İslamî Hareketin Akıncı Beyi: Ercümend Özkan

İslamî Hareketin Akıncı Beyi: Ercümend Özkan

“Özkan, kelimenin her anlamıyla, ‘ender yetişen insanlardandı’. Orijinal bir kişiliğe, özgün fikirlere sahipti. İnandığını yapardı. Gerçek anlamıyla bir dava adamıydı. Bu açıdan, İslam’ı yaşamak isteyen Müslümanların Ercümend Özkan’dan alacağı pek çok örnek vardır.”

KİŞİLİĞİ, ÜSLUBU ve İSLAMİ HAREKET’TEKİ YERİ

Ercümend Özkan’la İslami Hareket üzerine yapmış olduğumuz ve kitap olarak yayınlamayı düşündüğümüz röportajda kendisine şu soruyu sormuştum: “Tarihi büyük şahsiyetler mi belirler, yoksa sosyo-ekonomik şartlar mı?” Cevabı: Büyük şahsiyetler daha etkindir” olmuştu. Evet, O, bu soruyu aynı şartlar içinde yaşamasına rağmen, bazı şahsiyetlerin diğerleri arasında mümeyyiz olduğunun inkar edilmez bir gerçeklik olarak karşımızda durduğunu, bu yüzden bu “büyük şahsiyet”lerin tarihinin izlenmesiyle insanlık tarihinin de daha iyi anlaşılabileceği şeklinde cevaplamıştı. Rasulullah’ı bu bağlamda sürekli örnek olarak gösteriyor ve tezinin doğruluğuna kanıt olarak sunuyordu. Çağdaş bir örnek olarak, İran İslam Devrimi’nde de İmam Humeyni’nin bu rolünü önemsiyordu. Büyük toplumsal dönüşümlerde, büyük şahsiyetlerin belirleyicilik rolünü oynadığını, mücadelenin başarısının, kitlelerin desteğinden ziyade liderliğin basireti ve ferasetine daha çok bağlı olduğunu düşünüyordu.

Özkan, liderliğe inanmış bir şahsiyetti. Bu inancının köklerinden birisi, sahip olduğu doğruları, bu doğrulara sahip olmayanlara ulaştırmada kendisini öncelikli sorumlu görmesiydi. Yani genel kitlenin bilmediği pek çok gerçeğin bilgisine sahip birisi olarak, bu gerçekleri insanlara ulaştırma görevi olduğuna inanıyordu ve bu işi hakkıyla yapmaya çalışan birisi olarak, bu işte “öncülük” yapma sorumluluğu taşıdığına inanıyordu. Doğrularının başkalarınca da paylaşılması arzusu, ilk adımı onun atmasını gerektiriyordu ve bu da hem onu müslümanlar arasında önemli bir mevkiye oturtuyor, hem de bizzat kendisini “liderlik” yapmaya zorluyordu. Aslında bu doğal bir süreçti. Herhangi bir yarışta da, yarışa önce başlayan, kural olarak ipi önce göğüsler. Ercümend Özkan’ın da böyle bir avantajı/meziyeti vardı. O, Türkiye’de sahih bir akide’ye dayalı, siyasi bilinci yüksek bir İslami çalışmayı ilk başlatanlardan biriydi ve belki de ilkiydi. 30 yılı aşkın bir süre doğrularından taviz vermeden, istikrarlı bir çizgi takip etti ve aynı yol üzerinde ömrünü tamamladı. Bu, O’nun Türkiye’deki İslami Hareket’in tarihinde, silinemeyecek bir iz bırakmasının başlıca sebeplerindendi.

Özkan’ın İslami Hareket’in tarihsel seyrinde çok önemli işlevler icra etmesinin bir diğer önemli nedeni de, kişilik özellikleriydi. Özkan, gerçekten “büyük şahsiyet”lerde bulunan özelliklerin pekçoğunu üzerinde toplamıştı. Hitabeti etkileyeciydi; ikna kabiliyeti çok yüksekti. Görüşlerini açıkça ifade eder; muhatabının ruh dünyasında etki bırakırdı. Eleştirilere konu olan üslûbu aslında şahsiyetinin, açık yürekliliğinin, korkusuzluğunun göstergesiydi. Ve gerçekte, bu üslûbu, muhataplarını kolayca ikna etmesinin temel nedenlerinden birisiydi. Bu üslûp, ikna sanatının en önemli unsurlarından olan “örneklerle açıkla”mayı kolaylaştırıyor ve böylece meramın çabucak kavranmasını sağlıyordu ve doğruları “tebliğ” etmeyi, hayatının en büyük gayesi olarak gören Özkan, böyle bir üslûbu bilinçli bir tercih olarak benimsiyordu. Kimi zaman cedelci, kimi zaman ikna edici, kimi zaman “kafaları çatlatırcasına”, kimi zaman da gönül okşayıcı bir tarzda konuşuyor ve deyim yerindeyse Hz. Nuh (a.s.) gibi, muhatabını ikna etmek için her yolu deniyordu. Onu dinleyenin ondan istifade etmemesi mümkün değildi. Muhatabına mutlaka bir şeyler vermek, onun “fikrine fikir katmak” isterdi. Ve çoğunlukla bunu başarırdı.

Eleştirilere muhatap olan üslûbu, İbn-i Teymiyye’nin üslûbuna benzerdi. Aslında bu eleştiriler, her iki şahsiyetin fikirlerinin, toplumun geneline hakim olan düşünce ve inançlara aykırı olmasından kaynaklanıyordu. Üslûbunun sertliğiyle eleştirilen her iki şahsiyet de, aslında “düşüncelerinin sertliği” yüzünden tenkid ediliyorlardı. Eğer Özkan’ın düşünceleri, kitleyi temelden sarsıcı özellikte olmasaydı, dili çok daha sert ve hatta yakıcı olan Necip Fazıl gibi, geniş halk kesimlerince elbette benimsenir, sahiplenilirdi. Necip Fazıl’a, yakıcı ve saldırgan üslubuna rağmen hemen hiç yüklenilmemesi, onun, özellikle geleneksel çevrelerin inançlarını sorgulamaması ve hatta onlara prim vermesi yüzündendi. Ama Özkan, bunu yapamazdı. Doğruyu “odun gibi bile olsa” söylemeyi tercih ederdi ve bunu kimseden çekinmeden yapardı. Kimsenin hatırına, yanlışı görmezden gelmezdi. Zira Allah’ın hatırını her şeyin üstünde tutardı. Bazı müslümanlar, insanların yanlışlarının eleştirilmesini hoş karşılamazken hatta bunu gıybet sanıp kötülerlerken, o, bunun tam tersine, yanlışların ortaya konulmasını, Allah’a olan bir yükümlülük olarak görürdü. Hele bu şahsiyetler, toplum önüne çıkmış, tanınan, bilinen, örnek alınan insanlar ise, o zaman bu yanlışların açıklanmasını vecibe olarak görürdü. Refah Partisi’ne, Fethullah Gülen’e, Aydın Menderes’e ve daha başkalarına karşı yönettiği eleştiriler hep bu cümledendi. Ebu Cehil’i eleştirmenin kolaycılık olduğunu söyler; asıl “kaleyi içeriden fethedenlerin” deşifre edilmesi gerektiğine inanırdı. Ve bu konuda verdiği çabanın semeresini de alırdı. Bir zamanlar Aydın Menderes’in estirdiği fırtınalara karşı Müslümanları uyarması sonucunda, Müslümanları rejime angaje edecek planların boşa çıkmasında büyük katkısı olmuştu. Onun bu tavizsiz, net tavrının en somut biçimde görüldüğü alan, hiç şüphesiz tasavvuftu. Tasavvufu “bir ayrı din” olarak niteler ve “Şirk dininin, Tevhid dininden öcünü, tasavvufla aldığını” vurgulardı. Tasavvufa karşı yönelttiği bu kesif eleştiriler, Tevhid’in safiyetini korumadaki titizliğinin sonucuydu. “Siz onların putlarına sövmeyin ki onlar da Allah’a sövmesinler” ayetinin bilincinde olarak, kimseyi “müşrik”, “kafir” olarak nitelemez, “biz kafir sayma memuru değiliz” der ve fakat gerçekleri dobra-dobra söylemekten de çekinmezdi.

Ben Ercümend Özkan’ı celadet, dirayet ve ferasetiyle Hz. Ömer’e; cedelciliği, üslûbu ve cevvaliyetiyle İbn-i Teymiyye’ye; mücadeleciliği ve düşünce çizgisinin gelişimindeki benzerliği ile Malcolm X’e benzetirim. Kendisi Hz. Ömer’i zaten sahabe içinde ayrı bir yere koyardı. İbn-i Teymiyye’yi ise, hurafelere karşı çıkmış olması sebebiyle önemserdi. Malcolm X ile kendisini kıyasladığını ise hiç işitmedim. Ancak şu var ki; İslam’ı seçip mücadeleye atılmasından Hizbut-Tahrir’den ayrıldığı yıllara kadarki yaşamı ve özellikle yaşadıkları ülkelerde İslami Hareket içindeki konumları açısından Malcolm X ile çok benzeşmektedir. Malcolm X, müslüman olduktan sonra, nasıl ki kendisinin “hidayetine sebep olan cemaatine ve davasına büyük bir sadakatla hizmet etmiş ve çok kısa bir sürede cemaatin liderliğine soyunacak etkinliğe ulaşmışsa, Ercümend Özkan da aynı şekilde, Hizbut-Tahrir’e girdikten çok kısa bir süre sonra davasına sadakati ve sağlam imanı nedeniyle cemaatin Türkiye temsilcisi pozisyonuna yükselmiştir. Bu her ikisinin de, davalarının çok samimi bağlısı olmalarının ve ikna kabiliyeti yüksek, cevval, mücadeleci kişiliklerinin sonucudur. Nasıl ki Malcolm X, “İslam Milleti” cemaatinin yanlışlarını görüp onlardan uzaklaşmayı ve sahih bir İslamî cemaat oluşturmayı her türlü riskine rağmen tercih etmişse, Eercümend Özkan da, Hizbut-Tahrir’in yanlışlarını gördükten sonra, “dokuz talakla boşanmayı” ve yeniden ve sağlıklı bir İslamî çalışma başlatmayı hiç tereddütsüz tercih etmiştir. Farkları, Malcolm X’in sahih bir çizgide fazla uzun bir ömür sürememesi, Özkan’ın ise doğru yolda pek çok hizmet yapabilmesidir. Ancak Malcolm X’in Amerika’daki (siyahi) müslümanlar arasında çok önemli bir işlevi vardır; o da İslam’ın sahih bir çizgiye oturtulmasındaki yadsınamaz rolüdür. Ercümend Özkan da Türkiye’de İslam’ın itikadî ve siyasî açıdan sahih bir çizgiye oturtulmasında aynı rolün sahibidir. Amerika’daki Müslümanlar arasındaki “Siyah ırkın üstünlüğü” inancını yıkan Malcolm X ise, bu inancın, etki açısından Türkiye’deki dengi olan “tasavvufun gerçek İslam olduğu” inancını yıkan da Ercümend Özkan’dır. Malcolm X ile Ercümend Özkan arasındaki önemli bir benzerlik de, her iki bozuk itikadın reddinin, başlarına getireceklerini bilmelerine rağmen bu düşüncelerini ne pahasına olursa olsun açıkça ifade etmeleridir. Bu yüzden her ikisi de benzer akıbetleri paylaşmışlardır. Malcolm X, Müslüman camianın ambargosuyla karşılaşmış ve hatta bunu canıyla ödemiş, Ercümend Özkan da aynı tecrit politikasına maruz kalmıştır.

İmamların hayatını okuduğumuzda, bazı kişilerin: “Ben Ebu Hanife’den daha akıllı birisini görmedim”, “Ben Şafii gibi bir deha görmedim”, “Malik, çağının yıldızıydı”, “Cafer derya idi”, “İbn-i Hanbel’den daha bilgilisi yoktu” dediklerini biliriz. Bu sözler, elbette kimin söylediğine bağlıdır ve gerçeğin ne kadarının ifadesi olduğu da sorulabilir. Ancak, tarih, bir biçimde bu sözleri haklı çıkarmıştır. Ben de Ercümend Özkan için; “tam anlamıyla özgün bir kişilik” idi diyebilirim. Türkiye’de ilim adına, hareket adına, dava adına konuşan/çaba gösteren pek çok isim tanıdım; ancak Ercümend Özkan gibi, pek çok meziyeti üzerinde taşıyan pek az şahsiyet tanıdım. Özkan, kendi ifadesiyle “ayağı ayağına denk” birisini aramış ama bulamadan Dâr-ı Beka’ya göç etmişti. Temposuna yetişmek çok zordu ve bu azmi ve çalışkanlığının semeresini görüyordu. Bu özelliği onu hep bir adım önde kılıyordu. Bu azmin yanında bir de, gönülden bağlılık ve duyarlılık olunca, “hayırda yarışanlar” arasında hak ettiği yeri alıyordu. Evet Ercümend Özkan’ın Müslümanlara bıraktığı mirasın en önemli unsurlarından birisi “Dava adamı nasıl olur?” sorusunun karşılığını net bir şekilde vermesiydi.

Ercümend Özkan için, “İslam’ın Türkiye’deki akıncı beyidir” nitelemesi uygun düşer. Evet, “surda gedik açan” kişiydi o. Kendisi de bunu, “Bu topraklarda İslamı, aslına uygun olarak başlatan ve temsil eden ilk hareketiz” şeklinde ifade ederdi. Daha 1960’lı yıllarda, küfrün kalelerine pupa yelken hücum eden bir dava adamıydı ve özellikle mahkemelerdeki cesur ve muvahhid tavrıyla, İslam’ın izzetini korumuştu. Özkan’ın “öncü”lük rolü, bilhassa saf bir tevhidi akidenin kitlelere maledilmesinde belirgindir. Sahih akide, onun düşüncesinde her şeyin önündedir. Onsuz mücadeleyi, mücahidliği değersiz görür; her sevabı, öncelikle arı-duru bir akideye bağlardı. Bu inancı onu, “düşüncede devrim” üzerinde yoğunlaştırdı. Kafalardaki devrim, en zor işti ve bu zorluğu hayatının sonuna kadar tattı.

DÜŞÜNCE YAPISI VE HAREKET METODU

Ercümend Özkan, arı-duru bir Tevhid inancını savunmayı hayatının en büyük amacı olarak görürdü. Tevhide bulaştırılan hurafeleri, pislikleri temizlemeyi çok önemserdi. İtikad’da “yanlış yapılmasına” asla tahammül edemezdi. 1400 yıl içinde İslam’a sokuşturulan şirk/küfür unsurlarının deşifre edilmesi ve ayıklanması davasının en önemli köşetaşlarındandı. İtikad’da Kur’an dışında hiçbir kaynağı kabul etmezdi; zira itikadda zanna yer yoktu. Kur’an’ı bizzat Allah koruması altına almıştı, ancak bir başka şey (örneğin hadisler) için böyle bir şey söz konusu değildi. O yüzden, Kur’an’da bulunmayan ve fakat halk arasında pek yaygın olan Mehdi, Hızır, İsa (a.s.)’ın göğe yükseltilmesi vb. inançları reddederdi. İtikad’da olduğu gibi, amelde de usûl (yöntem) sahibiydi. Yöntemi önemserdi ve doğru bir sonuca ancak doğru yöntemle ulaşılacağına inanırdı. Amelde, rivayetleri dikkate alırdı. Fakat seçmeci davranırdı. “Buhari yapınca sevap oluyor da biz yapınca mı günah oluyor” derdi. Sahih gördüğü rivayetlerle amel ederdi. Namazların cem’i konusundaki tavrı bu usûle göre şekillenmişti. Hadisleri “Rasulullah’a ait olduğu söylenen sözler” olarak niteler; ancak tümüyle dışlamazdı. Sünnet’i ise, “bağlayıcı” görürdü. Rasulullah’a ait olduğuna inandığı bir davranışa kesinlikle itibar eder; onun gibi yapmaya çalışırdı.

Hadisler konusundaki hassasiyeti, aslında itikadın her alanına yönelikti. Tevhidi, sâfiyetiyle koruma gayreti, onu, şirkin envai çeşidini içinde barındıran tasavvufla karşı karşıya getirmişti. Tasavvufu özden reddederdi; “iyi” tasavvuf olacağına inanmazdı. Tevhide olan duyarlılığı, tasavvufu “bir ayrı din” olarak nitelemekte hiç tereddüt etmemesini beraberinde getiriyordu. Tasavvufa karşı başlattığı bu mücadele, onun “tasavvuf düşmanı” olarak nitelenmesine neden oluyordu. Halbuki o, bir şeye “düşman” olmadan önce, bir inisiyatif sahip olmayı önde tutardı. Bu anlamda o bir Tevhid aşığıydı; tasavvufa yönelttiği, yoğun eleştiriler, inancının gereğiydi. “Allah’ın birliğine inanan Peygamber, kaçınılmaz olarak putları inkar etmeliydi” derdi. Bir konuyu, mefhumu muhalifiyle anlatmak, onun önemsediği bir yöntemdi. Bu yüzden, hurafelere savaş açarak, Tevhid’in anlaşılmasına hizmet edileceğine inanırdı.

Özkan, küfre karşı mücadele verilmesini de özden görürdü. Ancak kimilerinin yaptığı gibi, rejimle uğraşıp, hurafelerle uğraşmayı ihmal etmenin yanlış bir yöntem olduğuna inanırdı. Bu inancını “Amerika binlerce km. uzaktan bizi nasıl idare ediyor sanıyorsunuz: Hep bu yerli işbirlikçileri ve halkı uyuşturan hacı-hoca takımıyla.” şeklinde ifade ederdi. Her iki kesimle de uğraşmayı gerekli görürdü. Ancak onu, tecrid etmek için bir müddet baskı yapan ve fakat bundan sonuç alamayan rejim, bu kez “umursamaz görünerek” adını silme politikası gütmeye başlayınca, Ercümend Özkan, sanki rejimi bırakmış, Müslümanlarla uğraşan bir aykırı tip olarak algılanmaya başlandı. Halbuki o, kiminle mücadele etmesi gerekiyorsa onunla mücadele etmeye çalışıyordu ve bu noktada ayrım yapmıyordu.

Eylem konusunda ise Müslümanların belli bir seviyeye gelmesini öncelikli görüyor ve Ebu Hanife’nin tavrının bir benzerini gösteriyordu. “Temkin”i ve “şartların olgunlaşması”nın beklenmesini öneriyordu. Şiddeti ise, “devrime beş kala” meşrû görüyordu. Zira o, davanın haklılığının savunulduğu Mekkî ortamlarda şiddete başvurmanın, davanın meşrûiyetine hâlel getireceğine inanırdı. Ayrıca, güç sahibi olmadan, şiddetin zarar getireceğini vurgulardı. Bu nedenle, öncelikle güçlü bir teşkilatlanmanın şart olduğunu söylerdi.

Değişimin “tabandan tavana” olması gerektiğini söyler; Rad 11. ayeti bu konuda sürekli hatırlatırdı. Bir kavmin nasıl değişeceğinin cevabını ise, “kafaların değişmesiyle” şeklinde verirdi. Hareketin yönteminin de itikaddan kaynaklandığına inanır; meşrû amaçlara ancak meşrû yöntemlerle ulaşılabileceğini söylerdi. Demokratik yöntemi reddeder; bu yöntemi, sistemin çarkları arasında kaybolmakla eş anlamlı görürdü. Rejimin hiçbir makamına talip olunmaması gerektiğini söylerdi ve bunu “bir müslümanın meyhanede garsonluk yapmasına” benzetirdi. Hz. Yusuf örneğinin ise yanlış verildiğini, Hz. Yusuf’un “tüm yetkileri elinde toplamış bir yönetici hüviyetiyle çalıştığını” söylerdi. İslamî bir düzeni ancak samimi, muvahhid müslümanların getireceğine inanırdı, ancak İslam’a bağlılığı öylesine derinden idi ki, mevcut rejim sahiplerine hitaben: “Benim derdim salt iktidar değil, siz bugün Müslüman olun, İslamî bir yönetim kurun, kapınızda çaycılığa razıyım!” demişti.

İslam’ın hükümlerinin uygulanmasını her şeyden önde tutardı. Öyle ki İslamî olmayan yöntemlerle iktidar olmuş ve fakat iktidarında İslam’ı uygulayan bir devlet başkanına itaati gerekli görürdü. Ömer bin Abdülaziz’i buna örnek gösterirdi. Osmanlı Devletine de, o şekliyle bile olsa, İslam’ı Avrupa’ya götürdüğü için iyi gözle bakardı. Şûrâ’yı ise önemserdi. İstişarede bulunmayan bir başkanın, devleti iyi yönetemeyeceğini söylerdi ve hep “bir bilenden bir fazla bilen mutlaka vardır” ayetini şûrânın gerekliliğine örnek olarak gösterirdi. Ancak şûrâ sonucunda kararın, başkanın hakkı olduğuna inanır ve başkanın, genelde şûrânın sonucuna uymakla birlikte, farklı nedenlerle, o kararın dışında bir başka karar da alabileceğine inanırdı. Bu, onun “liderliğe” ayrı bir önem vermesinin sonucuydu. Güçlü yönetime inanır, çağdaş literatürdeki “Başkanlık Sistemi”ni kendine yakın hissederdi. “Kuvvetler Ayrılığı” prensibini gerçek dışı bulur; tarih boyunca iktidar sahiplerinin (yürütme) diğerleri üzerinde etkin olduğuna inanırdı.

Özkan, genellikle bir eylem adamı olarak nitelendirilmektedir. Halbuki o, oldukça özgün fikirlere de sahipti. Hz. İbrahim kıssası, İkra ve İnşirah sureleri, “sadîkikum” ayeti, “Meryem’in sofrası” gibi konularda Diyanet’in yapacağı kollektif tefsir çalışmasında görüşleri istenmişti. İktibas’taki “Yorum” ve özellikle de “Kavramlar” bölümleri, onun pek çok siyasi ve düşünsel konularda özgün fikirlere sahip olduğunun kanıtıydı. O, gerçekten Kur’anî zihniyetin inşasında bir ekol oluşturmuştu. İktibas bugün Türkiye’de isim yapmış pek çok yazar ve düşün adamına fikri kaynaklık görevi icra etmişti. Kısaca Özkan’ın “düşünce adamı” yönünün eylem adamı yönünden geri kalır tarafı yoktu. Zaten o da, düşünceyi önceler; eylemi, düşüncenin sonucu olarak görürdü. Yani kararlı ve tavizsiz kişiliğinin yansıması olan eylemciliğinin temelinde, sağlıklı bir düşünce sistematiği vardı.

Evet, Ercümend Özkan, 30 yılı aşkın bir zaman zarfında Allah yolunda çalıştı, didindi, mücadele verdi ve kulluğunun gereğini yaparak asıl yurduna göçtü. Özkan, kelimenin her anlamıyla, “ender yetişen insanlardandı”. Orijinal bir kişiliğe, özgün fikirlere sahipti. İnandığını yapardı. Gerçek anlamıyla bir dava adamıydı. Bu açıdan, İslam’ı yaşamak isteyen Müslümanların Ercümend Özkan’dan alacağı pek çok örnek vardır. Ercümend Özkan’ın hakkını, İslami Hareket’te hak ettiği yeri teslim etmek de biz Müslümanların görevidir. O, bu topraklarda silinemeyecek izler bırakmış bir hoş sâdânın sahibiydi ve bu sâdâ bu kubbede yankılanmaya devam edecektir. Zira “niceleri bu yolda şehid olmuştur, niceleri de sıralarını beklemektedir.”

M. Kürşad Atalar / İktibas – Ercümend Özkan Özel Sayısı

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *