Hayata, varlığa, olaylara nereden bakmalı, nasıl bakmalı?

Hayata, varlığa, olaylara nereden bakmalı, nasıl bakmalı?

‘Müminin feraseti’ söylem olmaktan çıkıp, hakikate dönüştüğü gün doğru bakışı elde etmiş olacağız ve bakışımızdaki tüm arızalar tamir edilecektir.

Nasıl bakmalı?

Akıp giden hayata, varlığa ve sosyal olaylara
Nereden bakmalı,
Nasıl bakmalı,
Ne amaçla bakmalı?
Birilerinin, ‘bak!’ dediği yerden mi bakmalı?
Birilerinin ‘bak!’ dediği yere mi bakmalı? Birilerinin bak dediği yere özellikle dikkat etmeli mi?
Yoksa, hiç kimsenin nereden ve nereyi işaret ettiğine hiç aldırış etmemeli mi?
Bir soru da şu: İnsan, neye nasıl bakacağını gayet iyi bilebilecek, kimsenin rehberliğine ihtiyaç duymayacak ‘özerk’ bir varlık mıdır?

Bütün bu sorulara bir çırpıda ve en doğru cevabı vermek, sanıldığı kadar kolay değil. Kolay olmaması, bu soruların her birinin doğru cevaplarının olmadığı anlamına da gelmez. Önemli olan, o doğru cevapların peşine düşmektir; demir çarık yarılıncaya, demir asa kırılıncaya kadar da olsa…

Birilerinin bizleri (yani bütün insanlığı), kendi istedikleri noktalara, yine kendi belirledikleri noktalardan baktırmak istedikleri, izahtan varestedir. “Benim belirlediğim noktaya bakacaksın!” “Benim belirlediğim şu noktadan bakacaksın!” Demek ki o birileri, ‘bakış’ denilen ölçme-tartma-kavrama eylemini, insanın kendisine bırakılmayacak kadar önemli görmektedir!

Bakış… Yani nazar. Ya da basiret. Bir nokta var, bakmam gereken: Orada ya bir şeyler olmaktadır ya da orada bir ‘varlık’ vardır. İşte o olay ya da varlığa, istesem de bîgane kalamam. Çünkü insan olarak yeryüzünde olan-biten her şey beni alakadar etmektedir. Bu genel yasa, Kitabın, “seni alakadar etmeyen meselelere burnunu sokma!” mealindeki uyarısına tezat değildir. Doğru bakışım ve doğru (adil) ölçüp tartmam, insan olmam hasebiyle bu yeryüzünde felahı yakalamam için gereklidir. Aksi taktirde ben, yeryüzünde hayata vaziyet etme inisiyatifini, yeryüzünün insan görünümlü çakallarına kaptırmış olurum.

İnsan hayata, olaylara ve yaratılışa nereden bakması gerektiğini de bilmeli, nereye bakacağını da bilmeli, nasıl bakması gerektiğini de bilmelidir.

‘İnsan bilmelidir’ derken, kendi tezimizle tezada düştüğümüz sanılmamalıdır. İnsan neye nasıl bakacağı hususunda yalnız ve yardımsız değildir. İnsan mutlak doğru bakışı yakalamaya muktedir, müstakil bir varlık da değildir. Onu var eden büyük güç, hayatının her safhasında kendisine yardımcıdır. İnsan, kendisine tenezzül(!) edip, önünde huşu ile eğildiği sürece, O büyük Kudret’ten her türlü nazar ve basiret yardımlarını alacaktır.

Bir tek konu üzerinden, bakış zaviyelerinin, bakanlara göre nasıl ve neden değiştiğine dair çok net çıkarımlar edinebiliriz: Allah yeryüzünde bir insan (halife) yaratacağım buyurduğunda meleklerin bulunduğu konumdan bu hadise nasıl görünmüştü? Meleklerin zaviyesinden ufukta, kan akıtan ve bozgunculuk yapan (çürütücü) bir varlık görünüyordu. Oysa kendileri tam tersine, Allah’a sırf itaat ve Allah’ı tesbih eden varlıklardı. Bu durumda insan denilen bu canavarı yaratmak ‘gerekli’ bir şey miydi? Allah katında ise adeta, ‘bilmediğiniz şeyler var!’ mealli bir tavır ile, her şeye rağmen insanın yaratılmasından yana bir irade vardı.

Aynı insan bu sefer, meleklerin secde etmelerinin konusu oluyordu ve melekler zaviyesinden, kan akıtıcı ve bozgunculuk yapıcı niteliğine rağmen insana secde etmekte hiçbir beis görülmüyordu. İblisin baktığı yerden ise diretmek, tekebbür, enaniyet, haksız kıyaslar ve üstünlük taslamak gibi ‘karanlık’ hissiyatlar görünüyordu. İblis’in zaviyesinden bakılınca, üstünlük-aşağılık meselesi ya da ham maddesi çamur olanla ateş olanın farklılığı gibi bir mesele(!) çıkıyordu ortaya.

Son derece öğretici, baştan sona hikmet olan bir diğer kıssa, bakış açısının A’dan Z’ye tüm meselelerine ışık tutacak niteliktedir. Musa (a.s), Allah tarafından kendisine ilim verilmiş bir kul ile bir yolculuğa tabi tutulduğunda ilim verilen kul bir çocuğu öldürür, bindikleri gemiyi deler ve yıkılmakta olan bir duvarı (o köyden kimse kendilerine, muhtaç oldukları yiyeceği vermemelerine rağmen) onarır, yıkılmaktan kurtarır. Bu üç olay Musa (a.s) zaviyesinden ‘insanca’ görünür. Yani her ‘ortalama’ insan bu üç olaya nasıl tepki verirse, Musa da aynı tepkiyi verir. Demek ki normal şartlarda bu üç hadise aynen Musa (a.s) tarafından algılandığı gibi algılanır, bunda şaşılacak bir durum yoktur, bilakis insanidir. İlim verilen kulun zaviyesinden ise konu bambaşka bir görüntüye kavuşmaktadır. Musa (a.s) bir nebî olduğu halde, onun bakış açısı ile ilim verilen kulun bakış açısı arasında, neredeyse hiçbir alaka yoktur. Peki, Musa (a.s) bakışlarında hata mı yapmıştır, yanlış mı yapmıştır, isabetsizlik mi etmiştir? Hayır, bunların hiçbiri değildir.

Kanaatimiz odur ki, alim kul ile olan, bu üç hadisenin vukuu sürecini kapsayan ‘yolculuk’ vasıtasıyla önce Musa (a.s)’a, onun vasıtasıyla da biz kullara bir ‘bakış açısı inceliği’ öğretilmek istenmektedir. Buna bakış açısı bilinci, farkındalığı, uyanıklığı v.b. de diyebiliriz. Demek ki olan-biten şeylere, sıradan bakmanın ötesinde bir bakış daha vardır/mümkündür. İnsan Musa (a.s) gibi bir beşer olarak, perdenin bu tarafından, perdenin arka tarafına geçmeli anlamını çıkartmıyoruz. Zira bu, ilgili kıssanın mesajı olmadığı gibi, İslam’ın akidevi esaslarını da altüst eder. Ontolojik olarak da, perdenin arka tarafına geçmek mümkün değildir. Ama bu kıssa vesilesiyle biz insanlara, olaylara ve oluş alemine bakarken, sıradanlıktan bir nebze de olsa kurtulmamız, olayların arkasındaki asıl sebebi keşfetmeye, hikmeti kavramaya çalışmamız, içyüzünü bütünüyle kavrayamadığımız durumlar karşısında teslimiyet göstererek, sabretmemiz istenmektedir.

**

Bize, bizim cinsimizden olan ve bizden daha akıllı, bizden daha zeki, bizden daha hünerli olmayan bazı varlıkların nereye bakmamızı, nereden bakmamızı, niçin ve nasıl bakmamızı öğretmeye kalkışmasına asla izin veremeyiz. Çünkü bilemeyiz ama o varlıkların, beşer suretinde şeytan (şeyâtînul ins), şeytanın velisi olmaları pekala mümkündür ve Adem’e secde etmeyen iblisin rolünü oynamaktadırlar.

**

Bugün globalleştiği söylenen dünyada olup biten -istisnasız- bütün hadiseler bir ‘bakış’ın, yorumun, anlayıp-dinlemenin, anlam vermenin, değerlendirmenin, analizin, muhakemenin ve düşüncenin konusudurlar. (Dikkat edilirse tefekkürün, taakkulün, tedebbürün v.b. demiyoruz). İstisnasız bütün olaylar ve olgular, dünyada hükümran olmak, sözü geçmek, insan yığınlarına ve ülkelere söz geçirmek (tahakküm) gibi bir hesabı (toplum mühendisliği) olanlarca itina ile ve etraflıca yorumlanmakta, adeta anlam sağmasına tabi tutulmaktadır. Sağmasını bilirseniz, hadiseler size foşur foşur anlam ‘sütü’ akıtmaktadırlar. Sağıma tabi tutulan olay ve olgular, hayata egemen olmaya çalışanlara stratejik imkanlar sağlamaktadır. Sağmal olaylardan elde edilen ürünler paketlenip, market raflarında satılan ürünler misali iletişim ve eğlence araç-gereçleriyle tüketicilere arz edilmektedirler.

Dünyanın geri kalanları, yani tüketiciler (ki onlar sayısal olarak çoğunlukturlar) ise, olayları, dolayısıyla hayatı/varlığı yani her şeyi onların gözleriyle görmekte, onların kulaklarıyla işitmekte, onların akıllarıyla akletmekte, onların bakış açılarıyla bir anlama büründürmüş olmaktadırlar. Bu durumda ‘yorumlanmış olay’ mamullerini piyasaya arz eden, “ateşten yaratılmış biri, topraktan yaratılmış olana secde etmez!” tavırlılar, sabah-öğlen-akşam değil, günün tüm saatlerinde kendilerine yedirilen mamullerle, istenilen dünya vatandaşı kıvamına erdirilmiş olmaktadırlar. Acı olan, tüketicilerin bu hakikatin de farkında olmayıp, kendilerini uyanık sanıyor olmalarıdır. Hatta kafirleri istihdam ettiklerine inananlarına da rastlamak mümkündür.

BM, NATO, IMF, INTERPOL, IFC, WTO, OECD, WFO, UNESCO, AİHM, Uluslararası Adalet Divanı gibi çağdaş küresel örgütler (Teoman Duralı), işbu bakış açısı mücadelesinde belki de en işlevsel kurumlardır. Bunun yanında çok sayıdaki küresel iletişim şirketi günün yirmi dört saatinde ama bilhassa bir toplumun en fazla televizyonla trans haline geçtiği saatlerde (prime time), dünyanın dört bir yanından her türlü olayı çekip, en ücra evlere kadar getirmekte, kendi süzgeçlerinden geçmiş ve oldukça profesyonel biçimde işlenmiş, tüketime hazır vaziyetteki ‘haberleri’, Asya ve Afrika insanlarının depolarına doldurmaktadırlar.

**

Bir dana için bir tutam ot, sadece yeşil bir ottur ve o hayvanın iştahını kabartır. Otun dana için başka bir anlamı da yoktur. Onun zaviyesinden ‘görünen’ budur. Akif’in eşeği için de -kendisine, yaydan fırlamış ok misali gelen kurdu görmüş olan eşek- bir tutam ot, biraz daha, biraz daha fazla alınası bir yem olarak görünmektedir. Onun zaviyesinden başka bir şey görünmez. Oysa kurdun zaviyesi farklıdır. İki hayvan arasındaki bakış açısı farkı, bakışla ilgili her soruyu cevaplayıcı niteliktedir.

‘Müminin feraseti’ söylem olmaktan çıkıp, hakikate dönüştüğü gün doğru bakışı elde etmiş olacağız ve bakışımızdaki tüm arızalar tamir edilecektir.

(Venhar)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *