‘Popüler olan, aslında tüketiyor bizi, perişan ediyor’

‘Popüler olan, aslında tüketiyor bizi, perişan ediyor’

Necdet Subaşı: “Hiç mutlu ve mutmain olmuyoruz. Bu gündelik popüler baskıyı olabildiğince üzerimizden atmamız lâzım.”

Din sosyolojisi çalışmış bir akademisyen, bir bürokrat. Bir edip. İç içe geçen kimliklerinin birbirine aktardıklarıyla dünü hikâye ederken, bugünün resmini çekiyor; yarının insanına bilgi, görgü ve zevk olsun diye… Dr. Necdet Subaşı, Star gazetesinden Zeynep Türkoğlu ile sohbetinde hayattaki dönüşümden söz etti. Subaşı, “Mukayese yapmak istemezdim ama, Batı yönlendiriyor, biçimlendiriyor, yeniden kuruyor, inşa ediyor. Bizim de böyle sürekli ağrılarımızı dile getirip, burada bir hastalık var deyip ama burada gerekli tertibatı almamak gibi sadece bize has bir tuhaflığımız var. Ben bunu zayıflık olarak görüyorum.” ifadesini kullandı.

İşte o söyleşi:

Hepsini düşündüğümde yine de benim için Dr. Necdet Subaşı her şeyden önce bir edip. Bilmiyorum öteki müktesebatınıza haksızlık mı ediyorum? Edebiyatla bilimin ilişkisi nasıl hayatınızda?

İnsanın kendinden söz etmesi çok zor. Çok tatsız analizlere de fırsat veriyor. Ama insan herhalde yaşayan, ilerleyen süreçlerinde neye ihtiyaç duyuyorsa o yöne gidiyor. Mesela akademide ilerlediğinizde gidebildiğimiz yere kadar gidiyorsunuz. Ama bir yerden sonra bir yetmez oluyor. Bu sefer kanal değiştiriyorsunuz. O akademik ilgileriniz aradan çekilip gitmiyor ama siz başka bir dili tekrar devreye sokmanın ihtiyacını hissediyorsunuz. Öyle sanıyorum ki edebiyat benim için kalıcı bir mecra olarak öne çıkacak. Çünkü onunla akademide bir türlü dile dökemediğim şeyleri daha rahat ifade edebiliyorum.

İnsana daha incelikli bir dünyanın dilini kullanarak ulaşmayı başarıyorsunuz. Tabii hepsi benim için çok değerli.

Bu “değerli” ilgilerinizi oluşturan, içine doğduğunuz hayat ne idi, nasıldı?

Yetişme şartlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sık sık tekrarlıyorum bir öğretmen çocuğuyum. Çocukluğumu babamın dizinin dibinde, onun yönlendirmelerini açık, dolayısıyla kendi gelişimine beni de ortak etmiş olarak geçti. Öyle hatırlıyorum. Babamın mesela 30-35 yaşlarında okuduğu bir şeyi benim de okuduğumu hatırlıyorum. Pedagojik açıdan çok problemli görünse de, Artvin’in Şavşat ilçesinde bir dağ köyünde Kaçkarlar eteğinde, hiç deniz görmemişken, şehirle hiçbir irtibatımız yokken, babamın ilgilendiği konulara ilgi duymak, sonra onları ilerletmek, sonra onları hatırladığımda yeniden deşifre etmek böyle başlıyor. Bütün bunları yazmam gerekir deyince hepsi zihinde arz-ı endam etmeye başlıyor. Çok keyifli bir geçmişim var; aslında herkesin var. Şunu söylemek isterim; kalemin mi güçlü yaşadıkların mı derseniz, yaşadıklarım! Yaşadıklarım, bunları nazik bir şekilde dile getirmeye de zorluyor.

O sıcaklığı kültürü oluşturan şey nedir? Ne idi yaşadığınız ortam ve “şey”?

Bugün onlar bir daha olacak mı; sanmıyorum. Aslında ben bir dönemi, dönüşümü anlatıyorum. Bu dönüşümün bugün geldiği evreyi de yadırgıyor değilim. Nereden buraya geldik, nasıl savrulduk, bu da nereden çıktı türünde bir telaş içinde değilim. Ama bu sürecin belli başlı etaplarını da okumamız, incelememiz gerekiyor. Yaşam trafiğime baktığımda, bir taşra, bir köyden, bir göç dalgası içinde Konya’ya gelmek, Konya’da dindar muhafazakar bir muhitin içinde yer almak, oraya alışmak, onunla bütünleşmek…  Sonra kendi okumalarınız, ilgileriniz ve dönemin sosyo-politik dünyasına bağlı olarak bir sürü merhaleden geçmeniz, yaşam içinde sonradan reddedeceğiniz bir sürü deneyim yaşamak… Nereden nereye geldik diye şöyle bir bakasınız geliyor. Düşünün, uzun yollar tepmişsiniz. Oralara baktığında pek çok insanın burnunun direği sızlıyor ama ben tekrar dönmeye razı değilim. O yorgunluğu göze alamam. Durduğum yer de çok güzel. Burayı da yazmam lâzım. Burayı yazmak için biraz sahiplenmeniz, epeyce bir durmanız gerekiyor.

“Bura” dediğiniz yer neresidir, tarif etseniz?

“Bura” yaşadığınız zaman. Bugünü yaşıyoruz. Bugünün ne kadarının bizi etkilediği, ne kadarının bizi dönüştürdüğü, bize nelere mâl olduğu konusunda henüz yeterli ölçüde bilgiye, veriye sahip değiliz. Ama öncekileri gözden geçirme, yorumlama şansınız var. Tabii ben bu süreçler içerisinde bir kere her şeyden önce bir ilahiyatçıyım. Bu doğal olarak kimliğimi, düşüncelerimi, davranışlarımı, akademik duruşumu çok belirleyen bir şey. Ama tabii ki o altyapı üzerine kurduğunuz yeni şeyler var. Eskiden sadece okur yazar olarak edebiyatın ünlü ustalarını birebir takip ederek ilgileniyordum. Ama sonradan yazmayı dert edip ona yöneldiğimde şunu yapmaya çalıştım; hayatımızda ne tür eşikler, ne tür geçiş noktaları, ne tür altüst oluşlar var?

Cevap vermek için mi soru sormak için yazıyorsunuz?

Belki ileride 60’ların 70’lerin 80’lerin 90’ların, bugünün bir analizini yapmak isteyenler özellikle antropolojik açıdan bu dönemde “ne oldu da; ne oldu?” bunu anlamak isteyenler, belki tipik bir ilahiyatçının hikâyesini takip ederek, orada pek çok soru ile karşılaşabilirler diye düşünüyorum. Çünkü ben biraz açık uçlu yazıyorum, biraz insanların zihinlerine de fırsat vererek, onların algı düzeylerini sonuna kadar çalıştıracak bir tahrik içinde yazıyorum.

Kuruluk diye tarif ettiğiniz bir şey var, dini pratiklerin de dahil olduğu hayatımız için. Nedir bu “kuruluk?

Çok hızlı bir değişimden geçtiğimiz kesin. Nasıl olmasın ki? Hayatımızda birkaç tane darbe var. Sonuncusunu 15 Temmuz’da yaşadık. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat… Bunların böyle sulu bir edebiyatını yapmak istemem ama bunların her birisi zaten hayatı dönüştürmeye yönelik operasyonel müdahalelerdi. Her biri müfredata müdahale idi, gündelik yaşam alışkanlıklarını değiştirmek üzere tasarlandı. Siz bir döngünün içinde olduğunuzu düşünüyorsunuz, ama bir yerde bir ket vurulmuş. Ve bu doğal mecradan koparıyor sizi. Bunu fark etmek için biraz yaşamanız gerekiyor. Geriye doğru baktığında hayatımdaki bu kesintileri anlayabiliyorum. Bunun bir tarafı siyasal hareketleri ile alakalı, bir tarafı göçle, kültürel kopmalarla, sınıfsal değişimlerle ilgili. Belli başlı evrelerini topluca ele aldığınızda bunu görebiliyorsunuz, “Burada bir çizik var, burada bir yoldan çıkmıştık hali var, bir toparlanma çabası var” diyorsunuz.

‘Hızlı değişime ayak uydurmakta zorlandık’

İmkanlar çoğaldı. Bilgi eskiden size ayrıcalık kazandıracak kadar özeldi. Bugün çöplüğe dönme ihtimali var. Her şeyden haberdar olmanızın sizi taşıyacağı hiçbir şey yok. Herkes sizin kadar biliyor. Birkaç tuşla hepimiz bir sürü haberden haberdar olabiliyoruz. Hiyerarşi dediğimiz şey yeniden kuruluyor, insanlar arasındaki değerler skala dediğiniz şey yeniden inşa ediliyor. Artık geleneksel saygı cümleleri bugün anlamını yitiriyor. Saygısız bir dünyaya mı gidiyoruz bilmiyorum, onu söylemek de istemiyorum ama bugün dünya yeniden kuruluyor. Çocuklarınızda görüyorsunuz. Daha uzağa gitmeye gerek yok; insanın yeri değişiyor.Tarihimin dönüşümünü biraz da sosyal bilimlerin tahrik edici bakışını kullanarak, hazır görmüşken yazayım diyorum. Benden bir İbn-i Arabi çıkmaz, bir derviş çıkmaz. Ama ben de hikâyemi yazabilirim.

Sosyal bilimcilere “Tamam resmi çektin, sorunu sordun. Cevabın var mı pekiyi?”  derim, onlar da bizim işimiz bu değil, biz sadece bu kadarını yaparız derler. Siz ne diyorsunuz?

Bu çok kaçamak bir cevap. Zemini çok iyi yansıtmak zorundayız. Çünkü senin elindeki imkânlar buna müsait, sen bunu bir gör, bir oku ondan sonra bizi ortada bırakma. Bir bataklıktan bahsediyorsun, o zaman bize ya bataklığın etrafından dolanabileceğimiz bir güzergah göster ya da biraz vaktimiz var mı diye sor, bataklığı kurutmaktan bahset. Öneride bulunmayı bir zarf olarak görüyor sosyal bilimcilerimiz. Batı’da böyle değil. Mukayese yapmak istemezdim ama, Batı yönlendiriyor, biçimlendiriyor, yeniden kuruyor, inşa ediyor. Bizim de böyle sürekli ağrılarımızı dile getirip, burada bir hastalık var deyip ama burada gerekli tertibatı almamak gibi sadece bize has bir tuhaflığımız var. Ben bunu zayıflık olarak görüyorum.

Çözümü var mı aşmanın, tedbir almanın?

Popüler olanın baskısı altındayız. Çünkü popüler olan bize nasıl beğenileceğimizi, nasıl takdir edileceğimizi, onaylanacağımızı, “biricik” olacağımızı gösteriyor. Aslında tüketiyor bizi. Perişan ediyor. Dağ bayır dolaştırarak nefes nefese bıraktırıyor. Hiç mutlu ve mutmain olmuyoruz. Bir kere bu gündelik popüler baskıyı olabildiğince üzerimizden atmak lâzım. Kolay bir şey değil biliyorum. Yine benim kişisel kanaatim çok yoruyoruz kendimizi; her şeyi bilmek zorunda mıyız? Yoksa bir şeyi sağlam bilmek zorunda mıyız? Böyle bir abur-cuburluk hali var hayatımızda. Biraz sosyal medya aygıtları ile alakalı bir şey. Her şeyin içinde olmak istiyoruz. Her şeyin tanığı. “ O olayda ben vardım orada”, “O Efendi Hazretlerinin dibindeki, sağındaki bendim.” Bu bir savaş muhabirliğinden vazgeçmek gerekiyor.

‘Dün Tanpınar vardı ise, bugün biz yazalım…’

Tedavüldeki Kitaplar’da benim de dahil olduğum bir muhitte okunan kitapları tartıştım. Bizim evimize hangi kitap nasıl girdi, o kitaplar dini, ideolojik, siyasal kimliğimizin oluşmasında ne tür etkiler yarattı? Ne tür hasarlar bıraktı? Bunlarla bugün ilişkimiz nasıl? Mesela Ramazan’ı yazdım. Ramazan hayatımızda nasıl değişti, nereden nereye geldi? Çocukluğumuzda Yahya Kemal’in, Tanpınar’ın, bütün büyük yazarların sitayişle söz ettiği Ramazanlar bugün ne kadar var? Başkaları üzerinden değil. Sitemkar bir dille de değil. Kendi çocukluk orucumdan başlayarak, oğlumun orucuna gelene kadarki süreçleri anlattım. Bizim sahurlarımız, teravihlerimiz, duygu dünyamızda yarattığı genişlik rahatlık veya tersi…

‘Bir derdim var’

Geçenlerde Şavşat’ta babamın elinden tutarak bir fırına girişimiz, fırından yeni çıkmış ekmek arasında yağ vesaire… Bunu anlattım mesela. Aynı gün yaşadım. Şavşat’ın o günkü halini, o küçücük halimi, bir yandan da sürekli babamı kontrol ediyorum kaybetmeyeyim diye… Belki problem edebilir bazıları, ne var yani o somun ekmeği anlatınca ne oluyor diye.  Edebiyata olan ilginin zayıflığından kaynaklanıyor bu tür eleştiriler. Ekmek denince ekmeği, babam deyince babamı anlatmıyorum ki. Bu konulardan az çok anlayanlar için çok derin metaforlar var. Böyle her şeyin politikleşip, birbirine girdiği bir evrende hani böyle ev sıcaklığında bir şeyleri anlatabilecek bir imkân daha fazla bulabilirsem mutlu olurum. Ama bunu dert ediyorsam mutlaka buna ulaşırım diye düşünüyorum.

(Star, 1.6.2019)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *