Hüseyin Alan: Ebu Cehil’in çadırı

Hüseyin Alan: Ebu Cehil’in çadırı

Siyer kitapları ile tanınan yazar Hüseyin Alan, Mekke toplumunda siyasetin merkezi ve gücü hakkında, bugünle bağlantılı olarak kapsamlı bir sunum gerçekleştirdi.

İktibas Dergisi seminerlerinin ikincisi Hüseyin Alan’ın katılımı ile devam etti. Geçtiğimiz Cumartesi günü dergi lokalinde gerçekleştirilen konuşmanın başlığı “Ebu Cehil’in çadırı” idi.

Sözlerine Ebu Cehil’in kimliği üzerinde durarak başlayan Hüseyin Alan, İslam nezdinde kime neden cahil denildiğini vurguladıktan sonra, ‘çadır’ kelimesi ile siyasetin merkezinin kast edildiğini, o günün toplumsal yapısı içerisinde siyasetin işlevi ile bugünün dünyasındaki benzerlikler ve farklılıklar üzerinde durdu.

Hüseyin Alan’ın konuşmasından geniş bir özet sunuyoruz:

Ebu Cehil, gerçek bir şahıs, tarihte yaşamış, siyasi bir lideri temsil eden bir tipoloji bu, bir karakter Ebu Cehil. Asıl adı Amr bin Hişam, Araplar arasındaki lakabı Ebul Hakem. Ebu’l Hakem, bilge, zeki, hikmetli adam demek. Araplar Ebu Cehil’e bu vasıflarıyla bu lakamı takmışlar, Ebu’l Hakem, hikmet sahibi adam, bilge adam, bilgili adam yani, okuma-yazması olan bir adam.

Daru’n-Nedve’de, Mekke’de bugünkü alıştığımız cumhuriyet ve demokratik rejimlerdeki parlamentoların karşılığı olan Daru’n-Nedve’ye üye. Daru’n-Nedve’de, kural olarak, kabilelerden ikişer üyeyle temsil edilen 40 üyesi var, 40 parlamenteri var, 40 meclis üyesi var. Onlardan birisi. 40 yaş ve üzeri kuralı var. Oradaki üyelerin hepsi 40 yaş ve üzerinde seçilirlermiş. İlk defa tarihte Ebu Cehil 25 yaşında oraya giren bir adam. Yani zekâsını, bilgisini, hikmetini oradan anlayabiliriz.

Bu cehalet okur-yazar olmakla ilgili değil

Müslümanlar bu adama Ebu Cehil diyor, cehaletin babası. Ne demek şimdi bu? Bir taraf ona bilge diyor, hikmetli adam diyor, bilen adam diyor, Müslümanlar da ona cehaletin, cehlin babası lakabını takıyorlar? Şundan: Cehalet kelimesinin, kavramının kullanımıyla alakalı bir şey bu. Onlara göre cehalet başka bir şey, Müslümanlara göre cehalet başka bir şey. Müslümanların cehaletin babası derken kastettiği, Ebu Cehil’in Allah’ı kâle almayan bir adam olmasındandır. Allah’ı kâle almayan, onu dikkate almayan bir insan, Müslümanlıkta cahildir. İstediği kadar okur-yazar olsun, istediği kadar bilgi sahibi olsun, istediği kadar hikmetli bir adam olsun, istediği kadar da üstün vasıfları taşıyan bir adam olsun fark etmiyor, İslam nezdinde o adam cehaletin babası oluyor, cehil, cehalet, cahil adam.

Şimdi şöyle bir şey var: Ebu Cehil Allah’a inanıyor, yüce bir Allah inancı var adamın. Peki, nasıl cahil olur?

Allah’tan başka rab ve ilah kabul eden bir adam bu. Allah’a inanıyor, ibadet yapan bir adam, abit bir insan, hayır ehli bir insan, yardım ediyor, namaz kılıyor, hac ediyor, zekât veriyor, eman veriyor, yardıma düşküne zekât veriyor bu adam, yani Kureyş toplumunun genel özelliği, vasfı bu zaten. Ebu Cehil de bunlardan birisi.

Nasıl bu adam Ebu Cehil olur, cehaletin babası olur?

Allah’tan başka uluhiyet ve rububiyet konusunda dikkat etmediği için. Çünkü çok tanrılı bir inancı var Kureyş toplumunun. Bizim toplumumuzun tipolojik olarak benzeri çok ortak yönleri var. Bizim toplumumuz da Allah’a inanıyor, yüce bir Allah inancı var, ama Allah’tan başka ilah ve rab kabul etmiş. Dünya hayatını düzenlerken hayatı parçalamış, her parçaya bir rab ihdas etmiş bir inanç türü, yaşam biçimi bu. Dolayısıyla Allah’tan başka ilah ve rab kabul ediyor olmak sözel bir şey değil, zihinsel bir şey de değil. Bunun hayata, pratiğe, sosyal hayata, toplumsal hayata yansıyan biçimidir bu.

Özeti şu: İbadetinizi Allah’a göre yapıyor olabilirsiniz, ama siyasetinizi, ticaretinizi, komşuluk hukukunuzu, kârınızı ve zararınızı başka ilahlara göre yapıyor olabilirsiniz. İşte bu Allah’tan başka ilah ve rab kabul etmektir. Zaten Kureyş’in dindar toplumu ile Muhammed aleyhisselamın getirdiği din arasındaki çatışmanın tek sebebi; Allah’ın yegane ilah ve rab olarak ortaya sürülmesidir. Olur mu diyorlar, başka rabler de var. Allah yüce bir Allah, yüce bir varlık, yaratıyor, kainatı düzenliyor, ama hayatı düzenleme işinde Allah bu işlere karışmıyor, başka rablerimiz var diyorlar. Dolayısıyla Allah’tan başka yegane ilah ve rab Allah dediniz mi, yani bütün hayatı, toplumsal hayatımızı Allah’a göre düzenliyoruz dediğiniz an Muhammed aleyhisselamın dinini doğru kavramış, ona göre de şekillenmiş oluruz ki kavga buradan çıkar zaten. Bugün de böyle bir şey olsa aynı kavga yine çıkar.

Allah’a kâle almamak bu anlamda Allah’ı inkar etmek anlamına gelmiyor. Zalim, zorba, müşrik kelimesi de zaten tam bu bağlamda bir anlam ifade eder. Müslüman olan insan iman etmeyen insanı, yani Allah’tan başka ilah ve rab kabul eden insanı zalim, müşrik ve zorba olarak tanımlaması da budur. Literatürde de böyle geçer, ayetlerde bu anlamda kullanır. Bizim için zalim, en başta kelimenin tam anlamıyla, mutlak anlamıyla, Allah’ı kâle almayan, Allah’ı ciddiye almayan, her işinde Allah’ı gözetmeyen insan demektir, o adam zalimdir, o adam zorbadır, o adam müşriktir. Sadece adam olarak değil Ebu Cehil’in nezdinde, Ebu Cehil güçlü bir adam, Kureyş toplumunda önder bir adam, lider bir adam, Darü’l-Nedve üyesi, sözü de en çok geçenlerden birisi o sistemde. Dolayısıyla Müslümanlar ona cehlin, cehaletin babası dediklerinde tam da İslami literatüre uygun bir tanımlama yapmış oluyorlardı.

Çadır ifadesi

Çadır metaforik bir ifade, benzetme, sembolik bir ifade. Çadır, bir toplumun düzenini, sistemini, birlik ve beraberliğini ifade eden bir kelime, çadır. Oba dediğimiz şeyi bilirsiniz, obaların çadırları vardır, ama obanın bir reisi vardır, obanın töresi vardır, obanın kuralları vardır, hiyerarşik bir yapısı vardır, oraya oba derler. Yok değilse başıboş, sergüzeşt bir insandan bahsederiz, yani bir yere bağlı olmayan. Oraya bağlı olan insan oranın bağlısıdır; oranın töresine uyar, liderine itaat eder, kurallarını, geleneğini ve ahlakını sürdürür ve oranın adamıdır. Bir çadıra bağlı olan insan, izzetini şerefini o çadırdan bulur, çadırdaki değerden bulur, toplumdan bulur, o topluma aidiyetten bulur, o toplumun kaide ve kurallarına benzeyerek, şekillenerek o toplumun adamı olur, varlığını o topluma adamıştır. Bunu devlet olarak da tamı tamına tercüme edip karşılayabiliriz, çadır bunu ifade ediyor, çadırı bu anlamda kullanıyoruz. Dolayısıyla obanın çadırı veya reisin çadırı da diyelim buna, ki bu hepimizin bildiği bir şey, tarihte de var bu. Şimdi şehirlere, kentlere, kent medeniyetine dönüşünce çadırın yerine binalar, meskenler, iş yerleri, resmi daireler filan oluşunca çadırın yerine bunlar geçti. Ama mahiyeti itibariyle, özü itibariyle aynı şey, şeklen farklılaşmış, yoksa çadır halen yaşıyor. Bu anlamda ‘çadır’ kelimesi metaforik olarak bir ‘siyasi düzeni’ temsil ediyor, Ebu Cehil de o çadırın reisini temsil ediyor.

Klasik tarihte ve toplumsal yaşamda siyaset şöyle dizayn ediliyordu: İktidar dediğimiz şey nihai otoritedir, son sözü söyleyendir, ondan daha büyük güç olmayan demektir, kararı veren demektir iktidar dediğimiz sulta, otorite. İktidar olarak daha çok kullanılıyor. Bir toplumsal hayatta, bir toplumsal düzende son kararı veren, toplumu düzenleyen ahlaki yasal kuralları da koyan otorite anlamında.

Klasik toplumlarda bu iki türde şekillenmiş. Birincisi; küçük topluluklar. Bunlar şehir toplumu olarak geçer. Kur’an da bunu karye -karye şehirdir- olarak kullanır, genellikle de olumsuz anlamda kullanır. Karye kelimesinin geçtiği ayetlerde olumsuz bir topluluktan, olumsuz bir yaşam biçiminden, düzenden bahsedilir. Bu bildiğimiz klasik site devletleri, şehir devletleridir. Kabilelerin, yani 200-300 kişilik ortalama olarak. Yukarıya doğru usulden gidersek baba, dede, nine, ebe diye çıkalım üç-beş göbek yukarıya, aşağıya doğru çocuklar, torunlar, onların çocukları falan derken 200 kişilik bir kabileden bahsediyoruz. Genelde dünyanın her yerinde kabile böyle bir şey. Bu kabileler bir araya gelip kavim olurlarsa şehri oluşturuyorlar. Tabii şehir dediğimiz zaman bir topluluktan, farklı kabilelerin biraraya gelip federasyon biçiminde birleşmiş yapısından bahsediyoruz ki eğer burada bir siyaset varsa -ki öyle olur zaten- siyaset olmasa kabile olmaz, şehir olmaz, şehir toplumu olmaz.

Devletin etimolojik olarak kelime detaylarına takılmayalım, yapılan şey aynı şeydir. Devlet modern bir kelime biliyorsunuz. Burada iktidardan bahsediliyor, işte şu şehir dediğinde o şehirde yaşayan bir topluluk var, o şehrin bir siyasi, ahlaki, hukuki düzeni var, o düzene uyan insanları var. Bir de onun üzerinde hiyerarşik yapısı itibariyle siyasi iktidar olan grubu var. Şehirler biraraya gelirse ona krallık diyoruz; 3 şehir, 10 şehir, 20 şehir biraraya gelirse krallık diyoruz, sayısı daha artarsa buna imparatorluk diyoruz. Klasik toplumun siyasi tasnifi, yapılanması böyle. Tabii aralarındaki güç mücadelesi, savaşlar, barışlar ayrı bir şey, o güce göre değişen bir şey. Ama site devleti, kent devleti, şehir devleti, krallık ve imparatorluk olarak tasnif edilmiş klasik tarihteki siyasi düzen böyle bir şey.

Modern dönem devlet yapısının farklılıkları

Modern dönemde devlet dediğimiz şey açığa çıktı, 15. yüzyılda kabaca. Devlet kelimesi 850’lerde Abbasi İmparatorluğu, Abbasi Hanedanlığı zamanında kullanılmış. İslam tarihinde, İslam literatüründe devlet kelimesi var. Modern tarihte ise 1500’e kadar yok. İlk kullanan İtalya’daki 1500’lerin meşhur ismi Makyavel devlet kelimesini ‘state’ olarak ilk defa kullanan. Sonra günümüze geldiğinizde artık cumhuriyet ve demokratik biçim dediğimiz devletler dünyanın her yerinde yaygın. Bu devletin tipi tek. Yönetim biçiminin ırsiyete dayalı krallık olması veya seçimli meclise dayanması devletin niteliğini değiştirmiyor, bu bir devlet yapısı.

Şimdi burada değişen bir şey var, eski klasik tarih ve toplumlarda sınırlar yoktu, şimdi burada sınırlar var. Devletin hükümran olduğu sınırlar çiziliyor, oraya vatan deniliyor. O vatanda yaşayan insanlar kabileler kavimler topluluğu, bunun da siyasi düzeni de devlet dediğimiz şey olarak şekillenmiş. İkisi arasında bir nitelik farkı var, bu önemli. Klasik tarihteki devletlerde iktidar paylaşılmış durumda, iktidarlar paylaşılıyor. Tek iktidar yok, tekelci bir iktidar yok. Eyalet sistemiyle, kavim-kabile reisleriyle olsun, uzlaşma-anlaşmalarla oluşmuş bir iktidarın paylaşılmış sistemi var ve bürokrasi yok. Peygamberin döneminde iki yerde bürokrasi var; birisi Bizans İmparatorluğunda, birisi de Sasani İmparatorluğunda. İmparatorluk olunca kurumsallaşma var, artı bürokratik bir iktidar yapılanması var. Fakat modern devletlerin tamamı iktidarı tekleştirmiş durumda ve bürokratik bir iktidar kurmuş durumda.

Klasik devletlerde toplumsal düzende tanrısal/ilahi kurallar hakim

Bir şey daha var bizi ilgilendiren burada; klasik devletlerde, toplumlarda yasa dediğimiz kurallar dizini, toplumun düzenini sağlayan kurallar dizini tanrısal ve ilahi, hiç şaşmıyor, dünyanın her yerinde böyle. Doğusunda da batısında da, kuzeyinde de güneyinde de, yasa yetkisi ilahi ve tanrısal. Onun temsilcileri var, bildiğimiz ruhban sınıfı. Yasayı uygulama gücü beşeri. İkili iktidar var; yasa iktidarı var, uygulama iktidarı var, icra dediğimiz şey. İcranın yasaya uygunluğu veya uygunsuzluğu detay bir şeydir, bizdeki Muaviye hesabı düşünün. Emevi Hanedanlığı, İslam/hilafet yönetim sisteminin hanedanlığa dönüştüğü yerde hukuk şer’i, ama uygulamada hukuka uygunluk, yasaya uygunluk konusunda sorun var, bu dünyanın her yerinde var. İyisi geliyor iyi oluyor, kötüsü geliyor kötü oluyor. Ama esası ikili iktidar var, modern çağa geldiğimizde modern devlet tipine, türüne, dönemine geldiğimizde iktidar tekli. Yasama yetkisi de, uygulama gücü de devletin tekelinde. Onun için modern devlete ‘tanrı devlet’ derler. ‘Tanrı’ metaforu, yasama gücünün de yetkisini eline aldığı içindir. Nitekim bizim yaşadığımız, içinde yaşadığımız, şahit olduğumuz, tecrübe ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti de böyle bir devlettir, tanrı devletidir. Yasayı da kendi yapar, yasayı uygulama yetkisini de kendi bünyesinde, uhdesinde tutar. İki devlet türü arasında, iki iktidar türü arasındaki bu nitelik farkı bizim için önemli, bunu bir zihinlerimizde tutalım.

Bir şey daha tutalım aklımızda; o gün de bugün de, iktidara karşı isyan hep en ağır suçla tecziye edilmiş, devlete isyan diyelim, iktidara isyan diyelim, yöneticiye isyan diyelim, kabile şefine isyan diyelim, şehir devletindeki yönetim meclisine isyan diyelim. İsyan, her yerde, o gün de, bugün de eğer ağır suç ile tecziye edilmiş. Roma’da imparatorluğa, devlete isyanın suçu, bu suçun cezası çarmıha gerilerek katledilmektir, Roma hukukunda bu. Örnek vereceğim; Hazreti İsa neden çarmıha gerilerek cezalandırılmak istendi sorusunun cevabı burada. Ama biz peygamberleri böyle bilmediğimiz için, peygamberleri böyle tanımadığımız için, peygamberleri sosyal hayatta, toplumsal hayatta, siyasal hayatta görmediğimiz için ya da peygamberlerin bu tarz söylemini, duyurusunu, inzarını, tebliğini böyle anlamadığımız için biz bu işin niye böyle olduğunu da kavramıyoruz, film kopmuş bizde.

Hazreti İsa, isyan suçu işlemişti! “Allah’tan başka ilah ve rab yok” demek bütün peygamberlerin en temel söylemidir, hangi dönemde hangi toplumsal siyasal yapıda söylemişse suçu idamlıktır, katledilmektir. Bugün de öyledir. Bugün de Allah’tan başka ilah yok, sen nasıl bana ilahlık yapıyorsun dediğinizde suç devlete isyandır, ölümdür. Ha Türkiye’de ölüm cezası kaldırılmıştır, ebedi müebbet verirler. Ama bu her yerde hala geçerli suçtur. Neden böyledir? Çünkü iktidar biraz tekelcidir, iktidar gücü paylaşmak istemez. Başka kavimlerle, başka ailelerle, başka sınıf ve zümrelerle paylaşmak istemez, tek elde tutmak ister. Dolayısıyla benim de bu iktidarda hakkım var veya senin iktidarın değil de ben iktidar olmalıyım arasındaki çatışma tarihsel çatışmadır. Doğrudur-yanlıştır bunu konuşmuyorum, yani şeklen bir şeyi izah etmeye çalışıyorum.

İktidar belli aileye, sınıfa, zümreye ait olursa, mutlaka başka aileler, sınıflar ve zümreler iktidardan pay almak ister veya iktidarı yıkıp yerine iktidar olmak ister. Bu çatışma dolayısıyla isyan olarak nitelendirilir, fitnecilik, bölücülük, bozgunculuk olarak nitelendirilir ve en ağır suç neyse ceza o verilir; o gün de öyleydi, bugün de böyle.

Demokrasi denilen rejimde iktidar paylaşımı var

Siyasi iktidarın paylaşıldığı bir rejimi dünya tarihi, Batı Avrupa’da gördü, demokrasi dediğimiz sistemde iktidar paylaşılıyor. Sınıflı bir toplum var, çok uzun yıllar kavga-çatışma yapmışlar, sonunda uzlaşmaya oturmuşlar ve demokrasi dediğimiz rejimi keşfederek orada iktidarı paylaşmışlar. Sermayeye bu kadar hisse veriliyor iktidardan, bu kadar pay veriliyor, emek grubuna, sermaye dışındaki gruba da bu kadar pay veriliyor, bunda da anlaşmışlar, uzlaşmışlar. Dolayısıyla onların bir sistem kavgası yok. Onların bütün çatışması, iktidar çatışması değil iktidarın kendilerine verdikleri pay çatışmasıdır. Bilmem bu detayı anlatabildim mi?

Batı dışındaki ülkelerde -Türkiye dahil ya da demokratik olduğunu iddia eden bütün ülkeler de dahil- böyle bir standart yok. Çünkü bu sınıfsal çatışma buralarda olmadı, demokrasi rejimi ithal edildiği için kültürel bünyeye, tarihsel geleneğe, birikime, toplumsal hafızaya da uygun değil. Dolayısıyla dışarıdan ithal edilmiş olmak, demokratik toplum, demokratik bir devlet olmayı gerektirmiyor. Türkiye’de demokrasinin bir tek standardı var, o da seçimdir. Seçim dışında demokrasinin burada standardı yok. Neden? Çünkü iktidar tekçidir, hangi parti gelirse gelsin, hangisi olursa olsun iktidar tekçidir ve o mutlak itaat bekler ve iktidarını paylaşmaz. Nitekim son 20 yılı aşağı yukarı hepimiz tecrübe ederek yaşıyoruz, ama daha öncekilerini de tarihten okuyoruz ki bu böyledir.

Burada önemli olan şu, bizim hafızamızda kalması gereken şu: Mesele iktidarın paylaşılması mı, iktidarı meşruiyet açısından eleştirip başka bir iktidar kurmak mıdır? Müslümanların sorunu budur. Son 20 yılda kaybettiğimiz en yüksek değerimiz de budur. Yani, devlet dediğimiz soyut kurumsal yapı ile, kendisini tanrı ve ilah ilan etmiş olan yapı ile bir sorunumuz var mı bizim? Müslümanların sorunu var mı? Yoksa, Müslümanların sorunu bu devleti, bu hükümran güçlerin, hangisi olduğu önemli değil, sağcısı-solcusu yerlicisi-Avrupalıcısı önemli değil, hangisi olursa olsun o iktidarı paylaşmak mıdır? İktidarın bize tanıdığı pozisyonu, hak ve özgürlükleri genişletmek midir?

İktidardan pay artırma çabası

Müslümanların şu anda yaptığı iş, peygamberi bir iş değildir, dini tebliğ de etmiyorlar, dini duyuru da yapmıyorlar, kendileri de dindar değiller zaten. Çünkü tüm iddiaları, varlık gerekçeleri iktidardan payı artırmak, kendilerine tanınan pozisyonu genişletmek, bunlara tanınan hakkı ve özgürlüğü artırmak; bu Müslümanlık değil ya da peygamberlerin öğrettiği din bu değil. Bizim hafızamızda kalması gereken de budur. Bizim derdimiz ne? Biz niye varız? Mevcut devletin yapısallığından, niteliğinden, meşruiyetinden, fonksiyonundan şikayetçi olabiliriz, herkes şikayetçi, Kemalistler de şikayetçi, solcular da şikayetçi, Kürtçüler de şikayetçi, köylü de şikayetçi işçi de şikayetçi, herkes şikayetçi. Ama şikayetleri topladığımızda baktığımızda, bana verdiğin hak az, biraz daha fazla ver. Ama bir Müslüman, Peygamberin yolundan izinden giden, Peygamberin öğrettiği dini takip eden bir Müslümanın böyle bir iddiası olamaz. Beni şöyle eziyorsun, asgari ücret böyledir, şurada haksızlığa uğruyorum; böyle bir derdi yok onun, onun derdi yegane ilah ve rab Allah’tır, seni ilah ve rab kabul etmiyoruz, benim derdim seninle diyebilmektir. Bunu diyen, Peygamberin söylediği dini söylemiş olur, onu anlatmış olur, onu uygulamış olur, onu izhar etmiş olur. Diğeri, ibadetlerin efdalıyla, faziletiyle uğraşır durur yani.

Peki, Mekke’deki şehir devleti Hazreti Muhammed ve ona tabi olan arkadaşlarını niye topluca katletmedi? En büyük suçu işlediler.

Orada klasik tarihteki devlet yapılanması esas. İktidar tekli değil, tek elde değil, paylaşılmış durumda. Dolayısıyla Bizans gibi, Burûc suresinde anlatılan Yemen’de, Habeşistan’da olduğu gibi yapamıyorlar, buna güçleri yetmiyor. Çünkü 40 tane meclis üyesi var, toplumsal karar alıcı Daru’n-Nedve’de 40 üye var, her 2 üye bir kabilenin temsilcisi, dolayısıyla topluca karar alma güçleri yok, iktidar paylaşılmış, tek başına iktidar yok, yani Mekke’de bir krallık yok, Mekke’de tekli iktidar da yok, şehir devleti orası. Dolayısıyla Müslümanları topluca katledemiyorlar, etmek istiyorlar ama edemiyorlar, iktidar paylaşıldığı için edemiyorlar.

Ama iktidar tekli olsaydı Burûc suresinde ne geçiyorsa aynısı orada da olurdu, çünkü suç aynıydı ya da Roma’da İsa aleyhisselama uygulanan uygulanırdı, Ashabı Kehf’e uygulanmak istenen uygulanmak istenirdi, olurdu bunlar yani kimin başına ne geldiyse. Bir tek bir yerde birleştiler, o da ipler koptuğu zaman boykot aşamasında topluca karar alabildiler. Boykot kararı alırken Kureyş siyasi iktidarı ilk defa toplu karar aldı, daha önce alamadılar. O işkence dönemlerinde, öldürme dönemlerinde, sövme-dövme dönemlerinde falan herkes diyor ki; kendi kabilesi içindeki Müslümanlarla işini halletsin, Müslümanları terbiye etsin, onları ehilleştirsin, cezalandırması gerekiyorsa kendi cezalandırsın. Dolayısıyla şu kabile daha iyi davranıyordu merhametliydi, şu kabile daha kötü davranıyordu, ama topluca bir katliam olmadı, yoktu. Allah buna müsaade etmedi son Peygamber olduğu için.

Peygamber neden Bizans’a ya da Sasani’ye gönderilmemiş olabilir?

Peygamber aleyhisselam Kureyş değil de Bizans’ta ya da Sasani’de gelmiş olsaydı, biz bugün İslam diye bir şeyden bahsediyor olmayabilirdik, tarihte bir nesil gelmiş böyle bir şey yapmışlar başlarına da bu gelmiş diye bir hikaye okuyor olurduk. Ama Allah bizden daha iyi biliyor. Bu tartışmayı biz yapmıyoruz, ama müsteşrikler yaptılar, niye Peygamber yarı bedevi, yarı şehirli bir topluma son peygamberi gönderdi de Allah, niye şehir medeni, kurumsallaşmış, devlet sistemini oturturmuş bir Bizans’a veya Sasani’ye göndermedi? Aha da sebebi.

Tabii bizim bilmediğimiz bir şey daha var, Allah biliyor biz bilmiyoruz; o şehirler, medeniyetler zirveye çıktığında içeriden çürümeye başlamış, 20-30 sene sonra çökecektiler. Son Peygamber oraya gitmiş olsaydı o çöken medeniyetle, devletle İslam dini de çökerdi. Ama yeniden çıkışta olan bir kavim var, topluluk var dünyanın bir yerinde bir çıkış var, ama ihtiyaçları var ki bir ideolojik dini inançları yok, dolayısıyla Allah oraya verdi ve biz bunu yaşadık.

Şimdi de dünya tarihsel olarak çöküşe girmiş durumda. Modern medeniyet iflasın eşiğinde, tarih çöküyor, toplum çöküyor, dünya böyle dönemleri zaman zaman yaşıyor. Yani fesat karaları ve denizleri kapladı, bütün dünyada kapladı. Bu dünya içerisinde topluluklardan bir topluluk şayet Peygamberin yoluna girer, dinini yeniden sahihleştirir, onun izinden gider, onun yaptığını yaparsa bu dünyada yeniden bir yükseliş var. Değilse, ben söylemiyorum, bütün tarihçiler, medeniyet tarihçileri söylüyor ki kıyamet saati geldi. Bu iklimdir, atmosferdir, tıbbın-teknolojinin gelişmesiyle katliamların yapılmasıdır, bir zehirli kimyasal bombayla on binlerce insanın yok edilmesi, canlıların öldürülmesi, doğanın değiştirilmesi filan hep bildiğiniz şikayetler, bu dünyanın sonu, tarihin sonu, toplumun sonu demektir. Buradan ya kıyamet kopacak ya da yeniden bir çıkış olacak. Çıkışı yapacak toplum, işte o gün o çağda Kureyş toplumuydu ve Allah orada o Kureyş’e verdi. O Kureyş ki 20 sene sonra imparatorluk kurdu, iki imparatorluğu da yıktı o Kureyş.

Çadır meselesini anlamak için Mekke toplumsal yapısı

Buradan konumuza dönelim. Mekke o zaman nasıl bir toplumdu, çadır meselesini anlamak için. Mekke bir şehir devleti. 12 tane orijinal Kureyş soylu kabile var, başka kabileler de var, ki 20’nin üzerinde olduğu söyleniyor. İki özelliği var o toplumun. Birincisi; Kâbe dolayısıyla dini bir özelliği var. Yarımadanın tamamından bütün insanlar Hristiyan’ı, Yahudi’si, Mecusi’si, ateşe tapanı, müşriki-muvahidi -muvahid derken orada hanifler diye nitelendireyim tırnak içinde, hanif kelimesi bizde yine yanlış kullanılıyor- hanif diye bilinen dindar, takvalı insanlar var, o dinin dindarları var, kitap ehli insanlar var, hepsi hac zamanı yaklaşık 4 ay süren, 3 ay bir, 1 ay bir haram ayları denilen büyük hacda ve sene içerisindeki bildiğimiz umre haccı için hep Mekke’ye geliyorlar.

Dolayısıyla dini anlamda orada çok üstün bir vasıfları var, saygın bir statüleri var Kureyş toplumunun, Mekke şehrinin, dini anlamda yarımadanın lideri. Yarımada deyince, Hamidullah’a göre bugün Avrupa coğrafyasının kapsadığı alan kadar, hacim kadar bir hacimden bahsediyoruz. 600’lü yıllarda o yarımadada 3 milyon insan, çok büyük bir nüfus yaşıyor, böyle bir yerden bahsediyoruz. Hacca geliyorlar, hac zamanları Mekke’nin civarında çok büyük panayırlar kuruluyor ve büyük ticaretler yapılıyor. Dolayısıyla Kureyş aynı zamanda da ticari bir lider yarımadada. Öylesine ki Asya’dan üretilen, bugünkü bildiğimiz dünyanın üretim gücü sayılan Çin o gün de üretim gücüydü, tarihte hep üretirdi Çinliler, bugün de üretiyorlar, Çin’den, Hindistan’dan üretilen mallar deniz ve karayoluyla geliyor, Mekke civarında panayırlarda alışveriş yapılıyor, Kureyş’in tüccarları bu malları Afrika’ya ve Avrupa’ya satıyorlar, çok büyük ticaret yapıyorlar. O günün bir Kureyşli tüccarının hacmini, biz Özal’dan sonra Amerika’ya, Asya’ya, Çin’e ihracat yapabilen insanlarla tanıdık biz. Daha önce biz böyle bir tüccar tanımayız, bizde böyle ticaret yoktu. Biz kasabalı, şehirli insanlarız, orada doğup orada ölmüşüzdür; bizim yapımız böyle. Çünkü bizde ticareti Yahudiler yaparlardı, imalatı da Ermeniler yapardı, dolayısıyla Müslümanların pek işleri olmadı. Geçmiş tarihte olmadı, yeni yeni olmaya başladı 20, 30, 40 senelik filan. Dolayısıyla biz bir Kureyş tüccarını tanırken bizim havsalamız almaz bunu.

‘Dünyada ne olup bitiyor çok iyi biliyorlar’

Niye etmez? Bugün bizim tüccarlardan biri çat kapı Washington’a Beyaz Saray’a gidip, çat kapı Putin’in bilmem ne sarayına gidip, çat kapı Çin’deki bir saraya gidip randevusuz görüşemez. Görüşebilir mi? Böyle bir gücü itibarı var mı? Ama o günün Kureyş taciri Habeşistan’a, Yemen’e, İran’a, Şam’a geldiğinde çat kapı sarayda randevusuz görüşebilecek kadar itibarlı büyük tüccardır, yani kıyası böyle anlayalım. Dolayısıyla karşımızdaki topluluk öyle bizim siyerlerde veya İslam tarihinde nakledildiği gibi ilkel, işte çok gerici, bilmem tarihin şu döneminde kalmış, vahşi, cahil, okuma-yazma bilmeyen, öyle bir toplum yok orada.

İki tür liderliği var dedik onların; birisi dini liderliğe sahipler, ikincisi de ticari liderliğe sahipler, dolayısıyla dünyada ne olup bitiyor çok iyi biliyorlar. Bizans’ta ne oluyor, Habeşistan’da, Yemen’de ne oluyor, Suriye’de Şam’da ne oluyor, Kudüs tarafında neler olup bitiyor biliyor adamlar. Hem ticaret yapıyorlar, alacak-verecek, borç ilişkisi var. Hem, yeni bir yönetim gelmiş, yeni bir prens gelmiş, yeni bir vali atanmış, bu adam nasıl bir adam, bizim borçlar ödenir mi-ödenmez mi, ticaretimiz genişler mi-genişlemez mi, siyasetleri ne, ahlakları ne, kültürleri ne biliyorlar bu adamlar. Dolayısıyla dünyadan bilgi sahibiler.

Kâbe’de 500 civarında put var hemen hemen. Yarımadadaki kabilelerin önemli, en büyük putları Kâbe’de temsil ediliyor. Her türlü din orada temsil ediliyor, orada dini özgürlükler var. Yani her türlü din Kabe’de temsil ediliyor. İnsanlar o nedenle putlarına secde etmek için, ibadet etmek için, kendi dini geleneklerini sürdürmek için hep hacca geliyorlar. Geldiklerinde orada putları da var, yani oradaki putlar hemen hemen her bir kabileyi temsil eden büyük putlar, o putların öyle bir fonksiyonu var, Kureyş de bunu biliyor zaten.

Siyasetin merkezi ve kararlara uyum

Daru’n-Nedve dediğimiz bir yönetim merkezi var, şehrin birliğini, düzenini, siyasetini Daru’n-Nedve temsil ediyor. Kutsal bir yer, Kâbe’nin hemen bitişiğinde. Kusay oraya kurarken -çok zeki bir adam, zaten Suriye’de yetişmiş bir adam- bilerek yapıyor bu işi, hep kutsaldır.

Daru’n-Nedve siyasi karar alınan merkez, toplantı merkezi. Siyasi karar ne demek? Toplumun tamamını ilgilendiren kararlar alınan yere meclis deniyor, siyasi karar bu. Siyasi karar alındığı zaman bütün toplumu ilgilendirir, kimse ben itiraz ediyorum demez, siyasi karar herkesi bağlar, dolayısıyla otoriteyi de temsil eder. O bakımdan oradan bir karar çıktı mı, tüm Kureyş toplumu o kararı uygular. Ankara’daki Meclis’ten bir karar çıktığında Trabzon’daki, Van’daki, Edirne’deki, Kırşehir’deki, Antalya’daki insanlar ben uymuyorum diyebilir mi? Aynı şey yani. Siyasi karar merkezi ve mekana o gün Daru’n-Nedve deniyor, bugün de parlamento deniyor ya da bazı yerlerde senato dediğimiz ikili meclisler filan da var Amerika’da başkanlık sistemlerinde olduğu gibi. Oralar siyasi karar merkezleri ve mekanları. Oranın üyeleri önemli, önemli görev yapıyorlar çünkü, bunlar hep yüce ve ulvidir. Mesela Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir, niye büyüktür? Bütün Türkiye’yi ilgilendiren kararların alınacağı yerdir de ondan. Oranın üyeleri de büyük insanlardır, kutsal görev yaparlar. Onun için yücedir buralar, mekanı da yücedir, oranın üyeleri de yücedir. O gün de öyledir. 40 üye var.

‘İstişare geleneğimiz olmadığından bunun nasıl bir şey olduğunu bilmeyiz’

Orada krallık yok dedik, iktidar paylaşılmış dedik. Sonradan Müslümanların tecrübe ederek Medine İslam Devletinde kurdukları sistem, orada kararlar istişareyle alınıyor, tartışılıyor ve dayatma yok, ikna var. Bakın Türkiye toplumunda böyle bir gelenek yok, biz onun için bunun ne anlama geldiğini bilmeyiz. Biz istişareyi konuşabiliriz, telaffuz edebiliriz, tartışabiliriz, ama nasıldır bilmeyiz. Kim bundan bahsediyorsa zaten dayatma yapıyordur, ikna yolu yok bizde, kültürümüzde yok yani bu, zorlasak da yok. Yani kitaplarda okumayla, telaffuz etmeyle istişarenin ne olduğunu, ikna etmenin ne olduğunu, iktidarın paylaşmasının ne olduğunu biz bilmeyiz. Okuyabiliriz, anlatabiliriz, ama bilmeyiz, yaşayamayız. Tecrübemiz yok yani bizim hafızamızda bunun yeri yok. Onun için bizde bu söylense de, kimin eline bir güç gelirse o otoritedir, hükümrandır bizde, tekçidir ve dayatmacıdır. İşte Türkiye’de diyelim ki Kemalistlerden sonra Müslümanlar geldi -tırnak içinde-, evet dayatıyorlar yani. İstişare? Var mı öyle bir şey? Ama hafız gibi hepsi istişareden konuşur. Kim istişare ediyor? Kim edebilir ya da Erdoğan’a karşı herhangi birisi itiraz edebilir mi? Erdoğan’ı kaldırın oraya beni koyun, edebilir mi? Yok böyle bir şey. Bu bir realite yani.

‘Bizans ve İran’ın birçok şeyini almışlar yönetim biçimini almamışlar’

Ama orada öyle değil, Arap kültüründe öyle değil. Niye? Krallık yok. Onlar Suriye’de krallık olduğunu biliyor, İran’da olduğunu biliyor, Habeşistan’da olduğunu biliyor, Yemen’de olduğunu biliyor ama krallığı kendi bünyelerine kabul etmiyorlar, o günkü Arapların böyle bir özelliği var. Çünkü krallık bunların siyasi teamülüne uymuyor, onun için almamışlar. Yoksa Bizans’tan, İran’dan çok şey almışlar; paralarını kullanıyorlar, defterlerini kullanıyorlar, mali sistemi kullanıyorlar, senet sepet kullanıyorlar, çek kullanıyorlar ticaretlerinde, ama siyasi idareyi almamışlar, kendi geleneklerini sürdürüyorlar, böyle bir şeyi var Daru’n-Nedve’nin.

Ebu Cehil buranın önemli bir adamı, tek adamı değil. Sözü geçiyor, ikna ediyor, Müslümanların aleyhine karar alınacağı zaman insanları topluyor, izah ediyor, açıklıyor, toplumun düzenin, siyasi birliğin bozulacağından bahisle Muhammed ve arkadaşlarının aleyhine kararlar çıkarttırabiliyor, güçlü bir lider. Onun için Ebu Cehil dedim, yoksa o gün Ebu Cehil çok bir şey değil, ama Ebu Cehil gibi herkes düşündüğü için, Ebu Cehil sembolik olarak orada lider gibi, liderlik yapıyor sanki. Bu Mekke’nin siyasi tarafı.

Peki, Mekke nasıl bir toplum?

Kan ve soy bağıyla birbirine bağlanmış, bizde asabiye diye geçer İbn-i Haldun’dan beri, topluluğu topluluk yapan, Kureyş’i Kureyş yapan kan ve soy bağı, aile bağı. Bir şey daha var, İbrahimî gelenekten din bağı ve atalar geleneği. O gün kalmış bir şey değil. Getirin buraya, Türkleri Türk yapan, Türkiye’de Türk toplumunu Türkiye toplumu yapan şey nedir dediğimizde aynı şey karşımıza çıkar: Türk tarihi, Tür dili, Türk örfü, Türk ataları, değil mi? Bu Türklere bir de din lazım, bin yıldır da İslam’la haşır neşir olmuşlar, Türk İslamı, öyle değil mi? O gün de oydu yani. Anlaşılsın diye örnek veriyorum. Tarihte kalmış şeylerden bahsetmiyorum, günümüze realiteye geliyorum. O açıdan Kureyş’i Kureyş yapan, Kureyş’i birleştiren topluluk yapan şey kan bağı, soy bağı, aile bağı. Bir de onların bizde olmayan bir yönü var, dışarıdan birisi müracaat ettiğinde herhangi bir kabileye üye olabiliyor, hukuki bağları var. Yani öyle hukuken de aile sayısı artırılıyor sayısal olarak.

Tarihsel olarak referansları var, ataları var, atalarından beri süregelen gelenekleri, ahlakları, kuralları var, onları uyguluyorlar. İbrahimî gelenekten gelen dinleri var, ibadetlerini yapıyorlar, Kâbe’leri var, hacları var, hacılara iyi davranıyorlar, bugün de iyi davranıyorlar, çünkü çok büyük ticaret yapıyorlar. Yani hatır-gönül işi yapmıyorlar bu işi, çok büyük ticaret yapıyorlar. Ticari konuda da üstünler, böyle bir topluluk Kureyş toplumu.

Şimdi buradan çatışmaya geleceğiz, bunu biraz uzattım, ama çatışmayı anlatmak için, Ebu Cehil’in çadırını anlatmak için bunları anlatmam lazımdı.

Niye Hazreti Muhammed’e karşı çıktılar? Adamlar Allah’a inanıyor, ibadet yapıyorlar, sorunları yok. Hazreti Muhammed’in dinine, farklı dinlere tahammül edebiliyorlar, çok dinli inanca da, ibadete de karşı değiller. Peki, Hazreti Muhammed’e neden karşı çıktılar?

İçlerinde, bugün çok sık kullanılıyor, bazı yerde referans olarak hanifler diye muttaki dindar insanlar olduğu söyleniyor ki Kureyş’te öyle bir şey yok. Dindar insanlar var, her toplumda var, her toplumda dindar insan var. Hanif diye bir topluluk İbrahim aleyhisselamdan referansla İbrahim’in Hanif dini yok Mekke’de. O Hanif diye bilinenlerin hiçbir tanesi, istisna olarak bir tanesi bile Muhammed’e uymadı. Mekke’de şimdi Hanif diye bilinenler var ya, biz Hanifleriz filan diyorlar ya şimdi, bu lafı söyleyenler boşa söylemiyor, zihin kodlaması yapıyor, Muhammed’in (as) öğrettiği dinden kopartıyorlar bizi, öyle bir Hanif yok, öyle bir haniflik yok Mekke’de. Kitap okuyanlar var, Davut’un Zebur’u var orada, okunuyor da yani. İncil okunuyor, Tevrat okunuyor, başka dinlerin kitapları, metinleri var, sözel nitelikleri var. Tüccar adamlar gidip geldiklerinde kiliseleri, mabetleri falan gezip görüyorlar, din adamlarıyla görüşüyorlar, bu konuda çok geniş, kültürleri çok geniş bunların. O bakımdan o dinin takva ehli insanları da var, yok değil. Muhammed aleyhisselama niye karşı çıktı bu adamlar, dertleri ne yani? Muhammed aleyhisselam ne söyledi ki, ya da Muhammed aleyhisselam dini neyi ifade ediyordu da birden celallendiler, hep birlikte Muhammed’in üzerine çullandılar, mesele nedir?

Az önce söylediğim uluhiyet ve rububiyet meselesine geliyoruz. Muhammed aleyhisselamın söylediğinin, bütün tebliğinin, uyarısının, inzarının, korkutmasının, müjdelemesinin tek özelliği var: Uluhiyet ve rububiyet Allah’a, ubudiyet insanlara ait diyor.

Müşrikler neyi kabul etmiyor?

Bir dakika diyorlar, böyle bir şey olur mu? Yani Allah’tan başka ilah, rab yok… Öyle şey olur mu? Olmaz diyorlar. Diyorlar ki ileriki safhalarda; Ya Muhammed, senin ilahın ve rabbin olan Allah var ya, en yücemiz olsun hiyerarşide. Allah bunu kabul etmiyor ve “ben başka rab ve ilah kabul etmiyorum, yegane ilah ve rab benim” diyor Allah. Bunun ne anlama geldiğini biz anlamıyoruz, bizim modern Türkçe lisanda uluhiyet ve rububiyet ne anlama gelir bizde karşılığı yok bunun. Bu lisanla bunu anlamak için anlatmak için bir sürü konuşmak lazım, ama Arap öyle değil, bunun ne anlama geldiğini biliyor. Bir İngilizle konuşsak, Allah’tan başka lord yoktur desek İngiliz bunu anlar, çünkü onun kafasındaki lord rab. Rabbın da ne olduğunu biliyor; mülkiyet sahibi olan, mahkeme eden, toprağın mülkün sahibi, yanında çalışan işçisi olan rab o biliyor. Ama Türkiye’nin öyle bir bilgisi yok ki, Türk’ün öyle bir derdi yok. Rab deyince ne anlayacak, hayali bir şey yani. İstişare gibi, istişare karar almak gibi… Yok, hafızada yok, donanımda yok ki bu.

Allah’ın “benden başka ilah olarak kabul etmiyorum, her işinizi bana göre yapacaksınız” demesine itiraz ediyor. Bir dakika ya Muhammed, dindarlığına itirazımız yok, ahlakına, edebine, saygına, eminliğine, dürüstlüğüne, bir sorunumuz yok seninle -hakikaten de yok- dininle de sorunumuz yok, ama senin bu Allah’ın var ya, ben ticaretimi Allah’a göre mi yapacağım, evliliğimi ona göre mi yapacağım, köleme ona göre mi davranacağım, komşuma da böyle mi muamele edeceğim? Bu olmaz diyorlar.

Burayı lütfen iyi anlayın; bu bir düzen yıkma, düzen kurma ifadesidir. Çünkü mevcut çadır dediğimiz Daru’n-Nedve, siyasi kaidesi, kuralları olan, meclisi olan, teamülleri olan yapısı var. Toplumun da, onları topluluk yapan bazı unsurları var. Hepsinin birden değişeceğini anlıyorlar. Yani Kâbe’de başka put kalmayınca insanlar hacca gelmeyecekler, bunlar ticaret yapamayacaklar, aç kalacaklar, çöle gidecekler, zayıf düşecekler, düşmanlara saldıracaklar, Kâbe önemli çünkü. Kâbe’nin olduğu yeri fethetmek için düşmanlara saldıracaklar, bunları çöle atacaklar. Yani düzeni bozulacak, toplum parçalanacak, Muhammed’in söylediğinden bunu anlıyorlar ve diyorlar ki; bir dakika Muhammed seninle işimiz var.

O zaman Muhammed (as)’ın derdi ne? Fitne çıkarmak mı? Muhammed ne diye insanları böyle karşısına aldı hepsini birden. Bizansını da, Suriyelisini de, Sasanisini de, Habeşlisini de, bütün insanları karşısına alıyor bu sözle. Çünkü bütün dünyada genel geçer böyle bir toplumsal bütünlük var, böyle bir siyasi hiyerarşi var, her yerde aynı. Şimdi siz bunu söylediğinizde sadece Kureyş’e karşı çıkmış olmuyorsunuz, o günkü dünyanın tamamına, yapısallığına, nitelikselliğine, meşruiyetine, düzenine dair karşı çıkıyorsunuz demektir bu. Onun için zaten hepsi birden Muhammed’i öldürmeye çalışacaktır, yok etmeye, katletmeye çalışacaktır. Sorun bildiğimiz gelip dayanıyor tek ilah ve rablık meselesine.

Muhammed aleyhisselamın söylediği özetle şu, bütün söylediğinin özü: Ya arkadaşlar, bütün insanlar bir şey yapıyorlar, sanat yapıyor, ticaret yapıyor, sevgi üretiyor, müzik üretiyor, siyaset yapıyor, komşuluk yapıyor, giyiniyor kuşanıyor, herkes bir şey yapıyor insan olarak, değil mi? Hepimiz bir şey yapıyoruz hep yaptığımız gibi, onlar da yapıyorlar. Bu yaptıklarınız var ya, yapmaya devam edin ama bir şartla; Allah’a göre yeniden düzenleyin diyor, hep söylediği bu. İslam bu zaten.

Bu yaptığın şey var ya, ticaretini de, siyasetini de, komşuluğunu da, giysini de, ikramını da, kavganı da, sevgini de, aşkını da Allah’a göre düzenle, hepsi bu, İslam bu zaten.

Diyor ki; bir dakika, ben bunu böyle yaparsam burada bir sistem var, bu sistem dağılır. Benim bu sistemde hiyerarşik yapıda bir yerim var, ben bu statüyü bulamam abiciğim. Bir dakika, ben komşuma kötü davranırım ama menfaatim için adamı öldürürüm, hırsızlık yaparım, zina ederim, geceleri meşk ederim, köleme gerekirse iyi davranırım, ticarette faizmiş, çok kazanmak, böyle bir sorunum yok, bunlar ticarettir vs; ben bunları yeniden düzelteceğim ha? Bir dakika, Muhammed’in düzeni gelirse, dini kabul edilirse bu adam bu düzende bulduğu statüyü, imtiyazı bulamaz.

Amcası Ebu Leheb diyor ki; “Yeğenim Muhammed, senin dinine girersem bana ne var?” Buraya dikkat edin, elini de açıyor, “ben Müslüman olursam bana ne var?” Cevap; “herkese ne varsa sana da o var”. Bir dakika, Ebu Leheb bu ya… Herkese ne varsa bana da o… Yani ben Bilal’le eşit mi olacağım! Senin dinine de diye basıyor küfrü. Gayet doğal bir tepkidir bu gayet doğal. Ben onunla eşit olacağım! Ben bu ticaretimi yaparken onunla paylaşacağım, helal-haram dikkat edeceğim, ölçüm olacak! Bu din bana lazım değil diyor.

Kur’an-ı Kerim’in üstünde durduğu iki nokta var, insanların çok övündüğü, hep övündüğü iki temel şey: Çokluk dediği şey birisi, servet-maddi varlık çokluğu, maddi güç, biri de sayısal güç. Servet çokluğunu bir devlet olarak düşündüğümüzde, Ebu Cehil’i çadır olarak baktığınızda ekonomik güç olarak görün, sayısal çokluğunu da Amerika’nın askeri olarak görün. Amerika güç, evet güç abi, servet olarak dünyanın en zengin ülkesi, askeri olarak da en zengin ülkesi değil mi? Onun için hop bir dakika dedi mi herkes duruyor hizaya geçiyor, güç bu. İnsanlar bunun için varlar, o gün de öyleydi. Serveti çok olduğu zaman güçlü oluyor, saygın oluyor, imtiyazı var, statüsü var. Sen Muhammed çıkıp geleceksin diyeceksin ki bir dakika bu güç dediğin var ya, dünyada övünüp durduğun şey ahirette beş para etmez, bir karşılığı yok. Dünyasını yıkıyorsun herifin, düzenini bozuyorsun, ilişki biçimini değiştiriyorsun, başka bir şeyden bahsediyorsun sen. Ne olacak peki? Ben bununla üstün değilsem, servetimle üstün değilsem, imtiyazım-statüm yoksa, sayısal olarak şu kadar dernek üyem var, bu kadar parti üyem var, iktidara geleceğim filan diyemiyorsam, peki ne var? Takva, tek üstünlük göstergesi takva. Siz Ebu Cehil olsanız, ben Ebu Leheb olsam ne yapardım yani? O sistemden beslenen, imtiyazlı, statülü güç isem eğer Muhammed’in dinine tabii ki karşı çıkarım. Niye? Muhammed’in dininde bana bir şey yok çünkü, herkese ne varsa bana da o var yani. İslam bu. Çatışma da buradan çıktı. Yoksa Muhammed’in Allah’ıyla, diniyle, Muhammed’in kendisiyle kimsenin bir sorunu yok. Ama Muhammed’in söylediği şey hayatı değiştiriyor, bu hayatı yıkıyor başka bir hayat kuruyor.

Niye bu kavga çıktı?

Kur’an-ı Kerim bize şöyle bir tablo çiziyor bize; niye bu kavga çıktı, durduk yerde niye çıktı ki? İnsanların dindar olması herkesin hoşuna gider, ahlaklı edepli insandır, kimseye kötü davranmaz, iyilik, yardımsever insandır, bu dinden kimseye zarar yok, Türkiye’de kime zararı var ki yani? Türkiye’ye bu dindarın ne zararı var, Amerika’ya ne zararı var? Teşvik ederler. Niye? Kötüleşmiş, her şeyin metalaştığı bir dünyada dindar insanlar vicdan, ahlak, erdem sahibi insanlar bunlar, teşvik edelim bunları, topluma faydası var.

Ama bu dini Muhammed’in dinine döndürürsen işin şekli değişir, onu anlatmaya çalışıyorum. Orada üçüncü yılda Şûra suresi gelir. Şûra suresi bizim anladığımız anlamın dışında, onun için İslam tarihini bilmek lazım. Yani bizim Kur’an-ı Kerim’i okuma biçimimizde bir sorun var aslında. Rablerinin davetine icap edenler diye başlıyor ayet, 38. ayetten 42. ayete kadar Müslümanların o andaki pozisyonunu tarif ediyor, resmediyor, fotoğraf koyuyor Allah. Kimmiş onlar diye baktığınızda örgütlü bir toplum. Ayrı liderleri var, ayrı hukukları var, ayrı karar alma biçimleri var, kendi içlerinde uyguladığı hukuku diğerlerine de uyguluyorlar, kin yok, öfke yok, kan davası yok; sabır var, merhamet var, iyilik var, güzellik var, bir topluluk var.

Muhammed aleyhisselam başka bir çadır kurdu. Ebu Cehil’in çadırından çıktı, bu çadır bize ait değil dedi, biz buraya ait değiliz, buranın mensubu değiliz dedi, ayrı bir çadır kurdu.

Şûra suresi 38-42 bunu anlatır. Ayrı bir çadır kurdu. Sorun burada başladı, düğüm burada çözüldü, kavga burada başladı. Ne demek bu? Fitne, aynen söyledikleri gibi, Kureyş toplumunu karpuz gibi ikiye yardın ey Muhammed diyorlar. Karpuz gibi ikiye yardın; babayı oğula düşman ettin, kardeşi kardeşe düşman ettin, fitne çıkardın. Arapların tarihinde biz senin yaptığını hiç duymadık, sen ne kötü bir adamsın; bunu söylüyorlar yani. Sen ne kadar kötü bir adamsın ki hiçbir Arapın yapmadığını yaptın, karpuz gibi bizi ikiye böldün diyorlar. İkinci çadır kuruyorsun diyorlar. Ne demek ikinci çadır kurmak? La ilahe illallah demek yani, Türkçesi bu. İktidar ve itaat biçimini değiştiriyorsunuz.

Hiçbir peygamber hiçbir kafire itaat etmemiştir arkadaşlar, onun yolundan gidenler için bir şey söylemiyorum. Hiçbir peygamber hiçbir kafire itaat etmemiştir. La ilahe illallah ne anlama gelir yoksa. Kafirin iyiliği, kötülüğü, ehvenliği, onu konuşmuyoruz. Dolayısıyla orada ayrı bir çadır kurunca her şey koptu, film koptu ve düşmanlık başladı, ölesiye düşmanlık başladı. Gücü neye yetiyorsa Kureyş yüklendi, Müslümanlar da güzellikle sabretti.

Peki, Muhammed aleyhisselam Ebu Cehil’in çadırında kalamaz mıydı bizim gibi? Oradan tebliğ yapamaz mıydı, Kur’an okuyamaz mıydı, duyuramaz mıydı, ilan edemez miydi, inzar edemez miydi, niye yapmadı, yapamaz mıydı? Uzatıyorum ama burası önemli, bana göre önemli. Niye orada kalmadı da başka bir çadır kurdu? Musa aleyhisselam niye Firavun’un ülkesinde kalmadı, İbrahim aleyhisselam kavmini neden terk etti? İsa aleyhisselamı niye çarmıha gerdiler, niye? Olsaydı, kalsaydı, dini bozulurdu, kitap ehlinin yaptığı gibi, bugün bizim İslam’a yaptığımız gibi olurdu, din bozulurdu. Elimizde kitap olması önemli değil ki din bozulurdu yani. Orada kalmadı, kalamazdı da zaten.

Peki, Ebu Cehil o çadırı yıkıp tekrar buraya gelmesi için hiç mi bir şey söylemedi?

Çok şey söyledi. Dünyanın tavizini verdiler. Hiç krallığa alışık olmayan Kureyş, gel seni başımıza kral yapalım diyecek kadar taviz verdiler. Neden? Düzen bozuluyor. Düzenin bozulması demek, Kureyş’in bozulması demek, toplumun bozulması demek, dağılması demek, parçalanması demek, öyle düşünüyor adam. Ticaret yapamayız diyor, aç kalırız diyor, bu halimiz ne olur diyor, şereflilerimize ne olur diyor. Hiç umuru değil ki Muhammed aleyhisselamın. Hep söylediği şuydu: “Bir tek kelime söyleyin, ona gelin başka derdim yok sizinle” diyordu bütün konuşmalarda, uzlaşma görüşmelerinde -ki dört beş kere yaptılar bu görüşmeyi- diyor ki bir tek kelime söyleyin başka bir şey istemiyorum. Nedir o? La ilahe illallah.

Bu olmazdı, olmuyor da zaten, söylemiyorlar da zaten. Çünkü o sadece söz değil, o sözü söylediklerinde nasıl bir taahhüde gireceklerini çok iyi biliyor Kureyş, sözün bir anlamı var çünkü orada. O söze baş eğen insanlar bunlar. Bunlar küfür sözü veya İslam sözü fark etmiyor Arabın –o günkü tarihten bahsediyorum- sahabe kelime-i tevhit uğruna canını veriyor, öteki de küfür sözü üzerine canını veriyor, bu adamlar için söz önemli, söz bir taahhüt çünkü, söz çok ciddi bir şey.

Nitekim İsa’nın dini sözdü değil mi, Kur’an da sözdür, yani sonradan yazıya geçti. İlahi duyuru-mesaj sözdür ve söz önemlidir, söz bağlar. Onun için Muhammed aleyhisselam orada kalmadı, kalamazdı da zaten, uzlaşma da olmadı. Yapılacak başka bir şey yoktu, iki çadır arasında çatışma başladı, gayet de doğal.

Şimdi başa dönersek, başta söylediğimize; bir hiyerarşik dizilişte toplumsal birlik ve bütünlükte siz başka bir toplumsal birlik, başka bir siyaset isterseniz bunun adı bellidir. Hele şu yaptığı suç affedilir gibi değil tırnak içinde: Soy bağıyla birleşmiş insanlara diyeceksin ki “bu cehalettir”. Burayı iyi anlayın lütfen. “Bu bir cehalettir”. Ne olacak, nasıl birleşeceğiz biz? İman bağıyla bir araya gelecek. İşte bütün dünya niye karşında? Sen İran’a da tehditsin, Bizans’a da tehditsin, Kureyş’e de tehditsin, herkese tehditsin. Ne demek kan bağıyla, soy bağıyla bağlanmış bağı çözeceksin, başka bir bağla, iman bağıyla insanlara yeni bir toplum inşa edeceksin. Kısa surelerde geçen, “tüm müminler topluluğu” bunu ifade eder, müminler ayrı bir topluluktur. Kafirlerden, müşriklerden, zalimlerden, eşkıyalardan farklı bir topluluktur. Müminler ayrı bir topluluktur, müminler topluluğundan bahsediyor Allah Mekke’de. Bunu yaptığınız anda, çadırı ayırdığınız anda bütün dünyaya karşı suç işlemiş oluyorsunuz. Allah da söylüyor ki; ben sizi kafirlerin eline bırakmam. Hangisi güçlü? Allah mı, Amerika mı? Velisi Allah olana ne gam, bıraktı mı kafirlerin eline? Allah bıraktı mı Muhammed’i ve arkadaşlarını kafirlere? Hayır, her zaman korudu, her zaman muhafaza etti. Ne zaman başları derde girdiyse hep bir çıkış yolu gösterdi. Yeryüzünde zalimlerin aleyhine, inananlar için her zaman bir kurtuluş yolu vardır. Şûra suresi, Allah diyor bunu yani. Ben değilim ki, ben sözümü sıkışınca kıvırayım, çevireyim, yalanlayayım, inkar edeyim. Allah’tan bahsediyoruz yani. Bu bir bağlılık meselesi, bu bir takva meselesi.

Dolasıyla çadır ayrılınca sadece siyaseti ayırmış olmuyorsunuz, başka bir toplum inşa ediyorsunuz, başka bir ümmet, millet, cemaat yaratıyorsunuz. Buna kim tahammül eder ki? Düzeni bozuyorsunuz yani. Düzen bozulması ne demek? Şu anda sahip olduğumuz şeyleri sistemin sayesinde elde ettiğimizi zannediyoruz ya, hepsi birden çözülüyor.

Allah iki grup insanı garanti cennetledi,  vaadi o, Kur’an’da anlattı, biri muhacirler, biri ensar. Üçüncü bir grup da var, muhtemelen inşallah o gruba girebiliriz bilmiyorum da, onlara tabi olanlar. Nefsine zulmedenler, eşkıyalar, ganimet için savaşa gidenler, bir cihat olsa da diyen savaş çıkınca kıvıranlar, çevirenler, yalan söyleyenler, biziz onlar yani, tâbi olanlar. Ama ortada muhacirler ve ensar yoksa biz nereye tâbi olacağız? Mesele burada. Muhacir ve ensar varsa tebaat güzel, onlara benzeriz, az benzeriz-çok benzeriz, Allah onları da cennete koyacağını söylüyor çünkü, Tevbe Suresinde açık açık anlatıyor. Hani var ya Kur’an-ı Kerim’de, öyle yapmayın, böyle yapmayın, şu ayıp değil mi, utanmıyor musunuz falan, bunların hepsi tâbi olanlaradır, muhacire ve ensara değil. Biz böyle tanımıyoruz. Tabi ensar için, muhacir için neler söylüyorlar şimdi de, halt etmişler onlar. Dolayısıyla tâbi olanlar var üçüncü grup, günahkar insanlar, suçlu insanlar, biziz onlar yani. Allah bizi bağışlasın inşallah, cennetine koysun deriz.

Ebu Cehil’in çadırında kalanlar niye Musab gibi Muhammed’in çadırına geçmedi?

Niye geçsin ki? O çadırda imkan var, hukuk var, töre var, alışılmış düzen var, gidiyor yani. Niye riske edeyim ki? Diyor ki, şimdi adamın atalar yolundan beri gördüğü, referansı itibariyle test edip onayladığı garantili bir yol var, gidiyor, Ebu Cehil’in çadırı bu. Muhammed başka bir çadır kurmuş, yarın ne olacağı belli değil, belli mi? Dünyayla ilişki, dünyayı tanımlama değişmiş, varlığa bakışı değişmiş, var oluş sebebi değişmiş, bu her yiğidin harcı değil ya. Zaten iman edenler hep az olacaklar, çoğunluk müşriktir, zalimdir, nankördür, cahildir, Allah söylemiyor mu bunu? Çok az, işte Musab gibi insanlar, cennet onlara helal olsun yani, olmalı da, Allah da öyle vaad ediyor zaten.

Bir çadır var ki tüm değerler, anlam Allah’la irtibatlı, bir çadır var ki hem Allah’lı, hem Allah’sız, baskı değer sistemiyle irtibatlı. Ya bunlar da dindar bunlar da dindar! İki din arasında fark var ama. O fark açığa çıktığı için zaten çatışma çıkıyor ya.

Bitirirken bir şey akılda kalsın, Ebu Cehil’in çadırında meskun olanlar, oraya tâbi olanlar, onların tebaası dinsiz insanlar değiller. Burada bir şey var son görüşmede -boykottan çıkmışlar ve Ebu Talib ölüm döşeğinde- diyorlar ki -risaletin 10’uncu yılı- kabile şefi Ebu Talib ölürse işimiz Ömer ve Hamza’ya kalır. Ömer ve Hamza o toplumun güçlü, kuvvetli, kudretli, yiğit adamları, yani önemli adam ikisi. Bunlara kalırsa diyorlar biz bir daha uzlaşamayız, Kureyş parçalanır. Son defa gidelim Ebu Talib ölmeden, o iyi insandır, kabile şefidir, hukukumuzu bilir, zaten dini de liderdir, o açıdan bir son görüşme yapalım. Konuşmaya geliyorlar, görüşme yapılıyor, gene uzlaşma yok, gene aynı şey, onlar bir sürü şey teklif ediyorlar. Hatta işte o meşhur bildiğiniz, “ziyanı yok bir sene senin dinine tâbi olalım, bir sene de bizim dine tâbi olalım. Sen bizim atalarımıza küfretme, biz de senin Allah’ına küfretmeyelim, gel şu işten vazgeç, seni de kral yapalım başımıza” filan bir sürü teklifler yapılıyor. Gene Muhammed aleyhisselam diyor ki, tamam olur, bunlarda sorun yok, bir tek şey istiyorum, “la ilahe illallah”. Neyse, uzlaşma gene olmuyor, anlaşma olmuyor, küfrederek gidiyor adamlar.

Peygamber Aleyhisselam bir şey söylüyor, bu önemli, biz bildiğimizi yaparız, yolumuza çıkarsanız Allah ya size verir ya bize. Biz sizi kâle almıyoruz, size bakarak politika, strateji tayin etmiyoruz, biz bildiğimizi yaparız, yaptık da. Siz elinizden geleni yapıyorsunuz, biz de karşılığında şu anda sabrediyoruz ama bu devran böyle gitmez. Yolumuzda yürürüz, bildiğimizi yaparız. Karşımıza çıkarsanız Allah ya size verir ya bize. Mekke’de söylüyor 10’uncu yılda bunu. Hiç umuru değil ki Muhammed aleyhisselamın, Allah’ı var, yetiyor, arkadaşları var yetiyor, sayısı önemli değil, güç varmış-yokmuş, devletmiş, olmamış, işte güç onlardaymış, zayıf görünür de bunlardaymış, öyle bir derdi yok. Allah’ı var inanıyor, ne yapması gerekirse yapıyor ve yürüyorlar onları kâle almadan. Bu önemli, Türkiye’de bu önemli, biz bildiğimizi yaparız, ümmetimizi oluştururuz, cemaatimizi kurarız, yolumuzda yürürüz, yolumuza çıkarsanız Allah ya size verir ya bize. Hikaye bu. Yani, o çadırın insanları bu insanlar. Ebu Cehil’in çadırı başka.

Tabi dünyada bugün Ebu Cehil ölmedi, bir tipoloji karakter kıtalarda yaşıyor, Türkiye’de de yaşıyor, Amerika’da da yaşıyor, Çin’de de yaşıyor, her yerde yaşıyor, o gün de yaşıyor, bugün de yaşıyor. Ölmedi bu adam, karakter olarak yaşıyor, neyi temsil ediyorsa o temsil ettiği vasıfların hepsi var. Peki, Muhammed’in çadırı nerede? Ebu Cehil’in çadırı var da, Muhammed’in çadırı nerede? Demek ki Muhammed öldü. O zaman şunu diyeceğiz Hazreti Ebu Bekir’in söylediği gibi: Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Ama kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki O yaşıyor. Uzattım, sabrınızı zorladım, kusura bakmayın, teşekkür ederim.

SORU: Cehalet olayı, cahil kelimesi mesela Kur’an’da bilenler ve bilmeyenler, hani bilenlerle bilmeyenler bir olur mu derken, bilenlerin karşılığı olarak kullanılmıyor. Bizde genelde cehalet bilmemek anlamında kullanılıyor ama, Arapça bu kelime karşılığı bilmemek mi? Aslında cehalet, üzerinde taşıdığı vasıflarla bilinen, vahyin dışındaki bir dünya görüşü ve yaşam biçimine sahip olmayı vasfeden ve işte kibirdir, inattır, araştırmadan, soruşturmadan kabuldür, alaydır gibi şeyleri üzerinde barındıran bir tipolojiyi tarif eden bir kelime diye düşünüyorum.

HÜSEYİN ALAN:Bizde, modern Türkçede mi? Eski klasik Türkçe, Kur’an ve sünnet kaynaklı bir lisandı bizde. Şimdi kullandığımız, 1927’de değişen Latin harflerinden müteşekkil lisan tamamıyla referansı farklı, tam bir kafir zihnine uygun bir lisan, çünkü lisanın referansı var toplum olarak bakıldığında.

Cahil deyince ne anlaşılıyor? İşte okuma-yazma bilmeyen anlaşılıyor. Bu öyle değil. Mesela Amerika cahil bir toplum mudur? Cahil bir toplumdur. Cahil bir devlet midir? Cahil devlettir. Neden? Çok güçlü, çok zengin, en iyi eğitimi onlar veriyor, hemen hemen neredeyse onların üretmediği bir şey yok, hakikaten dünyada her konuda önder. Şimdi cahil kelimesi hafızada bir şey ifade etmiyorsa, Amerika cahil olur mu ya diyecek. Cahil olan biziz, doğru kıyaslamaya göre o bağlamda. Ama iman-küfür, iman-şirk ayrımında çok önemli bir kavram, bizde o da gitti. Yani ne kadar bizi ürpertecek, bir dakika ben ne yapıyorum dedirtecek kavramlar varsa hepsinin içi boşaltıldı, bunda da kitap ehli Müslümanlar daha çok suçlu. Yani karşı taraftan bir şey gelse insan doğal tepki verir, kalkanları çekeriz, bir dakika deriz. Benim dinimi bozamaz o. Yani, bir sosyalist, bir ateist, bir Marksist, bir PKK’lı dinden konuştu mu bir dakika dersin, haddini bil. O bozamaz, çünkü doğal gardımızı çekeriz hemen.  Ama bir Müslüman konuşursa gardını indirirsin. Dolayısıyla dini, kitap ehli bozar, küfür niye bozsun ki? Zaten kafirle müşrikle sadece mücadele edilir, çatışılır, ama dindar insanla ne yapacağımız bilmiyoruz. Böyle bir örneğimiz de yok tarihte, hakikaten dindar insanla ne yapılır?

Şu aklıma geldi onu da ekleyeyim: Muhammed aleyhisselam Ebu Cehil’in çadırında kalarak dinini yayamaz mıydı, Kur’an eğitimini sürdüremez miydi, toplumdaki aksayan yerleri tamir edip ıslah edemez miydi? Ki muhtemelen sözü de dinlenirdi, çünkü dürüstlüğüyle, eminliğiyle bilinen bir insan. Vahiyden önceki Peygamberin bir tek sermayesi var ki Müslümanların da sermayesi bu, dürüstlüktür, yani eminlik. Her hâl ve şartta emin olmak. Müslümanın başka ne sermayesi var ki? Zaten bana vahiy geliyor dediğinde bu adam kafayı yedi diyebiliriz doğallıkla yani. Ama emin birisiyse, kimseyi aldatmamış birisiyse, bu adam söylüyorsa, doğru söylüyor deriz. Onun da öyleydi zaten. Yoksa Cebrail geldiğini başka kimse görmüyor, vahyin nasıl geldiğini kimse görmüyor, sürece şahit değil insanlar. O çadırda kalsaydı Gandi olamaz mıydı?

Hilfü’l-Fudulcu idi 25 yaşındayken Muhammed, Hilfü’l-Fudul üyesi. Yani kimden gelirse gelsin, zulme uğrayan kimse, diline, dinine bakılmadan mazlumun yanındayız diyen sivil toplumun referansı Hilfü’l-Fudul. Bu golü kim attıysa bize çok iyi atmış, zihnimizi berbat etmişler. Muhammed aleyhisselam Hilfü’l-Fudulcu olarak kalamaz mıydı? Niye kalmadı? Hilfü’l-Fudulcular yemin etmişlerdi ki Kureyş’te herhangi biri zulme uğrarsa, haksızlığa uğrarsa onun hakkını alacağız diye. Denizlerde bir damla su kalmayınca kadar -yemini de böyle teyit ettiler- denizler kuruyacak, bir damla su kalmayacak, o güne kadar gideceğiz dediler -olmaz ya- böyle teyit ettiler. Muhammed aleyhisselam davetine başladığında, risaletini ilan ettiğinde en büyük zulmedenler Hilfü’l-Fudulculardı. Hani zulme uğrayanların hakkını alacak, zalimi engelleyeceklerdi? Cehalet buradan da çıkar, zalimlik buradan da çıkar. Zulüm ne? Yani benim gelip fizik gücümle senin elindeki bir şeyi almam zorbalık mı? Bir anlamda zorbalık ama dar anlamda bir zorbalık. Ticarette hile yapmam, siyasette aldatmam, komşulukta kötü davranmam falan, bunlar zulüm falan ama çok minik zulüm bunlar. Asıl zulüm, Allah’ı kâle almamak. Yapıp ettiğimiz ne iş varsa Allah’ı kâle almamak.

Orada Gandi’yi çok meşhur ettiler, kitaplarını çok dillere çevirdiler, filmlerini defalarca yaptılar. Ne zaman? Postmodern çağa geçişte. Niye? Gandi gibi sivil inisiyatifçiye, sivil isyancıya, sivil tepkiciye can kurban! Sivil toplumların veya Gandici Hilfü’l-Fudulcuların derdi siyaset değil ki, siyasetle dertleri yok, devletle dertleri yok. Dertleri, o siyasetin, o devletin hangi grupsa, alanı neyse, sanat, müzik, dini alan vs. onlar da Hilfü’l-Fudulcu yani, kendi özgürlüklerine müdahale edildiğini düşünüyorlar ve hak istiyorlar. Hilfü’l-Fudulcu bunlar, Hilfü’l-Fudul bu zaten, sivil toplum bu. O gün İngiliz işgaline karşı çıkmayan Gandi’yi tabii ki İngiltere yayar dünyaya. Mevlana’nın Moğollar karşısında uzlaşması gibidir. Ama İbn Teymiye uzlaşmadı değil mi?

Şimdi Türkiye’de Müslümanlar niye sivil toplumcu, niye Hilfü’l-Fudulcu? Muhammed aleyhisselam niye değildi? Peki, Hilfü’l-Fudulcuydu 25 yaşında, girdi hatta onlarla birlikte bazı hakları da aldı verdi insanlara, sonra niye devam etmedi? Veya zalimlere karşı çıkıp da birlikte güç olarak yemin etmiş Hilfü’l-Fudulcular olarak mazlumun hakkını alıp ona verecek olan Hilfü’l-Fudulcular ne oldu da Müslümanlara saldırdılar? Müslümanlar ceberut insanlar mıydı, hırsız mıydılar, yankesici miydiler, katil miydiler? Tam tersine, öyle olanlar, Müslüman olduktan sonra düzgün insan oluverdiler. Derdin ne de Müslümanlara çatıyorsun, niye zulmediyorsun? Buradaki incelikleri yakalarsak, biz aslında İslam dinini de anlarız, İslam nedir onu anlarız.

SORU: Ebu Cehil’in çadırındakilerin dini var, onlar dinsiz değil diyorsunuz ya, bunlar hangi dindenler?

HÜSEYİN ALAN: Karışık dinleri var adamların, herhalde cehalet kelimesini burada da kullanabiliriz, Hanif dinin sembolü, temsilcisi. Yoksa ondan önceki peygamberler de aynı işi yaptılar. İbrahim aleyhisselamı da örnekliyor Allah. İbrahim’in dininden değiller belli, atamız İbrahim deseler de Allah onların o iddiasını çok açık biçimde reddetti, dedi ki: İbrahim müşriklerden değildi, yani siz şirk ehlisiniz, müşriksiniz. Allah söylüyor bunu Kureyş’e. Aynı iddiayı Yahudiler Medine’de yapacaklar, biz de İbrahim dinindeniz filan, bugün de söylüyorlar ya, hani İbrahim’i konuşurlar falan ya, Allah da onlara çok net cevap veriyor, İbrahim ne Yahudi idi, ne Hristiyandı, dosdoğru hanif dindendi değil mi? Yani onların dini var, modernizm bir din, postmodernizm bir din, liberalizm bir din, faşizm bir din, yani İslam olmayan dinin mezhepleri de olabilir bunlar. Muhafazakarlık da bir din yani. Bunların ibadetleri de var, peygamberleri de var, kutsal kitapları da var, ama İslam dini değil, hanif din değil bu. Muhammed aleyhissselam o hanif dini ihya etti zaten. Peygamberlerin işi bu. Peygamberlerin yolunu takip edenlerden de çağlarında, nesillerinde, dönemlerinde hanif dinin şahitleri olmaları isteniyor, Allah’ın istediği bu ya, şahitler olun diyor. Ben bunu söyleyebilirim aklıma gelen, İslam dini değil ama onun dışında bir din.

Artık biteriyem, küçük bir anekdot ama önemli bir şey… İkinci yıl filandı, köyden birisi şehre geliyor, Mekke’ye geliyor. Muhammed’le görüşmek istiyor. Yeni bir din getirmiş bir adam, Peygamber olduğunu söylemiş, duymuş çıkmış gelmiş. Nerede bulurum? İşte şurada bulursun. Muhtemelen kalabalık bir yerde dediğine göre Erkam’ın evidir, Müslümanlar da orada oturuyorlar. Selamun aleyküm, neyse giriyor oturuyor. Diyor ki Muhammed kim aranızda filan, çok da kullanıyor ya, Muhammed kim aranızda deyince şeklinden şemalinden kimse tanıyamıyor. Yani adam kral gibi değil, üstte oturmuyor, makamı filan yok, sıradan bir adam yani, bir de hizmet ediyor üstelik, arada arkadaşlarına bir şey ikram ediyor yani. Ondan sonra ses çıkmıyor, yabancı olunca da çekiniyorlar. Biraz da sorunlular ya, Kureyşlilerden birisi mi geldi, bir numara mı filan var diye. Ondan sonra, meclisin efendisi kim diyor? Muhammed aleyhisselam dayanamıyor, “meclisin efendisi meclise hizmet edendir” deyince anlıyor. Neyse tamam, oturuyor. Diyor ki; ben şuradan geliyorum, yeni bir din getirmişsin, ne söylüyor bana? Sorusu da güzel. Yeni bir din getirdin de ne söylüyor bana? Bu soru çok sık sorulan bir soru. Otur diyor, o güne kadar kaç sure gelmiştir, kaç ayet gelmiştir, atıyorum 150 ayet gelmiştir, o ayetlerden bir özet yapıyor. Diyor ki; konuşma uzun sürmedi, zaten Peygamber aleyhisselam çok uzun konuşmazdı, en uzun konuşması Veda Hutbesi’dir. Muhtemelen 15 dakikalık filandır, o bir de ağır ve fesih konuşuyor ya. Konuşma kısa sürdü ve adam dedi ki; -badiyeden bir adam, bize göre cahil bir adam, köylü bir adam, dünyası dar bir adam değil mi adamın tahlilini yapsak- Vallahi ey Muhammed, senin bu anlattıklarından krallar asla hoşlanmayacak. Badiyeden bir adam 10 dakika din dinliyor, senin dinin nedir bir anlat bakayım diyor, sonra tepkiye bak, tevhidi nasıl kavramış? Vallahi ey Muhammed, senin bu anlattıklarından krallar asla hoşlanmayacak. Bundan daha büyük tepki olur mu? Net, arı-duru, anlatan ne anlattıysa, dinleyen nasıl dinlediyse, sade akıl, saf akıl bu. Yani şehrin içerisinde kentte böyle karman çorman olmamış, bir sürü unsurlarla karışmamış, hanif haldeki bir akıl bu, saf akıl yani. Bunu duyan diyor ki, ya ne anlattı bu adam Allah aşkına, biz yıllarca Kur’an okuyoruz, yıllarca bunu biz anlatıyoruz filan… Demek ki o dinlemek önemli. Keramet bende değil sizdeydi, dinleyendeydi.

Teşekkür ederim. Allah razı olsun. Hakkınızı helal edin.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *