PKK/YPG kartını kullanma sırası Esed’de mi?

PKK/YPG kartını kullanma sırası Esed’de mi?

Rejim ile YPG arasındaki mutabakat ışığında en öncelikli dikkat edilecek noktalardan biri YPG teröristlerinin yalnızca üniforma değiştirerek rejimin güvenli bölgede bulunduğu izlenimi vermesi olasılığıdır

PKK/YPG kartını kullanma sırası Esed’de mi?

Dr. Göktuğ Sönmez / ORSAM Güvenlik Çalışmaları Direktörü
Star-Açık Görüş

Rejim ile YPG arasındaki mutabakat ışığında en öncelikli dikkat edilecek noktalardan biri YPG teröristlerinin yalnızca üniforma değiştirerek rejimin güvenli bölgede bulunduğu izlenimi vermesi olasılığıdır. Bu, Rejimin PKK/YPG kartını ileride Türkiye’ye karşı kullanmak için saklaması ihtimalini gündeme getirir.

5 Ekim’de AK Parti istişare toplantısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Fırat’ın doğusunu barış pınarlarıyla sulama” ifadesi, arkasından 6 Ekim’de Trump ile yapılan telefon görüşmesinde bu yöndeki irade beyanı ve 7 Ekim’de Türkiye’nin uzun süredir planladığı harekata başlayacağına dair Beyaz Saray’dan gelen açıklamayı müteakip 9 Ekim’de Barış Pınarı Harekatı başlatılmıştır. Harekat genel çerçevesi itibariyle Türkiye’nin Suriye politikasına uyumlu biçimde temel bazı motivasyonlar üzerine inşa edilmiştir; Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafazası, Suriye’nin kuzeyinde kurulacak bir terör devletine imkan tanınmaması, Suriye İç Savaşı neticesinde yerlerinden edilmiş mültecilerin güvenli biçimde ülkelerine dönebilmelerinin temin edilmesi.

Harekat için ismiyle uyumlu biçimde iki önemli giriş noktası belirlenerek Ceylanpınar karşısındaki Resulayn ve Akçakale karşısındaki Tel Abyad üzerinden 480 km uzunluk ve 30-32 km genişlik olarak ifade edilen, ilk etapta Resulayn ve Tel Abyad arası 120 km genişlik hedeflenen ve M4 Otoyolu’na ulaşarak önemli bir lojistik avantaj sağlamayı amaçlayan bir dizayn ile bölgeye adım atılmış, bu askeri amaç hızla gerçekleştirilmiştir. Harekatta Özgür Suriye Ordusu omurgası üzerine inşa edilen Milli Ordu da 14 bin kişilik bir kuvvetle harekat öncesi sınıra konuşlanmış, 3 binden fazla savaşçıyla iştirak etmiştir. Harekatın başlangıcıyla birlikte YPG’nin Türkiye’ye yönelik saldırıları artmış, yalnız 11 Ekim’deki havan ve roket mermilerinin isabeti neticesinde Nusaybin’de 1’i bebek 8 kişi şehit olmuş, 35 kişi yaralanmıştır. Örgüt Nusaybin’e 300’den fazla havan ve roket saldırısında bulunmuş, bu saldırılarda 11 kişi hayatını kaybetmiştir. PKK ile bağlantısının daha az görünür kılınması için üst düzey ABD askeri yetkililerinin farklı mecralarda da itiraf ettikleri şekilde Suriye Demokratik Güçleri olarak adlandırılan YPG’ye DEAŞ’ın tam tersi bir imajla propaganda çerçevesi çizilmiş, terör örgütü demokrat, seküler, kadın-erkek eşitliği odaklı, insan haklarına saygılı bir sahte vitrin ile dünyaya kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Örgütün kontrol ettiği bölgelerde neden olduğu demografik değişim, muhalif Kürt aktörleri suikastler ve saldırılar ile sindirmesi, çocukları savaşçı olarak kullanması ve PKK’yla doğrudan organizasyonel ve operasyonel bağı pek çok uluslararası kurum tarafından raporlar, sunumlar, açıklamalar ile ortaya konsa da üzerleri kapatılmaya çalışılmıştır.

Tutuklu DEAŞ’lılar

Harekata dair en önemli meselelerden biri harekat öncesindeki Beyaz Saray açıklamasında da gündeme gelmiş olan tutuklu DEAŞ’lılar ve DEAŞ’ın yeniden bölgede güç kazanmasının engellenmesi olmuştur. Bölgede öne çıkan el-Hol, Ayn İsa, Tvahina, Arişe, Mebruka, Ebu Haşab, Roj gibi kamplarda 10 bin civarında DEAŞ’lı tutukluyu kapsar biçimde 80 binin üzerinde kişi bulunmaktadır. DEAŞ ile tek başına mücadele etmiş ve 3 binden fazla DEAŞ’lı teröristi etkisiz hale getirmiş, sınırlarında DEAŞ varlığını sonlandırmış tek NATO gücü olan Türkiye’nin DEAŞ’ın olası “geri dönüşü” ihtimalinden sorumlu tutulmasına yönelik propaganda da harekatla birlikte hızla devreye sokulmuştur. YPG en başından itibaren bu kamplar kozunu oynayarak örgütün yeniden ayağa kalkacağı, buna Türkiye’nin neden olduğu, kampları artık kontrol etmeyeceği vb. açıklamalar üzerine videoları internette erişilebilir şekilde hapishanelerden DEAŞ’lıların kaçmasına imkan sağlamış, böylelikle harekat uzarsa DEAŞ eliyle yapılacak saldırılarla Türkiye’yi sıkıştırma ve DEAŞ’ın TSK ve SMO önüne çıkarılmasını hedefleyen bir orta vadeli planlama yapmıştır.

Harekatın askeri cephesinde oldukça hızlı biçimde Resulayn’da ve Tel Abyad’da kontrol sağlanır ve 600’den fazla YPG’li terörist etkisiz hale getirilirken diplomatik cephe de hareketlenmiştir. Burada AB ve ABD’den gelen yoğun tepkilere ilaveten Arap Birliği’nin Suriye rejimine de yeniden meşruiyet kazandıran eleştirel tutumu ve KKTC Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları dikkat çekmiştir. Öte yandan Pakistan ve Azerbaycan’dan gelen destek açıklamalarına ilaveten harekat sırasında gerçekleşen Türk Konseyi’nin de destekleyici açıklamaları olmuştur. NATO daha yumuşak bir tutumla Türkiye’nin güvenlik endişelerinin anlaşıldığı vurgusu yapmıştır.

Diplomatik cephe

Diplomatik cephede bunlardan daha önemli ve sahayı doğrudan etkileyen gelişmeler ise Türkiye ile ABD arasında varılan mutabakat ile bu mutabakat akabinde Türkiye ile Rusya arasındaki görüşmeler ve üzerinde uzlaşılan maddelerdir. ABD, 120 saat içinde YPG unsurlarının “güvenli bölge” sınırlarını terk edeceğini ve bu yapıdan ağır silahların toplanacağını belirtmiştir. Burada Türkiye’nin sahada etkin mücadelesi ve kararlılığının ABD pozisyonunda ve özellikle Trump’ın konuya yaklaşımında değişikliğe sebep olduğu değerlendirilmekle birlikte en önemli soru ABD’nin bu vaatleri yerine getirmekteki kapasitesi olmuştur. Beklenmeyen hızda gerçekleşen çekilme esnasında ABD, kimi kendi üslerini dahi “düşman” eline geçmemesi için bombalamış, bu süreçte de YPG ABD karşıtı söylemle birlikte rejime ve Rusya’ya yakınlaşmış, dolayısıyla bu vaatlerin uygulanabilirliği sorgulanmıştır. Zira rejim ile Hmeymim üssünde Rusya arabuluculuğuyla tam bu dönemde görüşen YPG, kontrol ettiği şehirleri rejime teslim ederek hem korunma amaçlamış hem de anayasa sürecinde özerklik meselesini masaya koymak üzere bir anlaşmaya gitmiştir.

Bu anlamda Türkiye’nin Rusya ile yapacağı görüşme esas itibariyle bu mutabakattan daha büyük önem taşımaktaydı. 23 Ekim’de Soçi’de gerçekleşen toplantı neticesinde 150 saat içinde bu 30 km’lik alanın YPG teröristleri tarafından boşaltılması, Tel Abyad ve Resulayn’da harekat sonucundaki durumun korunması, Münbiç ve Tel Rıfat’tan YPG unsurlarının çıkarılması ve sınırdaki 10 km’lik bölgede Rusya ve Türkiye’nin ortak devriye yapması üzerinde mutabık kalınmıştır. Özellikle Suriye özelinde ABD’nin Ayn İsa haricindeki çekilmesi dolayısıyla artan Rus etkinliği, YPG’nin bu durum ışığında Rusya ve rejim ile yakınlaşmış olduğu, Türkiye, İran ve Rusya arasında uzun süredir Suriye’ye ve özelde İdlib’e dair yürütülen diplomasi değerlendirildiğinde esas itibariyle Rusya ile yapılan mutabakatın pratik ağırlığının daha fazla olduğu öne sürülebilecektir. Bununla birlikte Türkiye, hem ABD hem Rusya ile mutabakatlarına karşın, verilen vaatlerde herhangi bir aksama olduğunda harekata kaldığı yerden devam edeceğini de net biçimde ifade etmiş, ilk etapta ortaya koyduğu askeri kapasite bu olasılığın uygulanabilirliği konusunda soru işareti oluşturmayacak bir keskinlik göstermiştir.

1998 yılında Suriye ile Türkiye arasında Türkiye’nin caydırıcılık kapasitesini de etkin kullanımı neticesinde imzalanan Adana Anlaşması’nın üzerinde de Rusya ile varılan mutabakatta ve öncesinde özellikle Rusya tarafından gelen açıklamalarda durulmuştur. PKK’nın ve lider kadrosunun Suriye’de saklanma ve eğitim için kampları kullanma imkanını yıllarca kullanması neticesinde Suriye sınırına askeri hareketlilik neticesinde imzalanan mutabakat bağlamında ülkede herhangi bir kampa izin verilmemesi ve lider kadronun sınır dışı edilmesi ve ülkeye kesinlikle tekrar sokulmaması öngörülmekteydi. Bu çizgide bir Adana-II mutabakatının da Rusya ile Türkiye arasında adı konmasa dahi takip edilmesi mümkün görünmektedir.

Bölgesel yansımalar

Harekat yalnızca Rusya-Türkiye, rejim-YPG, rejim-Türkiye, ABD-Türkiye ilişkilerini değil, çok daha büyük ölçekte ABD’nin dünya “hegemonyası” iddiasını ve bu çizgideki siyasetini etkilemiştir. ABD’de Monroe Doktrini olarak bilinen ve liberal akıldan beslenen ilk dönem izolasyonculuğu ile daha muhafazakar tona sahip Amerikan istisnacılığının sesinin Irak Savaşı sonrasında yükselerek duyulması Trump döneminde somut halini bulmuştur. Bu söylem ABD’nin kendisinden oldukça uzak coğrafyalarda ciddi finansal kaynak harcadığı ve asker kaybettiği operasyonlara girmek yerine mevcut gücünü korumaya odaklanması, bu sahalarda kaybedebileceği güç neticesinde mevcut hegemon konumunu tehlikeye düşürmemesi şeklinde en basit haliyle ifade edilebilmekte, yalnız Suriye değil, Irak ve Afganistan konusunda da hem geçmişte hem bugün dillendirilmektedir.

ABD’nin bölge siyasetini özellikle Trump dönemi daha deklare edilmiş biçimde “ödemeler karşılığında güvenlik” çizgisine çekmesi ve askeri güç projeksiyonunu keskin bir kar-zarar analizi şekline dönüştürmesi YPG örneğindeki gibi yerel aktörlere ağırlık veren, NATO içerisinde çatlaklara neden olan bir çizgi ortaya çıkarmıştır. Böylelikle hem ABD ekonomisi daha az finansal kaynağı aktarmakta hem de Amerikan askerlerinin hayat kayıpları minimalize edilerek içerideki savaş karşıtı tepki dizginlenebilmektedir. Ancak kısa vadede finansal ve beşeri sermaye açısından makul bulunan ve Trump’a hala önemli ölçüde halk desteği sağlayan konular arasında yer alan bu çizginin yalnız bölgede değil, Çin’in büyüyen gücüyle birlikte küresel ölçekte salınımlara sebep olması da mümkün görünmektedir. Özellikle Rusya’nın 90’ların ikinci yarısında adım adım kendi yakın çevresine ve sonrasında günümüze doğru yaklaştıkça Balkanlara, Baltıklara ve nihayeten artan biçimde Ortadoğu’ya angajmanı dolayısıyla bu söylemin riski ise böylesi bir dış politik çizgiyle ABD’nin bulunduğu konumun korunup korunamayacağıdır. Rusya’nın tam harekat devam ederken Suudi Arabistan ve BAE ziyaretlerini gerçekleştirmesi de bu anlamda yoğun harekat gündemi içerisinde üzerinde fazla durulmayan ve taraflardan da açıklama gelmemesi itibariyle sessizce gerçekleşen bir hamle olmuştur. Bölgede özelikle S-400 satımı meselesi bağlamında bir zemin olduğu değerlendirildiğinde Rusya’nın Körfez’de de etkisini artırması durumunda ABD’nin genel Ortadoğu politikasında daha ciddi kırılmaları beklemek mümkün olacaktır. Hem harekatın, hem de Trump’ın Ortadoğu politikasında gitmeye çalıştığı revizyonun ABD içinde de halihazırda gergin ilişkileri tırmandırdığı ve Trump’ın karşısındaki Dışişleri ve CENTCOM odaklı cepheyi daha da keskinleştirdiği, özellikle CENTCOM’un hem mevcut kadroları hem emekli generaller üzerinden YPG’nin “yalnız bırakılması” söylemini desteklediği görülmektedir.

İran’ın telafi çabası

Öte yanda bir diğer önemli aktör olan İran’ın Irak’taki gücü Irak’ta süren protestolar bağlamında önemli kayıplara uğramakta ve sahada ABD’den ele geçirdiği üstünlük sınanmaktadır. Özellikle nükleer anlaşmadan ABD’nin çekilmesi ve yaptırımların yeniden uygulanması ihtimali değerlendirildiğinde 2015 sonrası gevşeme sayesinde Irak ve Suriye’de milis yapılara verdiği desteği artırabilen İran’ın bu noktada da güç kaybına uğraması mümkündür. Böylesi bir ortamda Rusya bölgede giderek mevcut düzeni kırmaya çalışan değil kuran başat aktör olma potansiyelini artırırken İran’ın Rusya’ya giderek daha yakın bir siyaset izleyerek bölgede kayıplarını telafi etme çabası göstermesi olasıdır. Bu bağlamda ABD, Irak’taki süreçten de İran karşısında elini güçlendirerek çıkamadığı takdirde Barış Pınarı Harekatı ve bu süreçte Trump’ın tutumunun ABD’nin bölgede hegemon rolünün önümüzdeki yıllarda yaşayacağı sarsıntının en önemli kırılma noktalarından biri olarak hatırlanması muhtemeldir. Suriye’de rejimi birlikte ayakta tutan iki aktörün ilişkileri ise giderek daha asimetrik hale gelme potansiyeli taşıyacak, İran ile ilişkilerde Rusya patronajı kendisini daha fazla hissettirir hale gelecektir. İran’ın “vekalet savaşları” yoluyla verdiği desteğe karşın Rusya, Suriye’de rejimi asıl ayakta tutan ve süreci yürüten aktör konumunu sahada ve masada göstermiştir.

Türkiye’nin hem Rusya hem de ABD ile ilişkilerinde ise ikili ilişkilerdeki mevcut dinamiklere ilaveten bundan sonraki süreçte YPG ile ilgili tutum ve vaatlerin yerine getirilmesi en önemli başlıklardan biri haline gelecektir. Hem Rusya-Türkiye hem de Rusya-Türkiye-İran ilişkilerinde bu mevcut dinamiklerde izlenmesi gereken en önemli başlıklardan biri ise kuşkusuz harekat sırasınca ikinci planda kalmış olan İdlib’teki düğümdür ki Suriye’de İç Savaş’ın yalnızca sonu değil bundan sonrası süreç ve anayasa yapım süreci ile Suriye’de yeni siyasi aktörlerin sisteme angajmanı ve reform çabalarını da doğrudan etkileyecek orta-uzun vadeli bir gündem maddesi teşkil etmektedir. Özellikle rejim ile YPG arasındaki mutabakat ışığında en öncelikli dikkat edilecek noktalardan biri YPG teröristlerinin yalnızca üniforma değiştirerek rejimin güvenli bölgede bulunduğu izlenimi vermesi olasılığıdır. Bu, Rejimin de bu silahlı gücü kendi ordusunu güçlendirmek için kullanarak PKK/YPG kartını oyundan çıkarmadan ileride gereği halinde Türkiye’ye karşı kullanmak için saklaması ihtimalini gündeme getirir. 90’ların tecrübesi bunun oldukça olası olduğunu göstermektedir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *