyı taklit etmemek olduğuna kanaat getirilmiştir. Avrupa’da bulunduktan sonra yurda dönen bu entelektüellerin ilk talepleri Batı medeniyetini taklit etmek ve Batı tipi parlamenter sisteme geçmek olmuştur.

Çeşitli entrikalarla, askeri ve politik kulislerle bu hedeflerini gerçekleştirmeye çalışan Batı müptelası aydınlar, toplumdan temsil gücü yüksek ulemadan bir kısmını da yanına çekmeyi başarmıştır. Döndükleri memleketlerinde ağızlarını doldura doldura kâfirlere olan hayranlıklarını anlatanlar, uzun soluklu çalışmaları sonucunda hedeflerine ulamıştır. Artık sonular tartışılırken, Din-i İslam’ın terki bir mesele olarak ele alınmamıştır.

Bugünde böyledir. Hangi kesimden olursa olsun, medyatik aydınlar siyasi, askeri, iktisadi, hukuki, içtimai, eğitim, ferdi vb. meseleleri tartışırken, hiçbirisi Din-i İslam ile ilişki kurmamaktadır. Allah ile peygamber ile ashab ile bir hesap tutmayı gündeme getirmemektedir. Nefsine tabi olanlara yardakçılık etmekte, milleti ifsat edecek düşünceleri, fikirleri yaymak için alabildiğine gayret göstermektedir. Dünyayı saran salgın hastalıklarda, meydana gelen deprem sel gibi afetlerde, yaşanılan iktisadi bunalımda, artan sıkıntılarda… Ama akla gelebilecek hiçbir olumsuzlukta Allah (cc) ve Din-i İslam yoktur. Din, politik aktörlerin dilinde gerektiğinde kullanılabilecek bir malzeme olarak görülmektedir.

Hamileriniz haramilerinizdir

“Müslümanlar!

Siz her tarafta mazlum, her tarafta ayaklar altında, her tarafta hamiyetsizsiniz. Çünkü sizin hamileriniz haramilerinizdir. Haktan yana olmazsanız, hak edemezsiniz, şikâyete gidemezsiniz. Hiç kimseden yardım, hiçbir fertten adalet talep edemezsiniz.”

1908 İhtilaliyle iktidarı ele geçiren zihniyetin siyasi ve askeri politikaları ve birde bunun üstüne dönemin ulema sınıfının basiretsizliği, bütün İslam Alemini büyük buhranın eşiğine sürüklemiş, dünya Müslümanları emperyalist zalimlerin ayakları altında ezilmiştir. Hiçbir yerde koruyanları gözetenleri kalmamıştır. Katliamlar, işgaller, sürgünler, askeri siyasi ve iktisadi saldırılar, yokluk milletin yakasına yapışmıştır.

Peki neden?

Halil Efendi, zaman ve mekân üstü teşhiste bulunur. Kendilerini korumak kollamak, sahip çıkmak için iktidara gelenler, bizzat haramilerin kendileridir. Zira millet haktan kopmuş, Allah korkusu kalplerden kalkmış Dini-i İslam hayatı düzenleyici olmaktan çıkmıştır. Bu sebepten Haktan yana olmak ortadan kalkmış, dolayısıyla hak etmek, hakkı talep etmek hakkı yitirilmiştir. “Neye layıksanız öyle idare olunursunuz” diyen Hz. Peygamber’in (sav) sözü yerini bulmuştur.

Hamileri kendi haramileri olanlar, nasıl adalet talebinde bulunacak, hak hukuk arayışları nasıl sonuçlanacaktır? Modern haramilere karşı nasıl tavır alınacak, Müslümanlık haktan, dinden, peygamberden uzak duranlara karşı nasıl bir izzetli duruş sergileyecektir? Kat’i naslar yol belirleyiciliğini yitirdiğinde, kurucu kavramlar yeni yorumlarla muğlaklaştırılarak yerinden yurdundan edildiğinde, Müslümanca bir dünya nasıl inşa edilecek? Haktan ve dinden uzaklaşmış, hevasına tabi olmuş siyasi aktörlerin yol şaşırtan popülist söylemlerine karşı, nasıl dirayetli ve ferasetli yol haritaları çizilecek?

Daha onlarcası sıralanabilecek olan bu türden can yakan sorular, aklı başında Müslüman düşünürler tarafından acilen çözüme kavuşturulmalıdır. Tarihin şahitliğiyle görülen o ki, şimdiki halimiz, yüz yıl önceki halimizden kötü görünmekte. Eğer tarihin ders verici, terbiye ediciliği dikkate alınmaz ise, korkulur ki, Allah dünyaya ömür verirse yüz yıl sonramız da bugünümüzden daha iyi olmayacaktır.

Makale kaynağı: İslam Dünyası, Halil Efendi, Sadâ-yı Îkâz, sayı 5, sayfa 70-73, 25 Nisan 1329- 8 Mayıs 1913

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *