İslamcılar Meselelerini Hangi Zeminde Tartışıyor?

İslamcılar Meselelerini Hangi Zeminde Tartışıyor?

Yakup Döğer: “Eğer halen bugünlerde İslamcı olarak tanımlanan bir tarik ehli varsa ve kendilerini İslamcı olarak adlandırıyorlar ise, başlarını ellerinin arasına alıp yeniden düşünmelidir.”

İslamcılar Meselelerini Hangi Zeminde Tartışıyor?

Yakup Döğer

İslamcılık kavramının kullanılmasını doğru bulmamakla birlikte, meramımızı anlatmak babından zarurete binaen telaffuz etmek zorunda kalıyoruz. Bunu belirtirken başka bir şeyi daha ifade etmekte fayda vardır. O da, böyle bir başlık, muhteva olarak böyle kısa bir yazıya sığmayacak kadar mahiyeti bünyesinde barındırır. Amacımız, kısa da olsa bazı şeylerin yeniden düşünülmesini sağlamaya dönüktür.

İslamcılık serüveninin Müslüman modernleşmesi ile birlikte 19. yüzyılın sonlarına doğru teorik olarak ve hassaten siyasi talepleri önceleyen, yenilikçi-tecdidi bütüncül bir dönüşüm ve değişim fikri olarak zuhur ettiği söylenebilir. “Yenilikçi-tecdid” kelimesi çok önemlidir. Çünkü bu kelime ‘asla’ dönüşü ifade ederken, kaynaklara yöneliş talebini öncelemekte, asrı-saadet dışında yaklaşık bin iki yüz yıllık bir birikimi yok saymaktadır. Geçmişi karanlık bir mazi, geleceği kutsi bir hakikat olarak gören bu dünya görüşü, akla gelebilecek hiçbir şeyi dışarda bırakmadan asrı hazıra göre yeniden yorumlama ihtiyacı duymuştur.

İslamcılık teorik olarak 19. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış fakat pratik olarak ete kemiğe bürünmesi ise II. Meşrutiyet’in ilanıyla gerçekleşmiştir. 20. yüzyılın başlarında II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte pratik olarak ortaya çıkmasına sebep ise, dönemin İslamcılarının, her şeyden önce talep ettiği siyasi dönüşümün gerçekleşmiş olmasıdır. Zira ilk hasım ve hedef olarak belirledikleri istibdad-saltanat devrilmiş, hürriyeti (!) getiren Avrupai parlamenter sistem cari olmuştur. Aslında dönemin Müslüman muhalefetinin saltanat eleştirilerinde akıl edemediği (ya da bize öyle geliyor) devlete hukuki olarak meşruiyet sağlayan İslam’ın, saltanata meşruiyet sağlayan örfi hukukun etkisini yitirmesine neden olmasıdır. Burası ayrı bir münazara konusudur.

Bize öyle geliyor ki İslamcılığın, İslamcılar tarafından pek tartışılmadığı, belki de cesaret edemediği, İslamcılık açısından tartışılması gereken önemli bir meselesi vardır. Bu mesele İslamcılığın mevcut sorunlarına çözüm arayışlarını hangi zemin üzerinden yaptığıdır. İslamcılık kavramının kimler tarafından ortaya atıldığını ve mal bulmuş mağribi gibi nasıl sahiplenildiğinden bahsetmiyoruz bile. Bizim münazara etmek istediğimiz sadece İslamcılığın hangi tartışma zemininde sürdürüldüğüdür. Ya da daha anlaşılır bir ifadeyle, İslamcılar meselelerini hangi tartışma zemini üzerinden yapmıştır, yapmaktadır.

Bir dünya görüşünün zaman ve mekân düzleminde eylemde bulunabilmesi için olmazsa olmazı, belli ilkelerinin ve kavramlarının varlığı zaruretler cümlesindendir. İslamcıların da dünya görüşünün bir bütüncül olarak İslam’a atıf yaptığı adından bellidir. İslamcılık serüveni, din olarak İslam’ı referans almıştır. Dolayısıyla da İslam’ın ilke ve kavramlarına göre yeni bir değişim, dönüşüm için yaklaşık yüz elli yıldır tartışılmaktadır. Öyle görüyor ki, istikbalde de tartışılmaya devam edecektir.

İslamcılığın bir dünya görüşü olarak ortaya çıkmasındaki en büyük etkenin, Müslümanları kendi kendilerine yeterli görmemeye başlaması ve bu ruh halinin aşağılanma hissiyle buluşması olarak söylenebilir. Zira hemen hemen her alandaki yenilgiler, Avrupa’nın öncelikli olarak mekanik üstünlüğünün sağladığı felsefi psikolojik baskı, Müslüman dünyayı ait olduğu ilkesel ve kavramsal zeminden farklı bir zemine çekmiştir. Yani İslam Dinine mensup bir Müslümanın durduğu ya da durması gerektiği zeminden başka bir zemine kaymıştır. Bu zemin değişikliği ise İslamcıların kendilerinden kaynaklanan sorunları dinlerine mal etmelerine sebep olmuştur. Tartışmalar ve çözüm arayışları kendi geleneği içinde olması gereken kavramsal ve ilkesel çerçeveyi parçalayarak, pragmatist-faydacı zemine taşınmıştır. Bu taşınmanın gerekçesini de dinin mevcut haliyle çağa ayak uyduramaması ve geleneğin köhnemişliği oluşturmuştur.

Siyasal İslam meselesinin öncelikli ve çok konuşulan bir mesele olması, kendi doğası içinde var olanın yeniden zuhur etmesinden başka bir şey değildir. Bunun sebebi ise, Müslüman muhalefetin, sonraları adı İslamcı olan tayfanın ilk değişim taleplerinin siyasi olmasındandır. İslamcı tayfanın fikir babaları sayılan kişiler Avrupa görmüş, Avrupa’nın aristokrat kültürüyle tanışmış bir takım aydının ilk talep ettikleri parlamenter sistem olmuştur. I. Meşrutiyet’in ilanında bu aydınlar baş aktör olarak görev yapmıştır. Yani İslamcı cenahın ilk çıkış noktası siyasi talepler içermiş ve bu taleplerinin gerçekleşmesi en öncelikli hedefi olmuştur.

Dönemin Müslüman muhalefeti bu hedefe ulaşmak için, dinin kavramlarını asrı hazıranın şartlarında siyasi taleplerine meşruluk sağlamak için yeniden yorumlamak üzere, kendi geleneğinin dışına, bir bakıma ilkesel zeminden çıkarak pragmatist-faydacı zemine kaymakta bir beis görmemiştir. Faydacı zemine kayışla meseleleri çözme ve kadim geleneğin-usulün (yanlışıyla doğrusuyla) dışında hareket alanı kazanma girişimleri, o günlerden bu günlere, yaklaşık yüz elli yıldır değişmeden devam edegelmiştir. Faydacı zemine kayışın, İslamcı cenahın süreç içerisinde karakteri haline gelmesi, meseleleri çözmekten öte daha büyük sorunları da beraberinde getirdiği tartışmadan uzaktır.

Siyasi taleplere dönük beklentilerini karşılamak, bunun için de kavramsal-ilkesel çerçeveyi parçalamayı dahi göze alarak yaptıkları modern yorumlardan birkaç örnek verebiliriz. Bunun birisinin 19. Yüzyıl sonlarına doğru I. Meşrutiyet’in ilanı sırasında “Meşveret” kavramı üzerinden meşrutiyete dini bir kisve büründürmek üzere, kavramın kendine ait yerinden edilmesi, bunun içinde çeşitli girişimlerde bulunulduğunu söyleyebiliriz. Meşveret kavramının meşruti yönetim sistemine dayanak yapılmaya çalışılması, ilkesel zeminden faydacı zemine kayışısın en önemli misallerindendir.

İlan edilen meşrutiyet yönetim biçiminde parlamento meşveret meclisi olarak tanımlanmıştır ve parlamenter sistem içinde gayrimüslimlerin de meşveret meclisine dahil olup olamayacağı tartışmaların merkezinde yer almıştır. Ali İmran suresi 159. ayette yer alan “onlarla müşavere et” cümlesi etrafında tartışmalar yoğunlaşmış, “onlar” denilenlerin içinde gayrimüslimlerin de olup olamayacağı uzun tartışma konusu olmuştur. Sonuçta, siyasi talepleri önceleyen dönemin Avrupa meraklısı Müslüman mütefekkirleri (sonradan İslamcı denilecek olanlar), bu kavramının yorumunun içtihadi bir mesele olduğu üzerinde karar vermişlerdir. Bu gelişme, İslamcılık düşüncesinin kavramsal-ilkesel zeminden kayarak faydacı-pragmatist zemine kayışının ilk örneği olarak değerlendirilebilir.

19. yüzyılın başlarında başlayan bu zemin kayması, 20. yüzyılın başlarında II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çok daha geniş bir yelpazede kendisini göstermektedir. II. Meşrutiyet’in ilanı da İslamcı cenahın siyasi taleplerinin en başta yer almasının sonucudur. İstisnasız denebilecek şekilde dönemin bütün Müslüman mütefekkirlerinin ilk öncelikli meselesinin, siyasi yöndeki tercihleri olduğu söylenebilir. Dönemin İslamcı cenahının ortak düşüncesi, “İstibdad-saltanat yıkılsın, ama nasıl olursa olsun, kim yıkarsa yıksın” şeklindeki bir usulsüzlüğe dayandığı tartışmadan uzaktır. Dönemin mütefekkirlerinin, aydınlarının metinleri kısaca gözden geçirilse bile, bu tercihin değer yüklü kavramsal-ilkesel zeminden uzaklaşarak faydacı zemine kaydığını söylemek kesinlikle abartı değildir.

II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte geçilen parlamenter sistem, kendi kurgusal yapısından dolayı dinin esasına karşılık gelen birçok hukuki, siyasi ve içtimai ahkâma muhalif konumda durmaktadır. Dönemin İslamcıları bu muhalif durumu dinin kavramsal-ilkesel zemininde bertaraf edemeyeceklerinin farkındadır. Dinin kendisini ve dine ait kavramları ilkesel zeminden çıkararak, faydacı zemine taşımalarının zaruretini görmüştür. Bu faydacı tercih, dinin itikadi ve ameli kabullerini ihtiva eden değerleri-ilkeleri-kavramları, bir daha eski yerlerine geri dönemeyecek şekilde, kadim yerinden yurdundan etmiştir. İslamcıların siyasi tercihi olan parlamenter sistemi meşrulaştırmak için meşveret kavramı, hukuki yapıyı yeniden kurmak için ictihad kavramı, toplumsal düzenin modern anlamda yeniden inşası için müsavat-eşitlik kavramını, bireysel inşayı temin için hürriyet kavramını yeniden fakat pragmatist faydacı zeminde tartışmış, yorumlamış, karara bağlamıştır.

Faydacı tercihte bulunarak meselelerini sürekli pragmatist zeminde tartışmayı önceleyen yüzyıl önceki İslamcı zevat, yüzyıl sonra kendileri yerine gelecek olan seleflerine de vazgeçemeyecekleri bir usul geleneği miras bırakmıştır. İslamcı cenah, I. Meşrutiyet ve ardından II. Meşrutiyet’le pragmatist-faydacı zeminde sürdürdükleri tartışmalar, İslamcı cenahın geleneği halini almış, akılcı pragmatist zemin, kavramsal-ilkesel zemini ezmiştir.

19. yüzyılda I. Meşrutiyet ve 20. yüzyılda II. Meşrutiyet dönemlerinde, öncelik sırasını siyasi yönde kullanan İslamcı cenah, ilginçtir ki 21. yüzyılda da tercihlerinde öncelik sırasını aynı şekilde siyasi yönde kullanmıştır. Yüzyıl önce “istibdad gitsin de nasıl giderse gitsin” diyen İslamcıların söylemini, yüzyıl sonraki selefleri “baskıcı kemalizim gitsin de nasıl giderse gitsin” şeklinde sürdürmüştür. İki zaman içinde, görmezden gelinemeyecek, belki de fotokopik denebilecek benzerlikler tartışmadan uzaktır. 21. yüzyıl İslamcı cenahın da kavramsal-ilkesel zemin gibi bir dertlerinin olmadığı gözlemlenmektedir. Bu kez ele alınan kavramlar daha farklıdır ve bu kavramlar, içleri siyasi içerikler doldurularak yeniden yorumlanmıştır. Yüzyıl önce meşruti idareye duyulan teveccüh, yüzyıl sonra demokratik idareye teveccühe dönüşmüştür.

Çağımızın İslamcı cenahı ele aldığı kavramları, önceki fikir babaları gibi faydacı zemine taşıyarak tartışmaya başlamış, meselelerin çözümünü faydacı zeminde aramıştır. Bu kez İslamcıların öncelediği demokratik talepler, insan hakları, bireysel özgürlük, eşitlik, sosyal adalet gibi daha çok demokratik temelli kavramlar olarak kendisini göstermiştir. Bu demokratik temelli kavramlar arasına da ayrıca Medine Vesikası, şura ve maslahat kavramlarını da dahil etmeyi ihmal etmemiştir.

Çağımız İslamcı cenah da, kendisinden öncekilerin yaptığı gibi, Medine Vesikasını çoğulculuk üzerinden yeniden yorumlayarak demokratik yönetime, şura kavramından parlamentoya, maslahat kavramından ehveni şer’e, eşitlik üzerinden yeni bir toplum kurgusuna, sosyal adaletten paylaşımcılığa, faydacı zemin üzerinde manevra yaparak meşruiyet sağlamaya çalışmıştır, çalışmaktadır.

Konuyu fazla uzatmadan esas söylemek istediğimizi yeniden hatırlatmak isteriz. Eğer halen bugünlerde İslamcı olarak tanımlanan bir tarik ehli varsa ve kendilerini İslamcı olarak adlandırıyorlar ise, başlarını ellerinin arasına alıp yeniden düşünmelidir. Ve şöyle demelidir: “Biz meselelerimizi kavramsal-ilkesel zeminde mi tartışıyor çözüm arıyoruz, yoksa pragmatist-faydacı zeminde mi?” Kanaatimizce bu sorunun samimi cevabı gelecek günler için hayati öneme haizdir. İslamcılığın yeni fikirler üreterek sürekli yükseldiği gibi söylemler yeniden gözden geçirilmelidir. Mesela, “Demokrasi ile despotizm arasında tercih yapmak akli ve ahlaki bir gerekliliktir” gibi dışlayıcı ve çok iddialı ifadeler ne kadar ahlakidir ve doğrudur?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Faruk saban
    25 Haziran 2020, 12:02

    Bir müslümanın müslümanlığı önemlidir,Müslümanın islâmcılığı neye göre kime göre bu yaklaşım yada niteleme sağlık değildir,Müslüman insan geçmişten örnek almalı medine dönemi yada medine vesikası…
    Daha sonra Endülüs modeli ve Osmanlı düşünceyi serbest bırakacak ve inanç konusunda insan iradesini baskılamıyacak bir anlayışla müslümanca doğal hayatta nasıl yaşanır?Şatibi yaklaşımı ile maksatları bilmek ve ona göre meşru davranış üretim hukuk modelleri ortaya koyabilmek ve asla ideolojik bir bağlama kaymadan ayakta kalmak farklı tecrübelerden faydalanarak hayatı yaşanabilir kılmak için gayret göstermeye belki yine yorumda geçtiği anlamda faydacılığı da göz ardı etmemek esas olmalı hem dünyevî hem uhrevî açıdan fayda kavramını da gözardı etmemektir

    REPLY