Yasin Aktay’dan ‘İslamcılık’ yorumu

Yasin Aktay’dan ‘İslamcılık’ yorumu

Aktay: “İslamcılığı aslında bir açıdan bütün Müslümanlar temsil ediyor, bir açıdan da kimse temsil etmiyor. Bu belki yaşadığımız çağa özgü bir durum.”

Yeni Şafak‘ta bugün “İddiaları ve gerçekleştirdikleri arasında İslamcılık” başlıklı yazısında Yasin Aktay, şu değerlendirmede bulunuyor:

İslamcılığı yeni veya yinelenmiş sorular etrafında tartışmaya açan Yetkin Düşünce dergisinin merkezi sorusu İslamcılığın iddialarıyla gerçekleştirdikleri arasındaki fark. Bununla bir muhasebe tutmaya çalışıyor, İslamcı iddialara sahip olanları hesap vermeye çağırıyor, belki kendisi de hesap vermeye çalışıyor. Bu bağlamda benimle gerçekleştirdikleri uzunca söyleşiden, derginin değerli yöneticilerinden müsaadeyle, konuyla ilgili bir kesitle daha baş başa bırakmak istiyorum.

İslamcılık Türkiye’de nasıl bir imkan ve zafiyeti içinde barındırmaktadır?

Tabi böyle bir resim içinde İslamcılık uzun yıllar Türkiye’de bir muhalif hareket olarak kendini konumlandırdı. Ama İslamcılık derken hakkında konuşabileceğimiz yekpare bir hareket, bir söylem bir örgüt yok. Devletle mesafesi de, kendisiyle mesafesi de belirsiz bir söylemler bütününden söz edebiliriz ama bu söylemler bütününün tutarlılığını ölçebileceğimiz, tutarsızlığını şikayet edebileceğimiz bir makam yok. Bu İslamcılığın önemli bir zafiyeti olarak görülebilir ama bir açıdan da onun en önemli avantajlarından biri durumunda. Bir kilisesi yok İslamcılığın, dolayısıyla çağın gelişmelerine karşı kendini bağlayacak bir kez ve bütün zamanlar için sabitlenmiş tabuları yok. Dışarıdan bu, hızla gelişmelere adapte olabilen, dışarıdan bir pragmatizm gibi gözlemlenebilecek siyasi ve toplumsal eklemlemeleri, ifadeleri görmemize yol açıyor. Ama bir açıdan da bir tür zayıf ilahiyat olarak insan özgürlüğüne, yaratıcılığına, içtihadına açılan geniş alanda İslamcılığın gelmekte olan insan için, gelmekte olan insanın söyleyeceğine dair ihtimalleri ve umudu hep açık tutuyor. İslamcılık tüketilemeyen bir potansiyeldir, çünkü her gün kendini namaz gibi, oruç, hac, kurban, şehadet, zekat gibi en temel eylemlerde ortaya koyuyor. Bu eylemler üzerine hiçbir politik söylem geliştirilmese bile bunların kendiliğinden felsefesi İslamcı duyguyu, iradeyi ve duruşu her zaman yeniden üretmeye yetiyor.

Siyasette İslamcılığı kim temsil ediyor? Bu temsiliyetin başarısını nasıl değerlendirebiliriz?

İslamcılığı aslında bir açıdan bütün Müslümanlar temsil ediyor, bir açıdan da kimse temsil etmiyor. Bu belki yaşadığımız çağa özgü bir durum. 1924 yılına kadar dünyada İslamcılığı devlet düzeyinde, politik beden düzeyinde temsil eden bir Osmanlı vardı. İslam’ın siyasi sorumluluğu resmen halifenin omuzları üzerindeydi. Osmanlı’dan önce diğer halifeler, iyi veya kötü temsil ediyor olup olmadıklarına bakmaksızın, İslam’ın siyasal bedenini temsil ediyorlardı. Bir beden olarak bazen capcanlıydı, tazeydi, etkiliydi, ama bazen de yorgun düşüyor, yaşlanıyor çağa ayak uydurmakta zorlanabiliyordu ama bir hayatiyeti vardı.

İslamcı irade bir bedende, ama beşeri bir bedende hayat buluyordu. Bunu söylemenin anlamı onun bu dünyadaki varlığının hatadan masum olmadığını, İslamcı siyasal bedenin her yaptığının doğru olmayabileceği gerçeğini hatırlatmak için. İslamcılık İslam’ın kendisi değil elbet. Bir ideal olarak bütün Müslümanların aradığı İslam ile bu arayışların neticesinde kaçınılmaz olarak bir yorumsama pratiği olarak ortaya çıkan İslamcılık arasındaki mesafenin her tahlilde bilincinde olmak lazım.

Hilafet-sonrası şartlarda ise İslamcılığın temsili bambaşka bir mesele haline gelmiştir. İslamcılık bir varmış bir yokmuş efsanesi haline gelmiştir. Ciddi bir hermenötik soruna dönüşmüştür. Bütün dünyada bütün Müslümanların itibar ettiği, kendilerini bir organı hissettikleri bir siyasal beden olarak temsili yok. Buna mukabil hep varmış ve her yerde etkisi varmış gibi adından söz ettirmiştir. Bazen bir hayalet-hortlak olarak, bazen gelmekte olan bir kurtarıcı olarak. Ama kimin etine kimin kemiğine bürünmüş olarak?

Muhayyel bir ümmet varlığı var ve beden yokluğuna rağmen bütün Müslümanların kendilerini ait hissettikleri bir evrensel ümmet varlığı var. Bütün Müslümanların zihninde, kalbinde ve ibadetlerinde sürekli yeniden-üretilen bu varlığın muhayyellik düzeyinden ete kemiğe bürünmenin yollarını araması mukadder. Bu belli bir odaktan, belli bir merkezden yönetilen bir programa tabi olmasa da Müslümanın en temel ibadetlerinde kendiliğinden içkin siyasallık bu telosa akmaktadır.

Neticede bir muhalif duygu olarak sert bir örgütlülüğe sahip olmayan İslam, inananların dini pratikleri içinde, sosyal varlığıyla etkide bulunmaya devam etti. Hiç kimseye bulaşmadan kendi halindeki varlığıyla bile onu diri diri gömmüş olanları, fiilen iktidarda olanları korkutmuştur. Bu anlamda bir başarıdan bahsedebilir miyiz? Edebiliriz. Ama bu başarı hangi örgütün, hangi partinin, hangi cemaatin dersen orada durup şu söylediklerimi biraz daha düşünmek lazım.

Bu durumda, İslamcılığın geçmişten bugüne temel iddiaları ile gerçekleştirimleri arasında nasıl bir fark ve ilişki görüyorsunuz?

Hangi İslamcılar? Biteviye yorumlanan bir İslam’ın siyasal söylemi var ama bu söylemi gerçekleştirmeye dönük bir örgütü yok. Bir örgütlülüğe kavuşanlar ise İslamcılığın siyasal söylemiyle aralarına mesafe koymak durumunda kalıyorlar. Hatta daha fazlasını söyleyeyim, İslamcı olarak kategorize edilenler İslamcı olmadıklarını söyleyerek başlıyorlar sözlerine ve üstlendikleri siyasal programlarına İslamcı yaftasının yapışmaması için özel bir gayret bile gösteriyorlar. Bu da İslamcılığın izini sürmeyi zorlaştıran bir şey tabi. Sahip çıkanın olmadığı bir söylem İslamcılık, buna rağmen varlığını herkesin hissettiği bir olgu, bir etki. Müslümanların toplam siyasal etkisi, İslam’dan anladıklarıyla hayatta karşılaştıklarını yorumlayarak veya yorumsayarak ortaya koydukları bir siyasallıklar bütünü.

Neticede bunun üzerine konuşuyoruz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *