Atasoy Müftüoğlu: ‘Bize dayatılan gerçeklikle yüzleşemedik’

Atasoy Müftüoğlu: ‘Bize dayatılan gerçeklikle yüzleşemedik’

“Nedir hiç konuşmadığımız şey? Bize dayatılan gerçeklikle yüzleşememek. Bize dayatılan gerçeğin mahiyetiyle ilgili çözümlemeler yapamamak. Bu gerçekliği reddetmeye cesaret edememek, tanımlayamamak.”

İktibas Dergisinde iki hafta arayla düzenlenen sohbet programlarının bu hafta konuğu Atasoy Müftüoğlu oldu. Yapılan takdimin ardından, mikrofona gelen Müftüoğlu, “Değerli kardeşlerim, hepiniz hoş geldiniz. Allah Tebarek ve Teala Hazretleri hepinizi en güzel şekilde sizleri aziz kılsın, çabalarınızı aziz kılsın, niyetlerinizi aziz kılsın. Dostluklarını ve dayanışmanızı aziz kılsın.” sözleri ile konuşmasına başladı.

“Geleceği Özgürleştirmek” başlığını taşıyan konuşmasında Müftüoğlu, “Bizler daha çok geçmişi biriktiren, geçmişle beraber geçmişin sorunlarını biriktiren bir kültürün çocuklarıyız. Yani sürekli olarak ilgimiz geçmişe yönelik bir ilgi olarak sürüyor dolayısıyla bugün ne yapılması gerektiğini, nasıl yapılması gerektiğini, bugünde nasıl konuşulması gerektiğini konuşmuyoruz.” dedi.

Atasoy Müftüoğlu şu değerlendirmelerde bulundu:

‘Bizi emperyalistler engelliyor sanıyoruz’

Geçmişten yararlanmakla geçmişe kapanmak birbirinden çok farklı şeyler. Bugün toplumlarımız büyük ölçüde geçmiş tarafından engelleniyor. Biz sanıyoruz ki bizi emperyalistler engelliyor. Evet emperyalistler engellenmeye müsait bir yapı bulduklarında bu fırsatı bir şekilde değerlendiriyorlar. Eğer engellenmeye müsait bir bünye olmasaydı ne yapacaklardı? Kuşkusuz geri çekileceklerdi.

Bizim İslami düşünce hayatının, kültür hayatının, entelektüel hayatının, ilahiyat hayatının acilen, hiç gecikmeden kapsamlı ve kuşatıcı, çok derinlikli bir çözümleme yapması gerekiyor ve biz bunu maalesef hep erteliyoruz. Çünkü bu sözünü ettiğim manada bir çözümleme yapacak kadrolara sahip bulunmuyoruz; işin çok vahim olan yanı bu. Bu çözümleme yapılıncaya kadar da bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar katlanarak maalesef devam edecek. Bir yerden başlamak gerekiyor ve bu başlangıcı da daha çok bir topluluk kendi zaaflarıyla yüzleşerek yapmalı. Çünkü karşı karşıya bulunduğumuz sorunların dışarıdan kaynaklanıyor olduğunu söylemek çok ucuz bir kolaycılıktır, bu bir klişedir, kullanışlı bir klişedir ve ilgili halkları gerçeğe yabancılaştırır. Biz bugün gerçeğe büyük ölçüde yabancılaşmış bir topluluğuz ve onu nasıl kavrayacağımızı bilmiyoruz, çünkü klişe hazır! Bütün bunlar bize dışarıdan dayatılıyor gibi bir klişe… Dolayısıyla bütün bunlar dışarıdan dayatılıyorsa yapacak bir şeyimiz yoktur. Ne yapmak gerekiyor? Katlanmak gerekiyordur. 

Önce bir yüzleşmeye hazır olmak, çok acımasız bir yüzleşmeye hazır olmak gerekiyor. Bizim bugün bizi kuşatan sorunların bizim zaaflarımızdan kaynaklandığını bilen bir idrake ihtiyacımız var, dikkate ihtiyacımız var. Biz bu dikkatten şu anda yoksun bulunuyoruz. Ortada bizimle alakalı bir problem var.

‘Aklı edilgin kılan bir geleneğe maruz kaldık’

Önce belirtilmesi gereken bir şey var; bizler aklı edilgin kılan bir geleneğe maruz kaldık, aklı edilgin kılan, aklı mahkum eden bir geleneğe maruz kaldık. Maruz kalmak, bir bünyenin çok ciddi patolojilerle malul olduğunu gösterir, maruz kalmak. Yani maruz kalmak, güçsüzlüğünüzle, dirençsizliğinizle, yetersizliğinizle, birikimsizliğinizle, cesaretsizliğinizle ila-ahir alakalıdır, maruz kalmak. Aklı edilgin kılan bir geleneğe maruz kalmak. Bu başlı başına bir sorundur. Çünkü aklı edilgin kılan bir gelenek, hangi toplumu bu gelenekle kontrol ediyorsa, o gelenek hiçbir zaman rüşt sahibi olamaz. Aklı edilgin kılan bir gelenek hitap ettiği topluma rüşt kazandıramaz. Bu şu demektir: Bu toplumlar hep çocuk kalırlar ya da çocuk kalmasalar bile bu toplumlar rüşt sahibi olamadıkları için vesayet altına alınıyorlar. Rüşt sahibi değilseniz, şu ya da bu yönden vesayet altına alınırsınız. Toplumlarımız şu kadar yüzyıldan beri hep vesayet altındadır, çocuk kalmışlardır. Bir türlü rüştlerini gerçekleştiremiyor, rüşt sahibi olamıyor. Rüşt sahibi olamadıkları için de onları bir üst irade vesayet altına alıyor.  

Biz kendi inançlarımızı, kendi dilimizi, tarzımızı gerçek kılamadığımız için bize bir şey dayatılıyor. Vesayet altına alınan toplumlar ne konuşacaklarını bilmezler, nasıl konuşacaklarını bilmezler, nerede konuşacaklarını bilmezler, nereye doğru yol aldıklarını bilmezler, neyi ne zaman, nasıl tartışacaklarını bilmezler. Bu tür toplumlar sürekli olarak eskilerin diliyle kılükal üzere olurlar -dedikodu, kılükal-. Bütün bir toplum, şu anda biz bu temel meseleleri, yapısal meseleleri konuşmadığımız için kılükal üzereyiz, temel meseleleri konuşmadığımız için.

İslam’ın muhteşem evrenselliği neden son buldu?

Rüşt sahibi olmayan toplumlar vesayet altına alınırlar dedik. Peki, bu nasıl oldu, nasıl mümkün oldu? Bunun bir tarihsel hikayesi var. Bu tarihsel hikayeyi çözümlemek için, hangi toplumda olursanız olun bu serüveni çözümlemek için, ilgili toplumların tarih felsefesi yapan kadrolara ihtiyacı var. Bizde tarih felsefesi yapan kadrolar yok, kadrolar değil bir kişi bile yok. Bazı örnekler verdim, bu örnekler son derece çarpıcı örneklerdir. Kolombiya’da bu tür çözümlemeler yapan tarih felsefecileri var. Kolombiya’daki felsefeciler neyle ilgili çözümlemeler yapıyorlar? Kendilerine dayatılan modern, seküler, liberal modeli sorgulamak üzere. Kolombiyalı tarih felsefecisi diyor ki; bu bir kader değil, bununla ne yapılabilir? Baş edilebilir, hesaplaşılabilir. Dolayısıyla Kolombiyalılar kendi dillerini, tarzlarını, inançlarını, felsefelerini özgürleştirebiliyorlar. Kolombiya’da var, Peru’da var, Arjantin’de var, çok tanınmış isimler ve dünya çapında etkisi olan yayınlar yapıyorlar. Biz bu yayınları bile takip etme liyakatine sahip bulunmuyoruz. Düşünce hayatımız -çünkü artık yeni bir klişe var- yerli ve milli olana hapsedilmiştir. Yerli ve milli olana hapsedilmek… Öteden beri bunun bir geçmişi vardır. Yani yerli ve milli klişesini icat eden otorite onu bugün icat etmiyor. İslam dünyası toplumlarının felaketi içe ve geçmişe kapandıkları gün başlıyor. İçe ve geçmişe kapandıkları gün başladı. İçe kapandılar, dışarıda ne olup bittiğini takip etme ihtiyacı duymadılar. Geçmişe kapandılar, bugün ne yapılması gerektiğine ilişkin çözümlemeler yapmadılar. Geçmişi tüketmeye başladılar, geçmişi tekrar etmeye başladılar.

İçe ve geçmişe kapandıkları gün ne oldu biliyor musunuz? O İslam’ın muhteşem evrenselliği son buldu, o muhteşem evrenselliği son buldu. Çünkü Müslüman olarak hayata doğmak demek -bu müthiş, olağanüstü bir şey, bu alelade bir şey değil, insan ürperir- Müslüman olmak demek, bütün insanlıkla konuşma liyakatine sahip olmak demektir. Bütün kültürlerle konuşma liyakatine sahip olmak demek. Bütün kültürleri ikna edebilecek bir değerler sistemine sahip olmak demektir. Bütün kültürlere nüfuz etmek demek.

‘Entelektüel özgürlüğün dokunulmazlığına sahiptiler’

Onun için İslam’ın ilk yüz yıllarında, ilk inşa döneminde ne oldu? İslami düşünce hayatı çok önemli bir müesseseyi hayata geçirerek kozmopolit bir üst kültür oluşturdu ve bu üst kültür aracılığıyla bütün kültürlerle temas kurdular ve o temaslar sebebiyle bütün kültürlerden İslam kendi bünyesine uygun olanı aldı ve onların bünyesine uygun olanları onlara verdi.

Ve o dönemde bugün olmayan, bugün olması mümkün görünmeyen bir şey vardı -çok müthiş bir şey, o da İslam’a yakışan bir şeydi, genç bir kültür olması, genç bir din olması münasebetiyle yakışan bir şeydi- o gün Müslüman düşünürler aydınlar, entelektüeller, alimler, arifler ila-ahir entelektüel özgürlüğün dokunulmazlığına sahiptiler. Bugün buna sahip değiliz. Biz bugün her gün düşüncelerimiz sebebiyle terörize ediliyoruz. Örneğin İbni Sina, Farabi bugün aramızda olsalar ne olacaklardı? Ehli Sünnet düşmanı olarak ne yapılacaklardı? Taşlanıyor olacaklardı! Halbuki o gün ne yaptılar? O gün, ürettikleri eserlerle bütün dünyanın ilgisini çektiler, bütün insanlığın ilgisini çektiler. Bugün ne oldu? İçe ve geçmişe kapandığımız gün ne oldu? Evrensel zihin üretme imkanını kaybettik. Bugün bir tane evrensel zihne sahip değiliz. Bu, İslam ve Müslümanlar için utanç verici bir şeydir. Bir tane evrensel zihne sahip olmamak. Bütün insanlıkla konuşmak üzere tavzif edilerek, görevlendirilerek geliyorsunuz yeryüzüne, hiçbir görevinizi yapmıyorsunuz. Ancak kabilelere hitap edebiliyoruz, düşünebiliyor musunuz? Herkesin kendi kabilesi vardı; düşünsel kabile, etnik kabile, entelektüel kabileler var, milliyetçi kabileler var vesair… Ancak kabilelere hitap edebiliyoruz. Bütün insanlığa hitap etme liyakatini kaybettik. Niçin kaybettik? İçe ve geçmişe kapandığımız gün bunu kaybettik. Dolayısıyla bugün yerli ve milli klişesini kullananlar, onlar da geçmişi tekrar ediyor. Bugün İslam dünyası toplumlarının bir tek evrensel zihne sahip olmaması üzerinde çok ciddi ve derinlikli olarak düşünmek gerekiyor. Bunlar birbirine bağlı şeyler, birbiriyle çok yakından, çünkü o aklı edilgin kılan gelenek kendi tarzına uygun, İslam’dan bağımsız kurumlar üretiyor.

Bu sefer neyi üretiyor? Hemen o içe ve geçmişe kapanan bünye bir şey daha üretiyor ona bağlı olarak, taklit ve itaati kurumsallaştırıyor. Bu taklit ve itaatin kurumsallaşması demek, o günden itibaren İslami anlamda entelektüel mücadeleye son vermek demektir. Evet, entelektüel mücadeleye son veriyorsunuz, yani düşünmeye son veriyorsunuz. Üretmeye son veriyorsunuz. İçerik üretmeye son veriyorsunuz, entelektüel mücadeleye son veriyorsunuz. Peki, entelektüel mücadeleye son veren bir topluluğun bugün karşı karşıya bulunduğu bu entelektüel tahakküme cevap verme iradesi söz konusu olabilir mi? Hayır olamaz.

‘Kendimiz bizatihi kendi irademizi yok ediyoruz’

Bugün ne oluyor? Entelektüel haçlı seferleri karşısında bütün bir düşünce hayatı derin bir bozgun yaşıyor. Evet, düşünce hayatı, kültür hayatı, entelektüel hayat, ilahiyat hayatı büyük bir bozgun yaşıyor. Taklidi ve itaati kurumsallaştırdığınız gün ve hatta onu hem kurumsallaştırıyorsunuz, hem onu dini bir rükün haline getiriyorsunuz, dokunulmaz kılıyorsunuz ve ibadete dönüştürüyorsunuz. Kur’an’ı istismar ederek onu tahkim ediyorsunuz ve böylece bütün bir entelektüel mücadeleye son veriyorsunuz. 

Biz sanıyoruz ki İslam’ı aşağılayan irade hep emperyalistlerin iradesi. Hayır, biz de ne yapıyoruz? Kendimiz bilerek, isteyerek İslami onuru ve haysiyeti aşağılıyoruz. Kendimiz bizatihi kendi irademizi yok ediyoruz. Bütün bir zihinsel faaliyeti durduruyoruz, donduruyoruz. Taklidin ve itaatin kurumsallaşmasıyla birlikte entelektüel mücadeleye son vermek… Bu, tarihte benzeri görülmüş bir şey değil. Bir halk, bir kültür, bir toplum ancak bu ölçüde kendisine yönelik bir kötülük yapabilir. Bu büyük bir kötülüğün adıdır.

Yine devam ediyoruz. Aynı sürecin, yani aklı edilgin kılan bir geleneğin yaptıkları. Bunlar bir değil, binlercesi sayılabilir. Bunlarla yüzleşecek bir kadroya, büyük kadrolara ihtiyacımız var.

Bireysel düşünüşle bireyci düşünüşü birbirine karıştırmayalım. Bireysel düşünüş, sizin kendiniz olma mücadelenizle alakalıdır. Bireysel düşünüşü, bireysel yorumu ve bireysel varoluşu imkansız kılan bir cemaat anlayışı tarihe giriyor. Bireysel düşünüşü, bireysel yorumu, hatta bireysel katkıyı ve varoluşu imkansız kılan bir cemaat yaklaşımı tarihe giriyor. Bu ne demek biliyor musunuz arkadaşlar? Bu şu demek: Bu bireysel varoluşu, düşünüşü imkansız kılan cemaat anlayışı, sizi büyük sürüye katılmaya davet ediyor. Siz bireysel anlamda kendinizi var edemeyince, üretemeyince ne yapıyorsunuz, büyük sürüye katılıyorsunuz, sonra büyük sürünün bir parçası haline geliyorsunuz. Büyük sürünün bir parçası haline geldikten sonra, sadece ve sadece size sürüklenmek ve savrulmak kalıyor. Bütün bir tarih, sürüklenmek ve savrulmaktan ibaret bir tarih haline geliyor. Bunlar bizim içeriden maruz kaldığımız patolojiler ve bunlar da şimdiye kadar -bireysel anlamda belki sorgulanmıştır ama- toplumsal, kültürel anlamda hiçbir zaman sorgulanmamış ve bunların aşılması için bir irade ortaya konulmamıştır.

Vesayet altındaki bir zihin dünyasının yapabileceği şeyler son derece sınırlıdır. Vesayet iradesini elinde tutanlar onu belirlerler. Vesayet altındaki bir topluluğun ne yapacağına vesayet iradesini elinde tutan irade karar verir. Dolayısıyla siz ne isteyeceğinizi ve ne istemeyeceğinizi bilemezsiniz. Nitekim bugün bizim toplumlarımız, İslam dünyası toplumları, içinde yaşadığımız topluluktan başlayarak belirtmek gerekir ki, asıl konuşulması gerekenleri hiç konuşmamıştır. Hiç konuşmamıştır. Ayrıntıları konuşmuş, yüzeyleri konuşmuş, esası konuşmamıştır, temelleri konuşmamıştır, derinlikleri konuşmamıştır. Bunların neler olduğunu arz etmeye çalışacağım.

‘Biz bize dayatılan gerçeklikle, yani modern, seküler, liberal, kapitalist gerçeklikle uzlaştık’

Asıl konuşulması gerekirken hiç konuşmadığımız şey, biz bize dayatılan bir gerçeklikle uzlaştık. Bu gerçeklik, yani modern, seküler, liberal, kapitalist gerçeklik. Bu gerçeklik bize şiddet yoluyla, sömürgecilik yoluyla, kolonyalizm yoluyla dayatıldı ve biz bu bize dayatılan gerçeklikle uzlaşmak zorunda kaldık diyecektim, ama bir direnç olmadı, yani münferit bir takım direniş olayları dışında toplu bir direniş söz konusu olmadı. Dolayısıyla, mecbur kaldık filan demek mümkün görünmüyor.

Biz bize dayatılan gerçeklikle uzlaştık. Bu şu anlama geliyor: Bize dayatılan gerçeklikle, yani modern, seküler, liberal, kapitalist gerçeklikle uzlaşmak şu demek: Sömürgeciler sömürmeye devam edecekler -uzlaşı sonucu mutabakata varıyorsunuz- onlar sömürmeye devam edecekler, siz de sömürülmeye devam edeceksiniz, uzlaşı budur. Yani hayati, varoluşsal şeyleri onlar belirleyecekler, size belli bir alan bırakacaklar. Nitekim öyle yapmışlar, bireysel dindarlık alanına sizi hapsetmişler. Bu noktada uzlaşmışız. Bireysel dindarlık alanına bizi hapsetmeleri konusunda uzlaşmışız. Bize demişler ki “Müslüman olmak mı istiyorsunuz?” Evet, istiyoruz. Tamam, o halde dini bireysel alanda yaşayacaksınız. Toplumsal alanda değil, ekonomik alanda değil, siyasal alanda değil, hukuki alanda hiç değil. Bireysel alana sizi ikna etmişler. Bu ne demek? Sömürgeciler sömürmekte özgür olacaklar, sömürülenler de hangi alanda kendilerine hayat imkanı tanınıyorsa, o alanda yaşamaya devam ediyor. Nitekim bugün mesela Türkiye örneğinden yola çıkıldığında değerlendirilecek olursa nedir? Sekülerizmi tartışma konusu yapamıyorsunuz. Allah’ın muazzez ve mükerrem dini tartışma konusu yapılabiliyor, fakat onu tartışma konusu yapamıyorsunuz, her şeyin fevkinde çünkü, onun otoritesinin tartışılmaz bir yanı var.

Nedir hiç konuşmadığımız şey? Bize dayatılan gerçeklikle yüzleşememek. Bize dayatılan gerçeğin mahiyetiyle ilgili çözümlemeler yapamamak. Bu gerçekliği reddetmeye cesaret edememek, tanımlayamamak. Ama neden tanımlayamayacağımıza ilişkin bir şey daha var ki o hele hiç ima yollu bile olsa ne yapılmamıştır? Türkiye örneğinde, bu sadece Türkiye değil bütün örnekler birbirine çok yakın aslında, hepsi birbirine çok yakın. Nedir? Mesela hep konuşmamız gerekirken hiç konuşmadığımız bir başka şey, bu dayatılan gerçeklikle alakalı. Bu dayatılan gerçeklik nasıl o noktaya geldi de dayatıyor? Biz o gerçekliğe maruz kalıyoruz, maruz kalan bir bünye var.

İslami otoriteyi reddeden otorite meşruiyetini nereden alıyor?

Hiç konuşmadığımız şey şudur: İslami otoriteyi reddeden otorite meşruiyetini nereden alıyor? İslami otoriteyi reddeden otorite, irade meşruiyetini nereden alıyor?

Şimdi bunun için evvela şöyle bir şey yapmak gerekiyordu: Tarihin son 500 yılıyla ilgili. Son 500 yılda teşekkül eden yeni bir dünya var. Bu dünya nasıl oluştu ve bu dünya kendi otoritesini, ırkçı anlamda, efendim ideolojik anlamda nasıl evrenselleştirdi ve bunu Batı dışı toplumlara nasıl dayattı? Yani Batı’da otoritenin oluşumu diye tanımlayacağımız bir süreçler toplamı var. Otoriteyi oluşturan bir dönem var; otoriteyi hem oluşturuyor hem dokunulmaz kılıyor, dokunulmaz kıldıktan sonra onu tahkim ediyor ve ondan sonra onu dayatıyor. O bize geldiğinde zaten, zaafa uğrayan İslami bünye bu otoritenin meşruiyetini tartışabilecek bir entelektüel kabiliyete sahip değil. Neden? O bahsettiğimiz gibi aklı edilgin kılan bir gelenek yüzünden. Çünkü artık düşünemiyor, akledemiyor. Bunu ne yapamıyor? Çözümleyemiyor. Bu bize dayatılan şeyi çözümleyemiyor. Çünkü o, aklı edilgin kılan gelenek, ya da entelektüel mücadeleye son veren gelenek, ya da bireysel varoluşa izin vermeyen gelenek, zaten sizin zihinsel, ruhsal, entelektüel bütün varlığınızı yok ederek sizi sadece ve sadece biyolojik bir varlığa indirgemiş oluyor. Dinden de anladığınız şey bir tür maneviyatçılık, yani bireysel dindarlıkla sınırlı bir din algısı. Dolayısıyla, siz zaten isteseniz bile bir mücadele iradesi ortaya koyamıyorsunuz. Çünkü ne olmuş? O gelenek sizin bütün zihin dünyanızı boşaltmış.

Otorite nasıl tesis edildi ve İslam dünyası toplumları bu otoriteye nasıl mahkum edildiler? Bu mahkumiyet sebebiyle, bu mahkumiyeti duyumsayarak, hissederek, bundan rahatsız olarak bunu reddetmek üzere, bu otoriteyi reddederek İslami otoriteyi yeniden tesis etmek üzere bütün boyutlarıyla, İslam’ın bütün boyutlarını içeren bir otorite anlayışı, meşruiyet anlayışını tesis etme mücadelesi hiçbir zaman gündemimizde olmadı. Bir takım boyutlar üzerinde çalışmalar oldu, evet doğru oldu. Münferit bir takım çalışmalar olduğu doğru, ama bu otoritenin tesisi, yani İslam’ın yeniden hayata, tarihe, dünyaya, dünya misyonunu taşıyacak şekilde, dünya misyonunu temsil edecek şekilde dönüşünü, sistematik, programlı bir noktaya getiren hiçbir çalışma maalesef yok, münferit çalışmalar dışında.

‘Müslümanlar İslami meşruiyeti tesis edemiyor’

Biz şu anda otoritesi olmayan bir dine inanıyoruz biliyor musunuz? Hatta ve hatta, otoritesi olmayan ne kelime, otoritesi yerlerde sürünen! Çok ilginçtir, İslami otoritenin nasıl tesis edileceğine ilişkin hiçbir çalışma yapmayan bu toplum, İslami otoriteye meşruiyet, otorite, irade, belirleyicilik kazandıramayan bu otorite, olağanüstü paralar harcayarak sembolik anlamda camiler inşa ediyor. Cami tesis ediyor, İslami meşruiyeti tesis edemiyor.

Burada bir problem var. Burada çok büyük bir problem var. İslam’ın ontolojik meşruiyetini tesis edemeyen bir toplum, bir kültür sembolik ve folklorik anlamda ancak camiler tesis ediyor. Ne yapıyorsunuz? Taş taş üzerine koyuyorsunuz. Zihin dünyasını, entelektüel dünyayı inşa edemiyorsunuz, tesis edemiyorsunuz ama bina tesis ediyorsunuz, bir mühendislik faaliyeti. Bizim gündemimizin ilk maddesi İslami otoritenin nasıl tesis edileceği? İslami otorite neden yerlerde sürünüyor? Örneğin neden artık şeriat kavramı konuşulamıyor, cihat kavramı konuşulamıyor?

İslami otoritenin yeniden tesisi. Fakat, bu da çok mümkün görünmüyor, çünkü sorunlar iç içe geçmiş sorunlar. Bir toplum düşünün ki… İslam toplumu bu değil, bu şöyle bir toplum olabilir: Gelenekçi, görenekçi, tarihçi, coğrafyacı, vatancı, bayrakçı, marşçı, yürüyelim arkadaşlar ila-ahir olabilir. Ama İslam toplumu? Hayır. Bu, İslam’a yazık. Bu, İslam’a bühtan etmek demek olur. Bir gayrimüslim, bir saat önce Müslüman olsa ve bu ülkede yaşıyor olsa, bir saat sonra şunu fark eder: Aa diyecek, “Hayır, böyle bir şey olamaz, hayır böyle bir şey olamaz, bu toplum epistemik bir diktatörlükle karşı karşıya”. Yani ne demek epistemik diktatörlük? Seküler bilginin diktatörlüğüyle karşı karşıya. Kolonyalist bilginin diktatörlüğüyle karşı karşıya. Sömürgeci bilginin diktatörlüğüyle karşı karşıya.

‘Müslüman demek, açık bir zihin dünyası demektir’

Evet biz Müslümanız ve bütün bilgilere açık bir zihin dünyasını temsil ediyoruz. Bütün bilgilere açık bir zihin dünyasına. Buna çok müsaitiz, bilgi alışverişine. En çok mutluluk duyduğumuz şey bu bilgi alışverişi. Fakat burada bize hükmeden bilgi masum bir bilgi değil. Bize hükmeden bu bilgi masum bir bilgi değil. Bu bilgi çünkü ırkçı bir bilgi, bu bilgi seküler bir bilgi, bu bilgi kolonyalist bir bilgi ve bu bilgi sömürgeci bir bilgi. Evvela şunu hatırlamak gerekiyor: Modernlik, Batılı bütün bilgi ve iktidar yapıları ve sömürgecilik, eksiksiz bir bütünlüğün adı ve bu bütünlük Batı dışı toplumları madunlaştırmak istiyor ve madunlaştırıyor. Madun; alttaki, öteki, yabancı. İnsan altı bir kategori, yarı insan. Bunları ne yapıyor? Sömürgecilik yoluyla ya asimilasyona tabi tutuyor; asimilasyona müsait olmayanları da soykırıma tabi tutuyor. Asimilasyona müsait değilseniz soykırıma tabi tutuluyorsunuz. Yani iki seçenek var; ya asimilasyon… Çünkü farklı bir seçeneğe hayat imkanı tanımıyor, onun için zaten İslam’ın otoritesi yok. Sekülerizmin otoritesi var, İslam’ın otoritesi yok. İslam’ın otoritesi dediğim gibi yerlerde sürünüyor. Çünkü kamusal alan ona kapalı, siyasal alan kapalı, ekonomik alan kapalı, hukuki alan tamamen kapalı, büyük ölçüde kapalı. Birisi Müslüman olsa bir saat sonra fark edeceği şey budur. Biz milyon saat olmuş gelip geçiyor hala burada maruz kaldığımız epistemik diktatörlüğün ne menem bir şey olduğunu fark edemiyoruz. Çünkü biz, arkadaşlar, kader mahkumları haline getirildik, kader mahkumları, evet kader mahkumları. Bir çıkış yolu bulmak gerekiyor. 

Nasıl madunlaştırıldık? Madunlaştırıldığımız için seçenek üretemiyoruz, içerik üretemiyoruz, İslam’ın otoritesini tesis edemiyoruz. İslam’ın hukuki otoritesini, siyasal otoritesini, felsefi otoritesini, entelektüel otoritesini tesis edemiyoruz. Ancak cami tesis edebiliyoruz. Bu camiler de propaganda camiler olarak kullanılıyor. Çünkü zaten cemaati yok, camilerin cemaati yok. Propaganda camileri yaptırıyorsunuz, propaganda namazları kılıyorsunuz. Seçim kazanmak için hatim seferberlikleri başlatıyorsunuz. Utanç verici. Tarihin hiçbir ülkesinde ve döneminde İslam bu kadar hunharca ve barbarca politik ihtiraslar adına istismar edilmemiştir. Fakat, biz bu istismarı fark edemeyecek kadar gerçek bilince yabancılaştık. Çünkü biz gerçek bilince, yanlış bilince evet, gerçek bilince hayat imkanı tanımayan bir iklimin de aynı zamanda çocuklarıyız. Toplumlarımız tarihin son birkaç yüzyılını dini popülizm uyuşturucusu alarak, politik popülizm uyuşturucusu alarak geçirdiler. Hala hepimiz çok yoğun bir şekilde uyuşturucu almaya devam ediyoruz. Düşünün ki arkadaşlar -yani düşünen insan saçını başını yolmak zorunda kalır- bilinçli olarak kendi iradenizle bir politik harekete oy veriyorsunuz -yani eğer vermiş iseniz, vermeyenler bu değerlendirmenin dışında- gönüllü olarak bir politik harekete oy veriyorsunuz, gönüllü olarak oy verdiğiniz politik hareket sizin bilincinizi, duyarlılığınızı, entelektüel tercihlerinizi, düşünsel tercihlerinizi yok ediyor. Ve onun yerine ne koyuyor biliyor musunuz? Duygusal manipülasyon politikalarını yerleştiriyor. Bir toplum düşünün ki, bütünüyle duygusal manipülasyon politikalarıyla malul hale getirilmiştir. Bunu kendiniz yapıyorsunuz. Oy veriyorsunuz, oy verdikleriniz sizin bu şeyinizi ne yapıyor? Bu yolda istismar ediyor ve bunun yerine duygusal manipülasyon politikaları geçiyor. Bugün bu ülkede, özellikle genç kuşakların, hamaset dili, hamaset siyaseti ve hamaset söylemi aracılığıyla bütün entelektüel yetenekleri yok edilmiştir, evet yok edilmiştir ve hiç birimizden ses-soluk yükselmiyor, yükselemez. Çünkü toplum, arz ettiğim gibi, Allah’ın muazzez dini sadece ve sadece istismar edilmek üzere var. Politik iktidarların ihtirasları için ne sadece istismar ediliyor.

Bağımsız bir entelektüel alan oluşturma önerisi

Şöyle bir yazı yazdım bir öneriyle beraber, Yeni Şafak’tan kovulmadan birkaç hafta önceydi. Dedim ki; bizim gibi toplumlarda düşünsel, kültürel, felsefi, entelektüel meşruiyetin yerini karizmatik dini ve politik figürlerin meşruiyeti almıştır. Yani bu toplumlarda düşünsel meşruiyet yoktur, entelektüel meşruiyet yoktur, felsefi meşruiyet zaten hiç yoktur, felsefeye bütünüyle yabancı bir kültürün mağdurlarıyız, hatta ve hatta malulleriyiz. Hepimiz aslında bir malul gibi bir şeyiz yani sakat, yarım, düşünemez, akledemez, fehmedemez, sadece büyük sürünün bir parçası. Sadece kaderlerinde savrulmak ve sürüklenmek var! Bu tür toplumlarda her tür etkinlik devlet ve iktidar alanının sınırları içinde cereyan eder diye yazdım. Ve dedim ki ondan sonra öneri, işte buradaki topluluğa şöyle bir öneri getirdim: Gelin, devlet ve iktidar alanı dışında; bağımsız, üretken, hakikatin ifadesi olan, kavga etme amacı taşımayan, gerektiğinde eleştirel düşünceyi sistematik hale getirme yeteneğine sahip olan, zaman zaman hakikat adına uyarı görevini yerine getiren, önerilerde bulunan bağımsız bir entelektüel alan oluşturalım. Öneri bu. Bu yolda bir takım temaslar da yaptım. Bu temaslar sırasında muhataplarımdan şu tür yanıtlar aldım: Biz filanca ihale için dosya vermiştik onun sonuçlarını bekliyoruz. Çocuklarımız filanca yerde bürokrat, acaba onlara bir şey olur mu olmaz mı? Filanca yerden şunu bekliyoruz… Yani daha doğrusu politik iktidar ve ayrıcalıklarını, ekonomik iktidar ve ayrıcalıklarını, bürokrat iktidar ve ayrıcalıklarını kaybetmemek için İslam’ı kaybetmeyi göze almış bir topluluk. Bağımsız entelektüel sorumluluk almak istemiyor. Neden istemiyor? Korkuyor. Dünyada ve tarihte risk almadan, risk alma ve sorumluluk almadan hiçbir mücadeleden sonuç alındığı görülmemiştir. Yani eğer bir mücadele verecekseniz, veriyor olacaksanız muhakkak risk almanız gerekiyor, yani konfor alanının dışına çıkmanız gerekiyor, konfor alanını terk etmeniz gerekiyor.

Ontolojik iktidar, daha doğrusu epistemolojik diktatörlükle ilgili bizde hiçbir çalışma yapılmamıştır. Ne bir Milli Eğitim Bakanı, ne bir Kültür Bakanı, ne bir kültür adamı, ne bir eğitim adamı, çünkü zaten bir eğitim felsefeniz yok, çünkü size nasıl eğiteceğiniz konusu dayatılıyor, her şey dayatılıyor. Ve siz dayatılan gerçeklikle uzlaşıyorsunuz, sonra bu uzlaştığınız gerçekliği içselleştiriyorsunuz, sonra onunla bütünleşiyorsunuz, sonra onu bütünleştiğiniz şeyin kendi hayat tarzınız olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Hiç rahatsız olmuyorsunuz, halbuki şu anda biz bize dayatılan bir şeye maruz kalarak hayatlarımızı sürdürüyoruz. Gerçek anlamda bir Müslüman, bu şeye katlanamaz, katlanıyorsak eğer burada da ne var demektir? Hemen yüzleşilmesi gereken bir problem var demektir.

Arz ettiğim gibi bizler, hepimizi kast ederek söylüyorum, hepimiz çünkü hesaba çekileceğiz, hepimizin birbirimize karşı sorumluluğumuz var. İslami sorumluluk evrensel bir sorumluluktur. Müslüman olmak demek dünyanın nabzını şöyle tutuyor olmak anlamına gelir, sadece kendi kabilenizin nabzını tutmaktan ibaret değil. Sadece kendi kabilemizle konuşmaya yoğunlaştığımız için insanlıkla nasıl konuşacağımızı unuttuk, onlara ne söyleyeceğimizi de bilmiyoruz. Entelektüel haçlı seferleri karşısında büyük bir bozgun yaşıyoruz, çok büyük bir bozgun, şu anda elan.

Örneğin, bir demokrasi sözcüğünü bile gereği gibi tartışma özgürlüğüne sahip değiliz, demokrasi büyük bir maskaralıktan ibaret. Görüyorsunuz demokrasiler yüzünden başımıza neler geldiğini.

‘İsimler değişiyor, düzen hiç değişmiyor’

Sonra İslami bir farkındalık sahibi olsaydı bu topluluk, biz, hepimiz, burada aynı zamanda bir özeleştiri yapıyoruz. Şimdi bu Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak… Her yerde benzer öyküler yaşanıyor. Türkiye’de bir dönem, bütün bir topluma, seküler mitolojiler ve seküler putperestlikler yoluyla hitap ediliyor. Siyasal anlamda bir dönem Türkiye’de topluma seküler mitolojiler ve seküler putperestlikler yoluyla hitap ediliyor. Bir dönem geliyor, şimdi o dönemin içindeyiz; bu defa topluma muhafazakâr, gelenekçi-görenekçi, biraz dindar -kişisel bağlamda dindar- mitolojiler ve putperestliklerle hitap ediliyor. Bakınız isimler değişiyor, düzen hiç değişmiyor. İsimler değişiyor, düzen hiçbir zaman değişmiyor. Kozmetik kimi değişiklikler propaganda amacıyla kullanılır. Kozmetik! Yapısal anlamda hiçbir değişiklik yok. Yapısal değişikliği zaten gündem konusu bile yapamıyorsunuz. İsimler değişiyor, düzen hiç değişmiyor. Bir dönem bu düzen seküler mitolojilerle, ideolojik mitolojilerle sürdürülüyor, bir dönem geliyor bu defa sağcı, gelenekçi-görenekçi, tarihçi, coğrafyacı, vatancı mitolojiler yoluyla bu defa götürülüyor. Ne oluyor? Demin arz ettiğim gibi, duygusal manipülasyon politikaları, duygusal manipülasyon politikalarıyla onu düzen sürdürüyor. Bir toplumda hamaset eğer yükseliyorsa, o toplumda düşünce büyük bir düşüş içindedir; bunu bilmek ve anlamak gerekiyor. Hamasetin yükseldiği yerde düşünce ve düşüncesizleştirme büyük ölçüde düşüyor. Bunu bu toplum niçin fark edemiyor? Çünkü dediğim gibi, dini popülizm uyuşturucusu alıyoruz, politik popülizm uyuşturucusu alıyoruz, almaya devam ediyoruz. Bünye uyuşturucu istiyor! Bünye uyuşturucu mücadelesine müsait görünmüyor.

Entelektüel haçlı seferleri karşısında yaşanan bozgunla ilgili son zamanlarda “İmkânsız Devlet” diye -belki sizler de gördünüz- bir kitap, birkaç ay önce yayınlandı. Bir Filistinli akademisyen, Amerika’da yaşayan, aynı zamanda Amerikalı. Samimi bir arkadaş. Bu kitabıyla bize şunu söylüyor: Yani bugün İslam devleti, evet mümkün, fakat çok zor, çok zor, yani şunları şunları şunları yapmak gerekiyor filan diyor ama sonuç itibariyle yine de imkânsız gibi görüyor. Yani o kadar kuşatma, o kadar büyük ve entelektüel İslami zihin ve entelektüel algı o kadar yalnız ki her gün çünkü yalnızlaşıyor. Zaten görüyorsunuz, herkes devlete, ulus-devlete eklemlenerek varoluş yollarını arıyor.

‘Bu yoksullaşmadan biz sorumluyuz’

Fakat bu yoksullaşmanın çok ciddi nedenleri var. Bundan biz sorumluyuz, bu yoksullaşmadan biz sorumluyuz. Çok yakın tarihte yapılan bir istatistikte, çok ilginçtir; 9’uncu yüzyıldan günümüze gelinceye kadar Arap toplumlarında Arapçaya çevrilen kitapların yekûnu, geçen yıl İspanya’da İspanyolcaya çevrilen kitaplar kadar. Anlatabildim mi acaba? 9’uncu yüzyıldan bugüne gelinceye kadar Arap dünyasında Arapçaya çevrilen kitapların yekûnu, geçtiğimiz yıl İspanya’da İspanyolcaya çevrilen kitaplar kadar. Uf ki ne uf. Biz şimdi neden entelektüel yoksulluk içindeyiz? Çünkü henüz daha kendi dünya görüşümüze bir özgürlük kazandıramıyoruz. Çünkü o, İslami otoritenin tesisiyle alakalı bir şey. Nasıl düşüneceğiz? Vesayet altında olduğunuz için, evvela vesayetten nasıl kurtulunmalı, zihinler esaretten nasıl kurtarılmalı? 

Bilmiyorum geçen sene burada bu örneği vermiş miydim? Çok ilgi çekici olması hasebiyle verdim, vermeye de devam ediyorum. Entelektüel bağımsızlığın ayrıcalığı diye bir şey. O, İslam’ın ilk dönemlerinde olan şey, entelektüel mücadelenin dokunulmazlığı. Entelektüel uğraşların dokunulmazlığı var. Bu müthiş bir şey. O kadar toplum kendisini bu yolla o kadar çoğaltıyor ki, dünya ölçeğinde yankısı olan, yani onlara yakışan da o, Müslümanlara yakışan da o. Genç bir din, çünkü genç şeyler söylemek zorunda, söylüyor da nitekim. Susan Sontag’dan örnek vermiştim, Amerikalı edebiyat, fotoğraf, tiyatro, sinema kadını. Bu örneği şunun için verdim: Çünkü bu kadın Saraybosna’nın işgal günlerinde hiçbirimizin yapamadığı çok anlamlı bir şey yaptı. Bizim yaptıklarımız çok sınırlıdır. Mesela biz Filistin’le ilgili, Gazze’yle ilgili, Kudüs’le ilgili mali yardımlar yaparız, çimento, un, bulgur, ilaç yardımı yaparız, bir de şiir yoluyla, şiir yazarak yardım yaparız. Fakat asla ve kata siyasal yardım yapamayız. Yok, siyasal yardım yapamıyoruz. Gazze’ye siyasal yardım, Filistin’e siyasal yardım, Kudüs’e siyasal yardım yapamıyoruz. Saraybosna’ya siyasal yardım yapamıyoruz. Susan Sontag illegal yollarla Saraybosna’ya girerek diyor ki oradaki yöneticilere, dönemin mücahitlerine; Saraybosna ahalisini bu karartma günlerinde hiç değilse savaş haletinin dışına çıkaracak bir etkinlik yapalım. Altı ay boyunca bir sığınakta tiyatro yaptılar biliyor musunuz? Susan Sontag’ın yapabileceği bir şey oydu. Biz başka şeyler yapabilirdik. Son tahlilde yapacağı oydu. Biz başka şeyler yapabilirdik. Oradan hareketle bu entelektüel ayrıcalığın ne anlama geldiğini söylemek istiyorum. O şöyle bir cümle kurdu: Dedi ki, “Beyaz ırk ve beyaz adam, modern tarihin değil, bütün insanlık tarihinin en derin kanseridir” dedi. Entelektüel ayrıcalık bu.

Bir başka şeyle mukayese etmenizi istirham ediyorum, Said-i Nursi de diyor ki; İslam ve Müslümanlar ilanihaye Amerika’nın himayesi altında olacak, ilanihaye. Israrla bir şey söylüyorum; 15 Temmuz’un bütün referansları Said-i Nursi’dedir, Fethullah Gülen’de değil. Oradan almıştır bütün referanslarını, çünkü Amerika ilanihaye İslam’ı vikaye ve himaye edecek. Yani Amerika ne yapıyorsa İslam’ı himaye ve vikaye için yapıyor! Sonra diyor ki, Papa’ya mektup yazıyor, diyor ki; gelin Kur’an’la İncil’i birleştirelim. Avrupa Birliği’nin tartışıldığı günler -işte 50’li yıllar- diyor ki; Avrupa Birliği’nin gerçekleşmesi demek, mehdiyetin ve meshiyetin gerçekleşmesi olacaktır diyor. Vesayet altındaki zihin budur. Bugün toplumlarımız ya geleneğin vesayeti altındalar ya modernitenin vesayeti altındalar. Daha vahimi, kişi kültünün vesayeti altındalar. Kişi kültlerinin yaptığı kötülüğü Müslüman toplumlara hiç kimse yapmamıştır, emperyalistler bile yapamamıştır. Emperyalizme karşı ne yapıyorsunuz? Bir şekilde, duygusal olarak da, bir nefret duyuyorsunuz. Fakat kişi kültünü, takdis etmekten başka hiçbir şey yapamıyorsunuz. Onu ne yapıp yapıp kutsallaştırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorsunuz.

‘Bugünün gerçekliğine nüfuz edecek çalışmalar yapmalıyız’

Bakınız, sadece ve sadece İslam dünyası toplumlarında düşünce, kültür hayatı, ilahiyat hayatı sadece ve sadece beyaz adamın misyonu, uygarlık misyonu dilini bir yapısöküme tabi tutmak suretiyle o dile cevap verecek bir içerik üretimi üzerinde yoğunlaşmış olsalardı, bugün çok daha iyi bir noktada oluyor olacaktık. Çünkü bugün bu entelektüel haçlı seferleri karşısında kendi sözcüklerimize özgürlük kazandıramıyoruz. Özgürlüğü yok. Çünkü sözcüklerimizin otoritesi yok. Sadece beyaz adamın misyonu üzerine cevap vermek için bir düşünsel üretim yapıyor olsaydık, dediğim gibi, ama bunu yapamayız, evrensel bir zihne sahip değiliz. Çünkü düşüncesiz duygusallıklar, düşüncesiz bağlılıklar ve düşüncesiz bağımlılıklar üreten bir şeyiz. Ve aynı zamanda nedir? Duygusal manipülasyon politikaları yoluyla toplumda ne üretiliyor? Aparatçik üretiliyor. Binlerce aparatçiğiniz var, bir tane düşünürünüz yok. Aparatçik, partizan, memur… Sloganları var, klişeleri var, kalıpları var, düşüncesi yok. Sloganları var, klişeleri var, düşüncesi yok. Aparatçik. Binlerce trol deniyor, binlerce trolümüz var, binlerce aparatçiğiniz var, binlerce mübarek zat –tırnak içinde- var, binlerce mehdilik iddiasında bulunan meczup var, bir tane düşünürümüz yok arkadaşlar; burada bir sorun yok mu? Neredeyse bütün toplum klinik bir olaya doğru evriliyor. Devamlı dini popülizm uyuşturucusu alıyor, politik popülizm uyuşturucusu alıyor. Artık bütün bu şeye bir son vererek evvela kendi gerçekliğimizle yüzleşmenin yollarını bulmalıyız. Dediğim gibi bugünün gerçekliğine nüfuz edecek çalışmalar yapmalıyız. Entelektüel anlamda verdiğim örnek dehşet vericidir.

Bugünlerde son derece ilgi çekici bir kitap yayınlandı, bugünlerde o kitabı okuyorum, ‘Kayıp Aydınlanma’ diye bir kitap. Bu kitabın yazarı son derece ilginç bir adam, Türkiye ile de zaman zaman teması olmuş, Türkiye’yi de tanıyan bir Amerikalı. Bu zat arkeolog. İslam dünyası üzerine okurken bir kitaba çok ihtiyaç duyuyor. Yani İslam’ın ilk yükselişi, küreselleştiği dönem, ortaya çıktığı dönem neler ortaya koydu ve sonra dünyadan nasıl geri çekildi? Böyle bir kitap bulamayınca diyor ki ben bu kitabı kendim için yazdım, ben okuyacağım diyor. Çünkü biz yazmadık, yazmıyoruz. Aparatçik yetiştiren bir kültür, efendim, trol yetiştiren bir kültür, her gün yeni mehdiler icat eden, her gün yeni mübarek zatlar icat eden, daha çok, düşünmek yerine menkıbe dinlemeye yönelen bir toplum, bunun yapabileceği bir şey yok. O halde yeni bir harekete, yeni bir başlangıca, yeni bir dile, yeni bir sorumluluğa, yeni bir dayanışmaya, ümmet ölçeğinde yeni bir dayanışmaya ihtiyacımız var.

‘İslam dünyası ölçeğinde dayanışma ile zillet aşılabilirdi’

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu zillet sadece bir tek şeyle aşılabilirdi, bir tek şeyle; İslam dünyası ölçeğinde dayanışmayla aşılabilirdi. Bu dayanışmayı Türkiye’de birkaç yıl önce hayata geçirilen romantik bir dış politika yaklaşımı berhava etti biliyor musunuz? Berhava etti. Yani İslam dünyası çapında ortaya konacak bir dayanışmayı, İslami anlamda bir dayanışmanın imkanlarını, romantik bir dış politika yaklaşımı berhava etti. Dediler ki; Türk misyonu, Türk vizyonu, Osmanlı misyonu, Osmanlı vizyonu. Bütün bir Ortadoğu entelektüelleri bu dilden rahatsızdılar. Dediler ki; bundan vazgeçin. Çünkü eğer dünyanın nabzını tutan, dediğim gibi bir entelektüel hayatımız olsa, bunların farkında olacaktık, farkında olmadık. Dediler ki o günlerde bütün bir Arap entelektüel hayatı; bu dil, Türkiye’de kullanılan bu dış politika dili, konuşulan Türk misyonu… Çünkü ortada zaten bağımsız bir tecrübe yok, bağımsız bir tecrübe yok.

Şimdi birkaç gün önce Fransa Devlet Başkanı diyor ki; NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir. Çok enteresandır, NATO’ya Türkiye sahip çıkıyor, yani emperyalist bir kuruma Türkiye sahipleniyor. Diyor ki Türkiye cevaben; NATO’nun değil senin beyin ölümün gerçekleşmiştir. Şimdi bakıyorsunuz -yandaş medya diye medya olduğunu duymuşsunuzdur- oradan böyle yeni bir Selahattin Eyyubi -her gün bir Selahattin Eyyubi çıkarıyoruz, ucuz kahraman- yeni bir Selahattin, diyor ki, ‘Fransız Devlet Başkanı’na meydan okuyor’ diyor. Fakat Macron ya bizi mahcup etmek istemiyor ya da diyor ki; bunların ne hali varsa görsün. Macron bize şöyle diyebilirdi: ‘Arkadaşlar’, ‘bakın Türkiyeli arkadaşlar’, ‘şu anda İktibas Dergisi ofisinde sohbet eden arkadaşlar’; ‘sizi uyarıyorum, şu anda ülkeniz Türkiye’de Fransız devriminin siyasal kavramlarıyla siyaset yapılıyor’; bir. İki; ‘ülkenizde hayatın bütün alanlarına yönelik referans sistemini benim ülkemin filozofları inşa ettiler’, dese ne diyeceksiniz? ‘Sizin daha özgür ve bağımsız bir referans sisteminiz bile yok’ dese ne diyeceksiniz?

Hülasa, düşünmeyen bir topluluk her şeye katlanır, her şeye bir mazeret bulur. Sonunda kendisi bir patolojik olay haline gelir, ona da bir mazeret bulur. Çünkü dini uyuşturucu alan bir bünyenin iyileşme ihtimali son derece güç bir ihtimaldir vesselam.

Rabbim hepimizin akıbetimizi hayra tebdil etsin. Hepinize bincan ile teşekkür ediyorum.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *