1984 : Bir Ütopyanın Gerçeğe Dönüşme İhtimali

1984 : Bir Ütopyanın Gerçeğe Dönüşme İhtimali

Toplumlar zihni saldırıların sonunda bir nevi “zihinsel formattan” geçiriliyorlar. Bu nedenle de kimse olan biteni sorgulama gereksinimi duymaz hale getiriliyor

1984 : Bir Ütopyanın Gerçeğe Dönüşme İhtimali

Ahmet Ferhat Öksüz

” SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR…”

Bu meşhur sloganı bilirsiniz, bir nevi galat-ı meşhurdur. G. Orwell’ın meşhur başyapıtı 1984’te sık sık geçer ve modern dünyanın -eğer bu vandallıkla devam edilirse- eninde sonunda varabileceği kör nokta olarak düşünülmüştür. Orwell, bu romanını kaleme alırken kendi zamanının buhranlarından feyz almıştır ki hatta dönemin Sovyet Rusya’sına karşı bu romanı kaleme aldığı da söylenir.(Ve hatta yazıldığı dönemde birçok kişi tarafından hedef tahtasına bile konulmuştur.) Bu roman, her ne kadar kendi döneminin ağır ve ütopik bir tenkidi olsa da kendi oluşum dönemini aşmış ve çağlarüstü bir eleştiriye dönmüştür. Aslında Orwell, kendi çağının özelinde kalmamış ve gücü, iktidarı eline alan her erkin denetlenmediği, sorgulanmadığı sürece romandaki hale evrilebileceğini büyük bir maharetle yansıtmıştır. Aslına bakılırsa roman bir ütopyadır ancak bu kötü ütopyanın bir gün gerçeğe dönüşmeyeceği ne malumdur? Az da olsa çok da olsa bu romandaki ahvalin bugünkü modern sistemde bir karşılığı yok mudur? İşte biz de bunu düşündük ve bir yazı kaleme almaya çalıştık. Romandan hareketle bugünün dünyasını anlamlandırmaya çalıştık ve acaba bu kötü ütopyaya ne kadar yaklaştık ya da eğer içindeysek neresinde duruyoruz, bunu sorgulamaya ve tefekkür etmeye çalıştık. Zülfüyare bir dokunalım dedik ve bakalım neler gördük! Gözünüzü kapatın ve şimdi size anlatacağımız bir dünyayı hayal edin…

“Tele-ekran aynı anda hem alıcı hem de verici işlevi görüyordu. Fısıltıyla konuşmadığı sürece Winston’un çıkardığı her ses tele-ekran tarafından alınıyordu; dahası, madeni levhanın görüş alanında kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da. Hiç kuşkusuz, ne zaman izlendiğinizi anlamanız olanaksızdı. Düşünce Polisi’nin, kime ne zaman ve hangi sistemle bağlandığını kestirmek çok zordu. Herkesi her an izliyor da olabilirlerdi. Ama size istedikleri zaman bağlanabildikleri açıktı. Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyorsunuz…”

Evet, bu okuduklarımız gözümüzü kapattığımız andan itibaren başlayan bir rüyanın/hayalin girizgahı olsun, biz bunu böyle kabul edelim. Ne büyük bir kâbus! Ve şimdi dönelim yaşadığımız dünyaya. Yaşadığımız dünya da tıpkı buna benzer bir şekilde gözlem altında değil mi? Bugün yazdığımız, çizdiğimiz, söylediğimiz şeyler belli bir kalıp içinde tutulmuyor mu? Hangimiz gerçek manada fikirlerimizi açıklamakta özgürüz? Ya da soruyu şöyle soralım; bunları açıkladığımız, yaptığımız anda hangimizin eylediklerimizden dolayı işlem görmeyeceği garanti? Bütün bunları genele yani dünyaya tahvil edelim, yerel düşünmeyelim. Uluslararası bir gözetimden/kontrolden bahsediyorum. Tıpkı Faocuolt’nun panaptikonunu hatırlatmıyor mu bütün bunlar? Evet, bugün dünya ya da başka bir deyimle modern dünya tıpkı bir panaptikonu andırıyor. Sanki büyük bir “el” bizi belli bir noktadan sürekli izliyor ve bizi yaptıklarımızdan dolayı cezalandırabiliyor. Her hareketimiz bir gözlem süzgecinden geçebiliyor. Sistem tıpkı romandakine benzer bir şekilde sosyal ağlar üzerinden yapabiliyor bütün bunları. Instagram, Facebook, Twitter, vs. gibi birçok mecra bu sistemin enformasyon/haberalma alanları olarak karşımıza çıkabiliyor. Gündemi oradan belirleyebiyorlar, bunu yapmaya muktedirler. Fikirlerinizi paylaştığınız an, -fikir eğer umuma aykırı ise- sizi bir çırpıda aforoz edebiliyorlar hatta linç yiyebiliyorsunuz. Ya da genel olarak tüm kitle iletişim alanlarını düşünün. Bir gerçeği olanca çıplaklığıyla çarpıtabilme gücüne sahipler ve bunu çok kolay bir şekilde yapabiliyorlar. İtiraz bile edemiyorsunuz, sonunda büyük bir linç ile ya da sistemdışı kalma olayıyla karşı karşıya kalabilme ihtimaliniz var. Romanda geçen şu bölüm şu anki modern sistemin mottosu gibi sanki; “geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.” Romanda bu duruma gerçeklik denetimi adını veriyor Orwell. Ve bu cümleyi bir nevi açıklayıcı/destekleyici bir bölüm daha kaleme alıyor; 

“Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de parti’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı; bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak…”

Bu satırları okudukça şu an yaşadığımız dünyadaki çarpıtmayı en ince ayrıntısına kadar duyumsayabiliyorsunuz. Her şey nasıl bir ustalıkla çarpıtılıyor, hissedebiliyorsunuz. Bir gerçek nasıl yalana tahvil ediliyor, bir yalana sanki gerçekmiş gibi nasıl sımsıkı sarılabiliniyor, görebiliyorsunuz. Ve işin en iç ürpertici yanı da bu işlemler yapılırken -nasıl bir sahtelikle yapılırsa yapılsın- bunu yapanların sanki çok doğru bir iş yapıyormuşçasına sahte ve rahatsız edici bir “haklılık” duygusu ya da yanılsaması içinde bunu yapmaları! Yüzleri hiç kızarmıyor ki bu şöyle dursun sizi itham altında bırakabiliyorlar. Sizi yalancı, sahtekar hatta hain olarak lanse edebiliyorlar. Bunu yaparken arkalarına aldıklarıyla, onları her fırsatta bilâkaydışart sahiplenen bir kitlenin varlığıyla, size her türlü yaptırımı yapabilme imkanına da/meşruiyetine de sahipler. Devam edelim bir başka misal üzerinden;

“Winston, tele-ekranda ‘eski sayıları’ tuşladı, Times’in gerekli nüshaları yalnızca birkaç dakika sonra basınçlı borudan geliverdi. Aldığı mesajlar, şu ya da bu nedenle değiştirilmesi ya da resmî deyimle düzeltilmesi gerektiği düşünülen makaleler ve haberlerle ilgiliydi. Örneğin, 17 Mart tarihli Times’e göre, Büyük Birader önceki günkü söylevinde Güney Hindistan cephesinde yeni bir gelişme olmayacağını, ama kısa bir süre sonra Avrasya’nın Kuzey Afrika’da saldırıya geçeceğini öngörmüştü. Gel gör ki, Avrasya Başkomutanlığı saldırıyı Güney Hindistan’da başlatmış, Kuzey Afrika’ya hiç dokunmamıştı. O yüzden, Büyük Birader’in söylevinin bir paragrafını yeniden kaleme almak, öngörüsünü gerçeğe uygun kılmak gerekiyordu…”

Bu misal bugün gazetelerde ya da umumi olarak medyada iktidarların herhangi bir tekzipe/düzeltmeye gerek kalmadan da bu işlemin yapılabildiği bir hale evrilmiştir. Bugün dünyada iktidar sahipleri dün söylediklerini bugün hiçbir gerekçe de ya da özre gerek kalmadan değiştirebilmekte hatta dün söylediklerini bugün hiçbir gerekçe olmadan inkar edebilmekte ve hatta kendilerine gelen eleştirileri de şiddetle yok sayarken eleştiri sahiplerini de yalancılıkla itham edebilmekteler. Romana göre; “bu işlem uygulandıktan sonra, herhangi bir çarpıtmanın yapıldığını kanıtlama olanağı ortadan kalkıyordu.”

Bir başka yerde şu ifadeler çarpıyor yüzünüze; “Gerçi Yoldaş Ogilvy diye biri yoktu, ama gazetede çıkmış birkaç satır yazıyla birkaç düzmece fotoğraf onu var edebilirdi… / Yaşayanların değil de ölülerin yaratılabilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu geçirdi aklından. Yoldaş Ogilvy şimdi hiç yaşamamıştı ama, artık geçmişte yaşıyordu; üstelik, bu sahtecilik unutulduktan sonra, varlığı Charlemagne ya da Julius Caesar kadar gerçek, onlar kadar tanıtlı kanıtlı olacaktı…”

Bu ifadeler dün de bugün de sistem içinde hayat bulma şansına sahip birer realite olarak varlığını korudu, korumakta devam ediyor. Medya ile bir gerçekliğin var olup olmadığı ya da var olduğu sanılan bir şeyin gerçek olup olmadığı sağlanabiliyor. Bunu özellikle devletler eskiden beri kullanıyorlar. Bilhassa olmayan bir düşman üretilirken bu işlem uygulanıyor. Bu işlemi de sırf kitleleri elde tutmak amacıyla, bu kitlelerde bulunan milliyetçilik duygularını harekete geçirip kullanarak başarabiliyorlar. Özellikle modern dünyada iktidarlar bu uygulamayı her dara düştüklerinde hayata geçirmekten geri durmuyorlar. “Devletin ayakta durabilmesi için mutlaka bir düşmana ihtiyaç vardır.” düşüncesinden hareketle modern devletler birçok kez neredeyse kendi düşmanlarını kendileri var ediyorlar ve halklarına da “sizin koruyucu gücünüz benim” mesajını veriyorlar, istisnalar hariç tabi. Bu uygulamayı genellikle bir devlet ötekine karşı, onu yıpratıp yıkmak amacıyla da kullanabiliyor. Dünya üzerinde bulunan birçok terör örgütünün bu amaçlarla belli kişi ve kurumlarca finanse edildiği gerçeğini de unutmamak gerekiyor. Misalen kitapta bu tip bir uygulamanın geçtiği satırları okumakta fayda olacağı kanaatindeyim. Bu satırlar şöyle;

“İki Dakika Nefret izlenceleri her seferinde değişirdi, ama Goldstein’ın başrolde olmadığı tek bir izlence yoktu. Goldstein baş haindi, parti’nin saflığını bozan ilk kişiydi. Daha sonra parti’ye karşı işlenen tüm suçlar, tüm ihanetler, baltalama eylemleri, sapkınlıklar, sapmalar doğrudan doğruya onun öğretisinden kaynaklanmıştı. Goldstein, her neredeyse, hala hayattaydı ve fesat karıştırmayı sürdürüyordu; belki denizaşırı bir ülkede yabancı ağababalarının koruması altındaydı, kim bilir, belki Okyanusya’da bir yerde gizleniyor bile olabilirdi; ara sıra böyle bir söylenti dolaşıyordu… / Goldstein, gözle görülmeyen koca bir ordunun komutanı, kendilerini Devlet’i yıkmaya adamış bozgunculardan oluşan bir yeraltı örgütünün başıydı. Örgütün adının Kardeşlik olduğu söyleniyordu. Ayrıca Goldstein’ın kaleme aldığı ve tüm sapkın düşünceleri özetleyen korkunç bir kitabın gizlice dağıtıldığı söylentisi ağızdan ağıza dolaşıyordu. Kitabın adı yoktu. Yalnızca kitap demekle yetiniliyordu. Ama bunların hepsi de belli belirsiz söylentilerden edinilen bilgilerdi…”

Yine bugün tüm dünyada düşüncenin ufku daraltılıyor. İnsanlar dar düşüncelere, faydasız tartışmalara garkediliyor ve bu şekilde asıl meselelerden hep ama hep uzakta tutuluyorlar. Kelimelerin, kavramların içi boşaltılarak anlamsız hale getiriliyor ve bir süre sonra o kelime yahut kavram yok olmaya mahkûm hale geliyor. Ne düşündüğünüz, nasıl düşündüğünüz bile aslında ipotek altında. Ayrıca düşünceniz belli sınırlar içine hapsediliyor. Size izin verildiği ölçüde hareket edebiliyorsunuz. Eğer o sınırı bir şekilde aşarsanız bu sefer ya düşünceniz yok sayılıp kaale bile alınmıyorsunuz ya da kitapta da denildiği gibi bir düşünce suçu işliyorsunuz. 

Bugün her yerde mevcut bir düşünce/fikir/söylem/eylem inşa ediliyor. Bu durum eskiden beri süregeliyor. Özellikle Batı dünyası kendisinin mucidi olduğu mevcut kalıpları her alanda size dayatıyor ve bunun dışına çıkmanıza izin bile vermiyor. Siz kendi kendinize hareket edemez hale geliyorsunuz. Ola ki gelirseniz yok sayılıyor ya da onlara göre sistemdışı yani “medeniyet dışı” kabul ediliyorsunuz. Bu yapılan siyasî, ekonomik, felsefî, vs. kuşkusuz her alanda bu şekilde işleyegeliyor. Derrida gibi düşünce insanları buna, bu mutlakiyete “mevcudiyet metafiziği” adını veriyor ve bu varsayımın aslında ne kadar da temelsiz olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu kavramın sadece dilde egemen olmadığını, Batı medeniyetinin her alanında vaki olduğunu iddia ediyor ve bunun “başka bir düşünce imkanı”nı hiçe saydığını ifade ediyor. Batı medeniyeti, bu gibi bir yapıyla hareket ediyor ve bunu da tüm dünyaya egemen kılmaya çalışıyor. Kısaca farklı olanı yok sayma, tanımama…

Tam da bu noktada kitapta düşüncenin ufkunu daraltma adına neler yapıldığı ile ilgili bir kaç yerden alıntı yapmak isterim;

“Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek… / Sözcükler her sene biraz daha azalacak, bilinç alanı her sene biraz daha daralacak. Kuşkusuz, şu anda bile düşünce suçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz. Bu bir özdenetim, gerçeklik denetimi sorunu. Ama bir gün gelecek, buna da gerek kalmayacak… / Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra ‘özgürlük köleliktir’ diye bir slogan olabilir mi? Düşünce ortamı tümden farklı olacak. Aslına bakarsan, bugün anladığımız manada bir düşünce olmayacak. Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir…”

Ayrıca bugün dünya genelinde devletler düşünen, sorgulayan, yazan insanlar/topluluklar yerine hamasi ifadelerini bilâkaydışart yerine getirecek hamaset toplumları/milletleri inşa ediyorlar. Esasen geçmişten bu yana bunun inşası sürekli var olagelmiştir. Çünkü sorgulayan, denetleyebilen insan devleti şeffaf bir yapıda görmek ister, onun yalanlarını ifşa edip gereğini yerine getirebilir ve gerçek manada “devletin gerçek sahibi” hüviyetini kazanabilir. Oysa bu tip insan toplulukları sistemi elinde tutanların işine gelmez. Onlar için en uygun insan tipi kesinkes düşünmeyen, başına ne gelirse gelsin fehmetmeyen/düşünmeyen insan kalabalıklarıdır. Boşuna “kalabalıkların fikri olmaz” denilmiyor. Kalabalıklar düşünemezler, sorgulayamazlar. Onları bu hale getirmenin en güzel yolu da hiç kuşkusuz hamasettir. Hamasete gark olmuş insan da tam manasıyla bir “mankurttur.” Anlamlı bir “kendilik” iddiası hiç yoktur, olmamıştır ve bu gidişle de muhtemelen olmayacaktır. Varlığı koca bir yok hükmündedir. Hayata, düşünce dünyasına, insanlara söyleyecek hiçbir sözü, verebilecek hiçbir şeyi, sunabileceği hiçbir vizyon ve anlatabileceği hiçbir iddia yoktur. O sadece bedenen vardır. Zihni ölümü çok daha evvelden gerçekleşmiş, sadece bedenen gömülmek için bedeni ölümü beklenilmektedir. Kısaca bu yaşayan ölünün size vereceği hiçbir şey yoktur, zarardan gayrı…

Winston kitabın bir yerinde onlar için; ” Kafaları sloganlardan başka bir şey almazdı; her türlü ahmaklığa inanabilirlerdi, yeter ki parti tarafından söylensin…” diyecek ve ekleyecekti; ” Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça asla bilinçlenemezler…” İşte onlar böyle büyük bir paradoksa hapsolmuşlardı. Ve onlar farklı olan hiçbir şeye tahammül etmeyeceklerdi. Çünkü farklı olan rahatsız ediciydi. Cahillik bir konfordu ve onlar öylece mutlulardı. Hatta bunun için sizi linç bile edebilirlerdi. Tıpkı Orwell’ın kitapta dediği gibi; 

“Sapkınlıkların sapkınlığı sağduyuydu. Ve işin asıl korkunç yanı, farklı düşündüğünüz için sizi öldürecek olmaları değil, haklı olabilecekleriydi. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk ki? Yerçekimi diye bir şey olduğunu nereden biliyorduk ki? Geçmişin değiştirilemez olduğunu nereden biliyorduk ki? Madem geçmiş de, dış dünyada yalnız zihinlerdeydi, ki madem zihinler de denetlenebiliyordu, söylenecek ne kalıyordu ki geriye?”

Evet, geriye ne kalıyordu ki? Koca bir hiç ve bitimsiz bir yalan… Kısaca bugün gördüğümüz şeyler aslında gördüğümüz gibi olmayabilir. Bizim görmemiz gereken şeyleri değil de görmememiz gereken, bir bakıma gereksiz birçok ayrıntı zihnimize doldurularak körleştiriliyoruz. Bu yapıldıktan sonra fehmetmeyi/düşünmeyi de aklınıza getiremiyorsunuz. Çünkü derin bir düşünmeyi gerçekleştirebilecek yegane mefhum olan akıl, bitip tükenmek bilmeyen yalanlar silsilesiyle kuşatma altına alınıyor. Ve sizler bu kuşatmayı bertaraf etmek ile uğraşırken diğer taraftan aslolan şeylerle irtibatınız kesiliyor, onları es geçip gidiyorsunuz. Bir nevi zihniniz üzerinde büyük bir oyalama işlemi gerçekleştiriliyor ve bu oyalama işlemi sizi gerçeğin kendisinden mahrum ediyor. Bu işlemin sonucunda sizler birer mankurt olup çıkıyorsunuz, kalabalığın seline kapılan bir çöp poşeti gibi sağa sola savrulup duruyorsunuz… Orwell kitabın bir yerinde; “Her gün Londra’nın tepesine inen tepkili bombalar, olasılıkla, ‘sırf halka korku vermek için’ Okyanusya Hükümeti tarafından atılıyordu.” derken bu oyalama siyasetinden/mankurtlaşmadan bahsediyordu, ayrıca; “Savaş savaştır, kan dökülür, üstelik verdikleri haberlerin hepsinin yalan olduğunu biliyoruz.” derken de…

Sonunda o toplumlarda bilinç denen şey sıfırlanmış hale geliyor. Toplumlar bu tür zihni saldırıların sonunda bir nevi “zihinsel formattan” geçiriliyorlar. Bu nedenle de kimse olan biteni sorgulama gereksinimi duymaz hale getiriliyor ve sonuç olarak orada her şey tektip hale geliyor, farklı olan tehlike olarak algılanıyor ve bu karmaşıklık bu şekilde sürüp gidiyor. “Ne var ki, Julia, parti öğretilerini yalnızca kendi yaşamına iliştiği ölçüde sorguluyordu. Doğru ile yalan arasındaki farkı önemsemediği için, resmî ağızlardan yayılan hikayeleri çoğu zaman kolayca kabulleniyordu… / O zaman neden bu kadar üzülüyorsun ki? Bir sürü insan durmadan öldürülmüyor mu?” cümlelerinde vuku bulan vurdumduymazlığın, boşvermişliğin bundan başka bir açıklaması olamaz. Bencillik, bu gibi toplumların en bilinen kimliği haline gelir. 

El hasılı kelâm toplum -marksist manada bakarsak proleterya- dediğimiz şey, tarih boyunca -çoğu zaman- sadece iktidar sahiplerinin gücü elinde bulundurmasına aracılık haline getirilmiş, onların gücü sömürülmüş ve de sonuç olarak gene onlar bu diyalektiğin kurbanı olmuşlardır. Tarih bunun kirli bir şahidi ve örneğidir. Onlar hiçbir zaman uyanma eğilimi gösterememiş, bunu gösterdiği anda iktidarların/gücü elinde bulunduran erklerin güçlü bir balyozuyla etkisiz ve tepkisiz hale getirilmişlerdir. Tarih bir de şuna tanıklık etmiştir ki; geçmişte ezilen bir tabakanın gücü eline aldığı an kendisine reva görüleni bir başkasına reva görmesidir. Demek oluyor ki güç dediğimiz şey; sorgulanmadığı, denetlenmediği, aklı selim ile kontrol edilemediği sürece bir “ezme aracı” olarak kalacak ve nice toplulukların başına bela olacaktır. Oysa ki bu bir “kader” değildir ve olmamalıdır. Toplumlar, kendi güçlerinin farkında olmalı, devlet dediğimiz mekanizmanın kendileri için var olduğu gerçeğini unutmamalı ve onu, kendisini ezmek için kullananlara fırsat vermemelidir. Unutulmamalıdır ki devletler, insanları “insanca” yaşatmak için vardır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” öğüdü boşuna değildir ki yabana atılmamalıdır. Adaletin olmadığı ve bunun sonucunda insanların ezildiği bir yerde devlet zaten yoktur, var olan zulümdür, Nemrut düzenidir. Bu bilinçle hareket edilmeli ve gelecek nesilleri bu minval üzre yetiştirmelidir. Aksi takdirde dünyanın her geçen gün daha da yaşanmaz/tahammül edilemez bir hale evrileceğinden şüphe yoktur. Kitapta da denildiği gibi;

“Karanlığın olmadığı bir yerde görüşmek üzere…”

Selâm, sevgi ve muhabbetle inşallah…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *