Mütref kavramı

Mütref kavramı

Mütrefin en belirgin özelliği, günahların en büyüğü olan şirk üzerinde ısrarcı oluşları, (Vakıa 56/46), ölüp de toprak olduktan sonra yeniden dirilmeyi de imkânsız görmeleridir. (Vakıa 56/47)

MÜTREF

Bir Kur’an terimi olan mütref, ‘te-ri-fe’ fiilinin ismi mef’ulüdür. Te-ri-fe fiilinin kök anlamı, nebatın suyu çok olmak, rahat, refah ve bolluk içinde yaşamaktır. ‘Etrafe’ nimet ve bolluk yanında, azdırmak, azgınlıkta ısrarcı olmak anlamına gelmektedir. ‘et-Terefu’ konfor, rahat yaşayış, dertsizlik-tasasızlığı ifade eder. Nimet ve güzel-hoş yemeğe terfe (et-terfetu) denmektedir. Et-Terifu kelimesiyle, nimet ve bolluk içinde yaşayanlar kastedilmektedir. Mütref (el-mutrafu) kelimesinin bünyesinde hem sorumsuz, rahat yaşayan hem de cebbar, zorbalık anlamı bulunmaktadır.

Kur’an’ın sosyal-siyasî içerikli terimlerinden olan mele kelimesiyle mütref aynı anlam haritası üzerinde bulunmaktadır. Nuh’tan sonra gönderilen bir Elçi, kavmini tevhide davet ettiğinde -bütün risaletlerin adeta hiç değişmez yasası olarak- ilk itiraz kavminin önde gelenlerinden (mele) yükselmiştir: Bu elçi, aynen sizin-bizim gibi bir beşerdir! Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor! Bizden hiçbir farkı olmayan bu adama ne diye tabi olacağız?! (Mü’minun 23/33) Toplumun ‘göz dolduran’, her meslekten temayüz etmiş nüfuzlu kesimi demek olan bu mele zümresini daha iyi kavramamız için ayet -deyim yerindeyse- bir ‘ipucu’ daha vermektedir: Bunlar aynı zamanda (Allah’ın lisanıyla) “kendilerine dünya hayatında refah/bolluk verdiklerimiz” cümlesindendir. Kısacası mütref olmadan mele olunamaz. Mele de mütref için ayrılmaz vasıftır. İkisi birbirinin lazım-ı gayr-ı mufarıkıdır.

Nuh’tan sonraki bir Rasulün kavmiyle ilgili bu bilgilendirmeden on ayet öncesinde Nuh (a.s)’ın kavmiyle ilişki biçimleri neredeyse tıpkısının aynısı olarak aktarılmaktadır. Elçi Nuh’a takınılan tutumdan bahseden pasaja baktığımızda, Nuh’a ilk tepkiyi koyanların yine mele zümresi olduğunu görmekteyiz. Zımnen bunların mütref oldukları da kolaylıkla anlaşılmaktadır. (23/Mü’minun, 23-24). Her iki kavmin ortak özellikleri bulunmaktadır, bunlar: Küfür, ahiretteki buluşmayı yalanlama, elçinin değerini sıfırlama gibi tepkilerdir.

Kur’an, toplumların iyi yönde değişmesinin ve kötü yönde bozulma/çürümenin faili olarak insanı göstermektedir. Toplumun kaderine insanın kendisi damga vurmaktadır. İlahi irade insanın meşîetine göre tecelli etmektedir. ‘İnsan’ derken de kastedilen elbette sıradan insan değil, toplumlara yön verme gücüne haiz, ‘özellikli’ insanlardır. Bu ‘özellikler’ iman cenahında marufu emredip, münkerden nehyeden, insanları hayra çağıran, inisiyatif sahibi, kötülüklerle mücadelede elini taşın altına koyan duyarlı insanlar iken, küfür cephesinde ise bozulmayı bizzat başlatan, sürdüren, koruyan ve kollayan bozgunculardır. Bunların mele ve mütref zümresi olduğu izahtan beridir.

Kur’an bu toplumsal değişim yasasını şöyle temellendirmektedir: Bir ülkenin helaki, toplumun şımarık/azgın, varlıklı kesimlerinden başlamaktadır. Bunlar mütref denilen kimselerdir. Allah Teala “bir ülkeyi helak etmek istediğimizde” diye söze başlamakta, ülkenin helakine aslında bizzat toplumun kendisi (önde gelenler: mütref) sebep olduğunu açıklamasına rağmen, özne insan değil de Allah’ın kendisiymiş gibi sürdürmektedir. (İsra 17/16) Fakat ayet aslında kötü yönde değişmeyi (bozulmayı) çok sarih biçimde anlatmaktadır: Allah tarafından ‘emir’ toplumun mütref takımına gitmekte, çürüme mütreften başlamaktadır. Yalnız bu ‘emretmeyi’ iyi anlamak gerekir. Bu, düz, cebriyeci bir mantıkla anlaşılamaz. Mütrefin ‘aldığı’ emir “size emrediyorum, haydi bozulun ve bozun!” şeklinde bir yaptırım değildir. Allah Teala ümmetlere marufu emretmektedir fakat fısk ehli (mütref-mele) maruf emrini -nefislerindeki şeytani dürtüler gereği- adeta münker emredilmiş gibi anlamaktadırlar, işlerine öyle gelmektedir. Mütrefin zihin yapısı hakkı batıl, batılı da hak olarak algılamaya yapılandırılmış vaziyettedir. Nefislerinde maruf münkerin, münker de marufun yerine oturtulmuş durumdadır. Allah, kendilerine kendi toplumlarından, en iyi bildikleri bir kabile, en yakından tanıdıkları soy-soptan bir kişiyi elçi olarak seçiyor fakat mele-mütref kesimi, “bunun bizden hiçbir farkı yok, biz buna hangi gerekçeyle sözünü tutup itaat edeceğiz?!” diyerek, Allah’ın tensip buyurduğu elçiliği inat, küfür, zıtlaşma ve Allah’a meydan okuma fırsatına(!) dönüştürmektedirler. Mesela Allah onlara, “mallarınızdan fakire bir pay ayırdım, hakkı hak sahibine verin!” buyurduğunda, bu onlarda, “Allah’ın dilediğinde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracakmışız; bu malı ben kendi maharetimle kazandım” tekebbür, müstağnilik ve nankörlüğüne dönüşmektedir. Kendilerine Allah’ın lütfettiği malı Allah yolunda değil, şeytan yolunda, israf, fuhuş, azgınlık, fahşa ve münkerin legalleşip, ülkenin tamamına sirayet etmesi uğrunda harcamaktadırlar.

Ayetin (İsra 17/16) bildirdiğine göre, Allah’ın emrine rağmen mütref zümresi ülkede fısk işler. Böylece artık o topluma Allah’ın azap sözü hak olur ve Allah da onlara hak ettikleri helaki yaşatır. Buna göre bozulma/ifsadın öznesi insandır, suç tamamen -mütref gibi belirli bir zümreyle başlasa da- toplumun kendisine aittir. Allah ise, her şey kendi elinde olan, hayata ve ölüme hükmeden, mülkün sahibi, eşi ve ortağı olmayan yegâne otorite olarak, ıslahı olduğu gibi, helaki de -insanın iradesi doğrultusunda- yaratandır. 

Bir toplumu helake neden zengin mütref zümresi sürüklemektedir? Çünkü toplumlara yön veren varlıklı ve nüfuz sahibi kesimlerdir. Herhalde tarih, köle ve yiyecek ekmeği bile olmayan fakir kesimlerin topluma egemen olup, zengin/varlıklı, insan sayısı bakımından da geniş kabilelere mensup kesimleri baskı ve tahakküm altında tuttuğu bir toplum örneğini kaydetmiş değildir. Bütün toplumların yapılanmasında sermaye belki de ilk faktördür. Sermayenin hemen yanı başında siyasi ve askeri güç, ardından ticaret, sanat, ilim ve din sınıfı v.d. gelmektedir. Bu yapılanmanın belki istisnası kuşkusuz Rasullerin öncülüğünde kurulan İslam toplumlarıdır. Sermaye İslam toplumunda da ihtiyaçsa da, sermayenin topluma hükmeden bir ‘devlet’e dönüşmesi yerine, İslam toplumunun hizmetine girmesi istenmektedir.

Toplumsal çürümenin yasasından bahseden ayete (İsra 17/16) göre bozulmayı mütref zümresinin fısk fiilleri başlatmaktadır. Fısk, meyvenin kabuğundan ayrılması anlamı üzerinden, kendi din’i geçmişinden kopan, geçmişine sırt çeviren insanlara gönderme yapılmaktadır. Terim olarak hak yoldan çıkmak, günah işlemek demektir. Rağıb el-İsfahanî fısk teriminin küfürden daha geniş anlamı olduğunu belirtmektedir. İsfahanî şunu da eklemektedir: Fısk günahın azıyla da çoğuyla da meydana gelirse de, çoğuyla meydana gelmesi daha fazla malumdur. Fasık (bir nevi mürted gibi) Şerîatın hükümlerine bağlanıp, ikrar ettikten sonra onların tümünü veya bir kısmını çiğneyen kimsedir. Demek ki İsra suresinin 16. ayeti, ilk başta dini ikrar edip, hükümlerine tutunan, sonra terk eden insanlardan bahsetmektedir. Yani bunlar ‘dinsiz’ (ateist v.b.) değil, ‘dinli’ toplumlardır. Mütref zümresi ‘dindar’ kesimlerde zuhur etmektedir.

Toplumun bozulmasını mütreften başlatan ayeti kerimeyi cebriyeci bir okumaya tâbi tutarak, Allah tarafından belli bir zümreye günahların ‘takdîri ilahî’ olarak işletilmesi şeklinde anlamak isabetli olmaz. Allah Teala bir topluma, sırf bunu yerine getiremesinler ben de onları helak edeyim diye emretmekten de münezzehtir. Allah’ın emrettikleri, başta Elçinin kendisi olmak üzere, iman edenleri de kapsayan bütün insanlaradır. Allah’ın buyrukları müminlerin imanını ziyadeleştirirken, kafirlerin küfrünü, fasıkların fıskını artırmaktadır. Dolayısıyla zengin şımarıkları fıska sürükleyen emirlerde -haşa- bir arıza yoktur, bu emirler mutlak surette makul ve insanın fıtratına tamamen uygun, vüs’ati ile doğru orantılıdırlar. Arıza, mütrefin hikmeti yitirmesindedir.

Mütref sınıfının her çağda hiç değişmeyen tutumu şu olmuştur: Her toplumun mütrefi, elçilerinin kendisiyle gönderildiği şeyin kafiri olduklarını açıkça ilan etmişlerdir. (Sebe 34/34) Küfür ve kafir teriminin tanrı tanımazlık olmadığını ise burada bir kere daha hatırlamak yerinde olacaktır. Toplumları yönlendiren kafir mele-mütref sınıfı kendilerini nebilerden daha ‘dindar’ saymışlardır. Bu bugün de değişmemiş bir kuraldır.

Mütref sınıfı kafirlikte atalarının sünnetine tabidirler. (Zuhruf 43/23) Ataların ‘aziz hatırası’ndan bir küfür kalesi inşa edip, oradan nebilere ve beraberindeki müminlere silah doğrultmaktadırlar. Atalarına olan teveccühleri, ihtiyaç duydukları küfür ve ahlaksızlık gerekçelerini onların mirasında bolca bulmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa aynı kavimlerin Nuh, Hud, Lut, Salih, İbrahim, Yakub, Yusuf, Musa gibi ataları da vardı ve bu atalar mütref sınıfı için bir değer ifade etmiyordu. Servet, nüfuz, şöhret ve iktidar gibi sözde değerleri adı geçen atalara isnat edemiyorlardı. Nitekim elçileri kendilerine, atalarını üzerinde buldukları (aşağılık) yaşam biçiminden daha doğru olanı getirmişse, ne diyeceklerini sorduğunda, hiçbir ahlaki-vicdani kaygı gözetmeden ve gerçek karakterlerini ortaya koyarak, “biz sizin gönderildiğiniz şeyin kafiriyiz” cevabını vermişlerdir. (Zuhruf 43/24)

Mütrefin en belirgin özelliği, günahların en büyüğü olan şirk üzerinde ısrarcı oluşları, (Vakıa 56/46), ölüp de toprak olduktan sonra yeniden dirilmeyi de imkânsız görmeleridir. (Vakıa 56/47)

Mütref denilen varlıklı ve nüfuzlu ‘azgın azınlığa’ bir gün (ahirette) bu bozgunculuklarının ve fısklarının hesabı sorulacaktır (Enbiya 21/13) ama önemli olan, toplumun geri kalan büyük çoğunluğunun böyle bir hesap sorma işinde bir rol üstlenip üstlenmediğidir. Çünkü bir toplumun helak edilmesinin baş aktörleri mütref takımı ise, diğer yardımcı aktörler de toplumun geri kalan kesimidir. Toplumun ‘mütref’ sayılmayan kesimi, helak sürecinde hiçbir rollerinin olmadığını zannetseler de, en azından figüran oldukları kesindir. Mütref için tırnak içinde ‘azgın azınlık’ dememiz, bu nitelemeyi mutlak değil, görece olarak kabul ettiğimizdendir. Zira ‘azgın azınlık’ nitelemesi, diğer sayısal çoğunluğun azgın olmadığı anlamına gelmemektedir. Kur’an’ın Karun tiplemesinde dikkatlerimize sunduğu gibi, esasında mütref olmayan kitleler de mütref azgınların yerinde olmaya can atmakta, sadece kalkamadıkları için oturmaktadırlar.

Kur’an, geçmiş kavimlerin helak edilmelerinin bir sebebi olarak, sözü edilen azgın şımarık servet, iktidar ve nüfuz sahiplerinin fesatlarına -çok az kişi dışında- karşı çıkmadıklarını bildirmektedir. Zulmedenler mütrefler gibi olmanın peşine düşmüşlerdir. (Hud 11/116) Ayetten, mütref sınıfının azgın bir teref hayatının peşine düştüğü anlaşılabileceği gibi, ‘masum’ zannedilen kitlelerin, hayatlarına imrendikleri mütref sınıfına özenip, onlar gibi yaşamaya çalıştıkları, mücrimleri günahlardan engellemeye çalışmadıkları anlamını çıkarmak da mümkündür. Bu güruh her kimse, her iki durumda da mücrim/günahkâr olduklarına hükmedilmektedir. (Hud 11/116) Bu çok bariz bir durumdur: Geçmişte ve günümüzde servet, iktidar, sanat-spor, silahlı güçler, din adamlarından v.d. oluşan mütref takımı, ellerinde kendi sanat-hırfet, zenaat ve para-pullarından mamul uzun ‘sırıkları’ olduğu halde, gübre böceğinin sanatına benzer şekilde, hitap ettikleri kitleleri cehennem ateşine doğru yuvarlarken, bu güçlerin hiçbirine sahip olmayan büyük kesimler, olan biteni büyük bir beğeni ile izlemekte, sürece katılmakta, alkışlarıyla yapılan zulümlere akışkanlık kazandırmaktadırlar. Bunlara ek olarak asıl üzerinde durulması gereken, ‘din adamı’, ilim adamı gibi unvanlara sahip, ilimle-irfanla iştigal eden kimseler de tıpkı sıradan halk gibi, marufu emir münkerden nehiy görevini yapmamakta, ya iktidar sahiplerinin ve mütrefin gözüne girmeye çalışarak parsadan pay ummaktadırlar ya da selameti kenarda durmakta görmektedirler. Bu tutumlarıyla da Allah’ın, zulüm, teref ve cürüm tanımları (Hud 11/116) içerisine dahil olmaktadırlar.

Mütref zümresinin akıbeti cehennemdir. Çünkü onlar hayatlarında sadece cehennemi kazanmışlardır. Allah’ın af ve merhametine layık olmaya elverecek hiçbir amelleri olmamıştır. Allah mütref zümresini (ahirette veya dünyada) azapla yakalayıverdiği zaman feryat edecekler (Mü’minun 23/64) ama feryatları hiçbir işe yaramayacaktır. Ayette kafirlerin (ki Bedir’dekiler olduğu ileri sürülmüştür) yüksek sesle yardım isteyişlerini anlatmak için ce-e-ra filinin muzari sigası (yec-e-ru) kullanılmıştır. Ce-e-ra fiili sığırın yüksek sesle böğürmesi anlamına gelmektedir. Demek ki mütref sınıfı ahiret veya dünya azabıyla cezalandırıldığında böyle bir böğürme ile haykıracak ama bu, ondan azabı savmayacaktır.

Mütref mütref olalı 21. yy’ın bu yıllarındaki azgınlık noktasına gelmemiştir diyebiliriz. Tevhid mücadelesi mütrefin lehine olarak duraksamıştır. Teknoloji ve para, mütrefliği tarihte eşine rastlanmayacak biçimde azdırmaktadır. Zengin ülkelerin refah toplumu hedefi, Kur’an’ın ‘teref’ adını verdiği zenginlik azgınlığını kitlelere de sirayet ettirmiştir. Kapitalist medeniyetin azdırdığı insan nefsinin azgınlıkta sınır tanıyacağını umamayız. Azgın nefisleri sadece, yeryüzünde iktidarı elde edecek cevval bir İslam ümmetinin salatı ikame etmesi, zekâtı vermesi, marufu emredip münkeri yasaklaması ve işlerin akıbetinin Allah’a ait olduğu bilinç ve imanını yüceltmesi (Hac 22/41) durdurabilir. Hiçbir ‘sivil toplum’ etkinliğiyle, mevcut tuğyan/tağutluk rejimini besleyip azdırmaktan başka bir anlamı olmayan sistem içi ‘sivil’ salon etkinlikleriyle, sözüm ona demokratik tepkilerle, sistemden icazetli basın bildirisi, kınama v.b. etkinliklerle mütref azgınlığının önüne geçilemez. Tuğyan rejiminin yargı sisteminden mütref taşkınlığının önüne geçileceğini sanmak da bir başka mütrefliktir. Mütref hayat tarzının önüne sadece ve sadece İbrahim, Musa, İsa, Muhammed (sav) gibi aziz elçilerin izzetli tevhid mücadeleleri ayarında bir mücadele geçebilir; Allah’ın razı olduğu, insanın insana tapmadığı, insanın insan tarafından böcek gibi ezilmediği, insanın şeref, namus ve haysiyetinin ayaklar altına alınmadığı şerefli bir hayat kurulabilir.

Son olarak şu hususu bilhassa belirtmemiz gerekir: Biz müminler teref hayatından / mütreften şikâyet ederken, mütrefleştiğimizin farkına varmak istemiyor olabiliriz. Tıpkı başka inanç grupları gibi, parayla, teknolojiyle, makam ve mansıpla tanışan ‘Müslümanların’ da mütrefliğin bir ucundan tuttukları herkes tarafından gözlenmektedir. Unutulmamalıdır ki mütreflik dinî zümrelerin dışından değil, içinden doğmaktadır. Mütrefi dışarıda değil, içeride, burnumuzun dibinde aramamız belki cehennemden korunmamız ve insanlığa bir ‘Nuh gemisi’ yapmamız için gereklidir.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *