İslamcılık düşüncesinin öncüleri niçin âlimlerimiz değil?

İslamcılık düşüncesinin öncüleri niçin âlimlerimiz değil?

Biz yaşadığımız toprakları sahiplenmek ile reddetmek arasında darülharp ve darülislam, Cuma namazının sahihliği konuları arasında sıkışmışken;  Seyyid Kutup köktenci bir tavırla topyekûn bir reddi teklif ediyordu.

İslamcılık düşüncesinin öncüleri niçin âlimlerimiz değil?

Kâmil Yeşil / Dünya Bizim

İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’nin bu topraklara ait ilim adamları bağlamında tartışılıp değerlendirilmemesini, buna karşılık Mısır, Hindistan, Pakistan, İran, Suriye, Ürdün gibi İslam ülkelerinde ortaya çıkıp faaliyet gösteren ilim adamı, cemaat ve aktivistlerin izlenmesini tenkit eder ve şöyle der:

“Bizi doğrudan etkileyen nerede ise evrensel bir kriz döneminde İslamcılık gibi krizler içinde doğmuş kritik bir meseleyi Türkiye merkezli olarak konuşup tartışmak, bu topraklarda yaşayan bizler için fikrî ve ilmî bir çabadan öte, ahlâkî bir mecburiyet, bir entelektüel vazife olarak önümüzde durmaktadır. Neredeyse herkesin uzaklaşmak istediği ‘Türkiye merkezli olarak konuşmak’ üzerine de bir miktar durmak lazım. Çünkü 1924 yılına yani hilafetin kaldırılışına kadar İslamcılık fikriyatının ve hareketlerinin merkezi olan İstanbul/Türkiye önce tek partili yıllarda Cumhuriyet ideolojisi yüzünden, sonra bu sebebe ilaveten özellikle 1960 ihtilali sonrasında, tercümeler yoluyla gelen aktivist ve entelektüel İslamcılık üzerinden kendini bu konuda (başka konularda olduğu gibi) ihmal etti, merkezî konumunu unuttu, 1924 yılında kesintiye uğrayan büyük bir gelenek ve birikimle irtibata geçmeyi yeteri kadar başaramadı, (…) meseleye ağırlıklı olarak Mısır merkezli, kısmen Hindistan-Pakistan, devrimden sonra da İran merkezli bakar oldu.”  (Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, İstanbul, Dergâh Yayınları, s. 15.)

Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin kurucu imzaları arasında mecmua, gazete, üniversite, Meclis çevresinde varlık gösteren ve II. Meşrutiyet’ten günümüze öne çıkan kişilere ait kurucu metinleri de yayımlayan İsmail Kara’nın tespitlerine göre şu isimler öne çıkmaktadır:

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (Galatasaray Lisesi mezunu) Şeyhülislam Musa Kazım (Medreseli), Said Halim Paşa (Özel tahsil ve İsviçre Siyasi İlimler mezunu), Seyyid Bey (Medrese ve Darülfünun eğitimli), İskilipli Mehmet Atıf (Medrese ve Dârülfünun mezunu), Babanzâde Ahmed Naim (Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi mezunu), Mehmet Âkif Ersoy (Medrese ve Veterinerlik mezunu), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (Medreseli), Ferid Kâm (Özel tahsil ve yarıda bırakılmış tıbbiye-hukuk) Mehmet Ali Aynî (Mülkiye mezunu), İsmail Hakkı İzmirli (Medrese ve Dârülfünun mezunu), İsmail Fenni Ertuğrul (Özel tahsil), Ahmed Hamdi Akseki (Medrese, Dârülfünun mezunu), Şeyhülislam Mustafa Sabri (Medreseli), Bediüzzaman Said Nursi (Medreseli), M. Şemseddin Günaltay (Dârülfünun mezunu), Eşref Edip (Medreseli ve Darülfünun), Nureddin Topçu (Sorbon’dan doktoralı), Necip Fazıl Kısakürek (Dârülfünun), Sezai Karakoç (Mülkiye mezunu), Hayreddin Karaman (Medrese-Yüksek İslam Enstitüsü mezunu, prof.), İsmet Özel (Mülkiyeli ve Filoloji mezunu) (Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, C. I-II, İstanbul: Risale Yayınları, 1987; C. III, (İstanbul: Pınar Yayınları, 1994)

“İslamcı düşünce ve hareketin kurucuları, yenileyici ve sürdürücüleri Müslüman toplumların bütün katmanları arasından çıkmış kişiler olmakla beraber bunlar arasında teknik manasıyla aydın diyebileceğimiz, modern eğitim süreçlerinden geçmiş kişilerin, edebiyatçıların veya ilmiyeden olmakla beraber artık aydınlar gibi düşünüp yazanların ağırlıkta olduğu görülecektir. Bununla beraber âlimler (medreseliler), şeyhler (tekke ve tarikat mensupları), edebiyatçılar, üniversite hocaları, siyasetçiler, bürokratlar, matbuat mensupları da küçümsenemeyecek oranlardadır.

Medrese ve tekkelerin kapanması olumsuz etkiledi

Türkiye’de 1924 sonrası itibariyle aydınların ve edebiyatçıların, yakın senelerde cemaat-tarikat mensuplarının ve gazetecilerin bariz bir şekilde öne çıktığı bir vakıadır. Hem insan unsuru hem de muhteva açısından bu farklılaşma, daralma ve seyrelmeyi hazırlayan en önemli sebep medrese ve tekkelerin kapatılmış ve esas ilim-irfan damarının tahrip edilmiş, itibarsızlaştırılmış olmasıdır. 196O’lı yıllardan itibaren İmam Hatip Okulu-Yüksek İslâm Enstitüsü-İlahiyat Fakültesi çevrelerinin İslamcılık düşüncesine doğrudan veya dolaylı katkısı önemsenmesi gereken bir oranda ve muhtevada olmakla beraber bunları âlimden ziyade aydın kategorisinde değerlendirmek daha doğru olur.”  (Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, İstanbul, Dergâh Yayınları, s. 20)

Üç cilt olarak yayımlanan Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’nin kurucu isimlerine ve bu isimlerin tercüme-i hallerine bakıldığında hemen birçoğunun özel olarak dinî ilimler tahsil ettiğini, medreseden geçtiği gibi Batı’yı da bildiğini görüyoruz. Mehmet Âkif örneğinde olduğu gibi, Batı’ya seyrüsefer edenler de var aralarında.

60’lı yılların sonundan itibaren varlık gösteren gençlik hareketleri olmak üzere Türkiye’de okur yazarlar arasında felsefe, ahlak, eğitim, yönetim, bilim, teknik, Batı, kadın, hilafet, ırkçılık, kaynaklara dönüş, hurafeler, tarikat ve tasavvufun mahiyeti, gençlik, ilimlerin tasnifi, içtihad kapısı gibi hemen her konuda düşünmüş, yazmış, tenkitler ve teklifler getirmiş olan bu öncülere değil de tercüme faaliyetleri ile tanınan Abduh, Reşid Rıza, Afgani, Mevdudi, Said Havva, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Muhammed Kutup, Muhammed İkbal, Mutahhari, Ali Şeriati, Fazlurrahman, Said Ramazan El-Buti, Fethi Yeken, Yusuf el-Kardavi, Nedvi’ler; Kelim Sıddıki gibi ilim ve düşünce adamlarının yazdıklarına ilaveten hareket biçimlerine, toplum ve insanlık tasavvurlarına, siyasi mücadele şekillerine itibar edilmesini nasıl anlamalıyız?

Kanaatimiz odur ki öncelikle yerli ve milli İslamcılarımızın yazdıklarına ulaşma gibi bir sorunumuz vardı. Bu sorunun en önemli ayağını dil engeli ve yayınlara hemen ulaşamamak oluşturuyordu.

İkincisi, bu isimler yeni rejim tarafından ötelenmiş, cezalandırılmış, yasaklanmış kişilerdi.

Üçüncüsü, bu kişilerin kaleminden çıkan eserler ve eser sahipleri Bediüzzaman gibi birkaç kişi hariç, öncü olarak telakki edilmemiştir. İlim adamıdır, yazar, çizerdir fakat halkın arasında değildir. Modern tabirle “karizması yoktur.”

Dördüncüsü, bazıları zaten hayatta değildir. Yazmışlar, söylemişler ve gölgelerini yeryüzünden çekmişlerdir. Ardılları yoktur.

Beşincisi, ardılı olabilecek kişiler tarafından tenkit edilmişlerdir. Bu tenkitler düzeltme şeklinde olmamıştır. Tenkit babında söylenen sözler; ilmi veya içtihadî bir tenkidi aşmış, şahsa, aileye yönelmiş, lokal olarak ele alınması gerekirken genelleştirilmiş ve kişilerin öncülüğü zayıflatılmış, ellerinden alınmıştır.

Buna karşılık bu öncülerin ömürleri müsaade etmediği için 1960 ve sonrasına ait, gençliği heyecan, duygu, bilgi olarak etkileyen yeni ideolojik akımlarla ilgili söylemleri ya yoktur ya çok eksiktir.

Gençlere ideolojilere karşı üretilmiş argümanlar gerekliydi

Oysa gençliğe o ‘izm’lere karşı üretilmiş argümanlar gerekli idi. İzm’lere hem mantıkî, ilmî, felsefi, kültürel, sosyal tenkitler getirecek hem de teklifler sunacak kalemler bizde yoğ idi, var olanlar yetersiz kalmıştı.

Tercüme faaliyetleri işte tam bu zaman sürecinde ilaç gibi geldi.

Kabul edelim ki öncülerimizin kaleminden “İslam’da Sosyal Adalet” gibi gençliğe hitap eden ve zamanın komünizm, sosyalizm, Marksizm gibi etkin cereyanlarına cevap üretecek bir eser çıkmamıştı. Bizim hatırladığımız kadarıyla komünizme, Marksizme, sosyalizme verilen en usturuplu cevap; onların özel mülkiyeti elimizden alacağı, nikahsız yaşamanın yaygınlaşacağı, yaşlıların sabun yapılacağı, çocuk sayısının azaltılacağı, eldeki çocuklara da devlet tarafından el konulacağı, ateistlik vs. idi.

Öncülerimizin “İslam’da Sosyal Adalet” hacminde bir eseri neden yoktu? Ömürleri bu tür aktüel siyasi, fikri olayları izleyecek ve onlara cevap üretecek bir zaman diliminde geçmemişti. Yaşayanların da gözleri toprağa bakıyordu.

Kutup’lar, sadece kelam/kalem ehli değildi; aynı zamanda aktivist idiler. İdam, sürgün, hapis, işkence ile birlikte anılıyorlardı. Yani bedel ödemişlerdi. Vakıa bizim öncülerimiz de sürgün, idam, hapis gibi olay ve olgularla anılır fakat bizimkilere uygulanan zulmü küçük harflerle konuşabiliyorken Mısır’daki idamlara daha yüksek sesle, büyük harflerle karşı çıkıyor idik. (Bu aynı zamanda içerideki zulme üstü kapalı bir protesto idi.) Bu taze olgu gençliğin kanını daha bir harekete geçirici işlevde idi. Bizdeki zulmü lanetliyor, onlara Fatiha okuyorduk fakat Mısır’daki zulümden hız alıyorduk.

Seyyid Kutup’un İslam’da Sosyal Adalet’i ne kadar etkiledi ise Yoldaki İşaretler de bir o kadar etkilemişti. Kavramlara yüklediğimiz anlamlar ya yerinden oluyordu ya da yepyeni bir bakış açısı ile zihinleri yönlendiriyordu.  O kadar ki bu zaviyeden bakıldığında, bizim öncülerimizin nerdeyse itikatlarını tartışır hale geldik bu kitapla. Tabii ki Dört Terim ile de.

Din bizim için ideoloji haline gelmişti. Tefsiri bile vardı. Fi-zilalil Kur’an

Said Havva’nın İslam adlı kitabının ilk sayfalarında yer alan “Şehadet davasını bozan durumlar” ile Büyük İslam İlmihali, İslam Dini vb. ilmihal kitaplarımızdaki amentü esaslarına bakıldığında bu farklılık hemen kendini gösterir.

Biz yaşadığımız toprakları sahiplenmek ile reddetmek arasında darülharp ve darülislam, Cuma namazının sahihliği konuları arasında sıkışmışken;  Seyyid Kutup köktenci bir tavırla topyekûn bir reddi teklif ediyordu. Toprak, vatan, millet, ordu, ulus, devlet kavramları yerli ve milli olmaktan çıkmıştı artık. Es Sufi’nin “Cihad”ı bunun üstüne tam bir sos oldu. Müellif üstelik mühtedi ve sufi idi.

Eleştirilerin sebebi neydi?

Gençliğe bu cereyanlardan uzak tutmasa da bu tür eserlere serinkanlı, zincir, takoz ve çekme halatı ile okumayı öğretecek, kendi yazdıklarında teksif edecek kalemler bu arada yoktu, zayıf ve yetersiz kalmıştı. Evet, katıldığımız yerler var ve biz de zaten onu söylüyoruz, demek yerine, adüvvullah, merdudi, reformcu, mezhepsiz, beşinci mezhepçi, tahripçi, naylon müçtehid, müçtehid taslakları vs. ile bu isimlerin etkisini zayıflatmak mümkün olmadı. İmam-ı Rabbani Hazretlerine  Seyyid  Kutup’un mezhepsiz olduğunu söyletmek, ‘İbn-i Teymiye’ye şeyhülislam demek kişiyi kafir eder’ gibi sözler o dönemin atmosferini yansıtmak bakımından ilginç yaklaşımlardır.

Hep düşünmüşümdür: Necip Fazıl, Hüseyin Hilmi Işık, Ahmed Davutoğlu, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler adı geçen kişileri karalamayı seçeceklerine onların Batı’ya getirdikleri köklü eleştirileri ve onlara karşı tekliflerini (İslam’da Sosyal Adaleti) kendileri yazsalardı, yazabilselerdi tesiri ne olurdu acaba? Adı geçen kişileri tenkitten öte karalamakla, kendi ufuklarının, düşünce biçimlerinin yetersiz kaldığını itiraf ediyorlardı aslında. Hatta dilim varmıyor söylemeye, biraz da düşüncede otoriterliklerini, saygınlıklarını kaybetmek korkusu yaşıyorlardı.

Düşünce tarzımız sırf bize özgü, yerli ve milli olsun anlayışı ile izah edilebilir mi tutumları?

Ehlisünnet duyarlığı bunun için bir vesile edilmiş olabilir mi? Bir kıskançlıktan da söz edilebilir mi?

Hikmeti müminin yitik malı olarak kabul eden ve Batı’dan felsefi düşünce alan, sanat telakkisi edinen, bilim ve teknik alalım diyen bir anlayışın; İslamlığında şüphe olmayan kişilerden fikir ve tavır alınması niçin rahatsız etmiş olabilir?

Bütün mesele ayrıntılardaki söylem farkı mıdır acaba?

Tepki tepkiyi tetikleyecekti.

Bu defa onların defterleri karıştırılacak Kemalizm ile olan ortak noktaları, (tasavvufla olan bağlantıları sebebiyle) gençliği hurafe ve batıl inançlara sürükledikleri söylenecek, uluslararası projenin bir parçası olup olmadıkları sorgulanacak, İslamcılıkla değil; muhafazakârlık/sağcılıkla birlikte anılacak, ele alınacaklardı.

Ve öyle oldu.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *