Taraf Olan Bertaraf Olur!

Taraf Olan Bertaraf Olur!

“Hangi alanda olursa olsun, verili olanlara taraf ve râzı olmak yerine, Rabbimizin öngörüp çerçevesini apaçık ölçülerle çizdiğine tâlip olmaktır Müslümanca yaklaşım.”

Taraf Olan Bertaraf Olur!

Şükrü Hüseyinoğlu

Bu sözün aslı “taraf olmayan bertaraf olur”du değil mi? El hak öyledir, taraf olunması gereken bir konuda, bir meselede, makro planda hakla bâtıl çelişkisi ve çatışmasında tarafsız olmak bertaraf olmak demektir. Neticesi dünyada zillet, âhirette ziyandır.

Ne var ki taraf olmanın bertaraf olmak demek olduğu durumlar da vardır. Tarafını her şart ve durumda korumak, taraf oluşunda ve taraftarlığında zaafa yol açmamak için, taraf olmaktan titizlikle kaçınmanın gerekli olduğu durumlarla karşılaşır ve imtihan oluruz hayat boyu.

Bir hâkimin davacı ve davalı arasında taraf olması, bir hakemin müsabakada taraf tutması onu bertaraf eder. Çünkü onun olması gereken taraf, mevcut taraflar arasında haklıya hakkını teslim ederek adaleti gerçekleştirmektir.

İşte Rabbimiz tarafından insanlar için belirlenip bildirilmiş yegâne hak hayat nizamı olan(1) İslam’dan yana taraf olanların da, bu taraftarlıkları gereği taraf olmamaları gereken durumlar vardır. Ve bu çok hayati bir meseledir. Taraf olmanın bertaraf olmakla eşdeğer olması söz konusudur.

Temel felsefesi, paradigması, yönü/kıblesi ve işleyişi itibariyle Allah’ın diniyle taban tabana zıt bir dünya görüşü ve hayat nizamını temsil eden mevcut laik-kemalist düzenin yönetim erki ve yöneticilerinin belirlenmesi süreçleri (seçimler), son dönemlerde İslami kesimler açısından yaygın şekilde taraf olup bertaraf olma süreçlerine dönüşmüş durumda.

Birçok çevre, İslami konum ve iddialarıyla seçimlerde taraf olmanın birbirini nakzeden tercih ve durumlar olmadığı zan ve iddiasında olsa da maalesef gerçek hiç de öyle değil. Zira düzenin yönetimine tâlip olan kadrolardan bir tarafı fiilen desteklemek, hem İslam’ın temel akidevi ilkelerinden olan ruczdan ve ruczun temsilcilerinden ilkesel hicret/ayrışma(2) tutum ve konumunu zaafa uğratmakta, hem de cahili toplumsal/siyasal işleyiş içinde bütün bir topluma ve egemenliği temsil eden aktörlere yönelik hakkın adil şâhitleri olma misyonunu ortadan kaldırmaktadır. Tıpkı davacıyla davalı arasında taraf olan bir hâkimin adalet dağıtma vasıf ve misyonunu yitirecek olması gibi.

Bir cahiliye düzeninde, o düzenle akide temelinde ve uzlaştırılması imkân dahilinde olmayan bir farklılığı temsil eden İslami çevrelerden önemli bir kısmının, düzenin farklı tonlarını temsil eden aktörlerden herhangi birine taraf olup fiili destek vermesi, tam anlamıyla trajik bir durumdur, hak ve adaletten yana taraf oluşunu zaafa uğratan, ciddi olarak sakatlayan bir tutumdur.

Meselenin Rabbimize verilecek hesap boyutunun yanı sıra, İslam’ın temsiliyeti ve dâvet misyonu açısından ortaya çıkardığı telafisi çok zor sorunlar söz konusudur. Mevcut düzenin kendisi için son derece işlevsel olan demokrasi tahterevallisinin bir tarafındaki aktörlere taraf olanların toplumsal zeminde, Müslümanların temel yükümlülüğü olan dâvet misyonu açısından bertaraf olduğu acı bir gerçektir.

Bu durum, Kur’ani/Nebevi ilke ve ölçüler açısından kabul edilemez olduğu gibi, bu bertaraf edici taaftarlıkların gerekçesi olarak dillendirilen “maslahat” açısından da yanlıştır. Zira sistem içi kimi kazanımlar elde etmek adına, bu toplumun ve tüm insanlığın yegâne çıkış yolu olan İslam nizamının temsiliyeti ve topluma ulaştırılması yükümlülüğü zaafa uğratılmaktadır.   

Seçimi Kim Kaybetti?

Bu konuyu gündeme getirmeme sebep olan, yakın geçmişleri itibariyle cahiliyeden akidevi/ilkesel teberri ve hert şart ve durumda ancak Hakka ittiba bilinç ve duruşuna sahip olan ve fakat son dönemlerde bu duruşlarını “maslahat” eksenli yorum ve yaklaşımlarla zaafa uğratan çeşitli çevrelerden son İstanbul seçimleri sonrası sudur olan “Niçin kaybettik, nerede hata yaptık” modundaki çıkışlardır.

İnsan bu durumda soramadan edimiyor: Müslümanlar olarak seçime mi girmiştik veya seçimde bizim temsilcilerimiz mi vardı, laik-kemalist hâkim ideolojiye ve neo-liberal kapitalist sosyo-ekonomik işleyişe karşı İslam’ın dünya görüşünü ve hâkimiyetini gündeme getiren?

Bâtıl sistem içi politik aktörlere taraftar olmak ve onlar kazanınca kazandığını, kaybedince de kaybettiğini düşünmek Müslümanca bir tutum olabilir mi? Rabbimizin Rum Sûresi’nin girişinde Doğu Roma-Sasani çatışması bağlamında ifade ettiği üzere, fiilen taraf olmamak kaydıyla konjonktürel sebeplerle bir tarafın galibiyetine sevinmek veya üzülmekle sınırlı olmayan, o taraflardan birine fiilen taraf ve taraftar olmaya varan bir durumdan söz ediyoruz.

Kaldı ki bugün laik-kemalist düzen içindeki çatışmada galibiyetine gönül rahatlığıyla sevinebileceğimiz bir “Doğu Roma tarafı” bulunmakta mıdır, bu bile ciddi olarak değerlendirmeye muhtaç bir husustur. Zira kendisini bâtılın içinde konumlandırmış ve hak-bâtıl çelişkisi ve çatışması noktasında bir ikircikliğe, hakkı bâtılla bulamak ve bâtıla hak elbisesi giydirmek gibi neticelere yol açan nifak eksenli yaklaşımlar içinde olmayan, Müslümanlarla doğrudan ilişki içinde bulunmayan iki aktörün çatışmasıyla, bugün olduğu gibi hakla bâtılı birbirine bulayan, Allah’ın dinini laik-kemalist, neo-liberal işleyiş ve politikalara payanda yapan aktörlerin söz konusu olduğu ortam aynileştirilebilir mi?

İktibas’ın Mayıs 2018 sayısında yayınlanan “İslam Dâvâsının/Dâvetinin İlk Aşaması: Hakla Bâtılın Ayrıştırılması” başlıklı makalemizde ifade etmeye çalıştığımız üzere, hakla bâtılı net çizgilerle ayırmayı öncelikli bir yükümlülük olarak bildiren İslam’a ittiba iddiasında bulunan insanların, hakla bâtılı birbirine bulayan, bireysel referanslarını İslam, kurumsal referanslarını ise laiklik olarak ifade ve deklare eden aktörlere taraftar olması, onların galibiyetlerine gönül rahatlığıyla sevinip, mağlubiyetlerine ise ciddi anlamlar yüklemesi doğru olabilir mi?

Hakka Şâhitlik Misyonumuz

Rabbimiz, biz Müslümanlara yeryüzünde Hakka şâhitlik misyonu yüklemiştir. Şâhitlik, hem açık ve net sözlü dâveti hem de örnek-model olmayı içeren bir yükümlülüktür. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Allah için hakkıyla cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim’in dini(nde olduğu gibi). Allah, bundan daha önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi Müslimler olarak isimlendirdi, ki Rasul sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler olasınız. Artık namazı ikame edin, zekatı verin ve Allah’a sarılın. Sizin Mevlanız O’dur; ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı.” (Hac, 22/78; Ayrıca Bkz: Bakara, 2/143)  

Hakkın şâhitleri olmakla yükümlü kılınmış ve bu yükümlülüğü kendi iradeleriyle omuzlamış insanların, bu aslî konum ve misyonlarını zaafa uğratacak, iptal edecek yaklaşım ve yönelimlerden titizlikle uzak kalması gerekir. İslam’dan, İslam nizamının yeryüzüne hâkim kılınması dâvasından yana taraf olan insanların, İslam’ın her şart ve durumda diri ve işlevsel tutulması gereken ilkelerini unutarak veya öteleyerek konjonktürel taraftarlıklara yönelmesi kabul edilebilir bir hal değildir.

Mevcut düzenin resmî (laik-kemalist, nasyonalist) ve gayri resmî (neo-liberal kapitalist, feminist) bâtıl ideolojileriyle şu veya bu oranda bütünleşmiş sistem içi aktörlere konjonktürel hesap ve beklentilerle taraf olan insanlar, Hakkın şâhitliği misyonunu nasıl ifa edebileceklerdir? Davacıyla davalı arasında taraf olmuş bir hâkim, hâkimlik konum ve misyonunu bertaraf etmiş olmayacak mıdır?  

Hangi alanda olursa olsun, verili olanlara taraf ve râzı olmak yerine, Rabbimizin öngörüp çerçevesini apaçık ölçülerle çizdiğine tâlip olmaktır Müslümanca yaklaşım. Ne pahasına olursa olsun Rabbimizin râzı olduğundan başkasına râzı ve taraf olmamaktır, ki Rabbimiz neye râzı olup neye olmadığını her konuda bildirmiş bulunmaktadır.

Mü’min olmak Allah’a güvenmekse eğer, ki tastamam öyledir, kendisini türlü illüzyonlarla, Allah’ın râzı olduğundan başka işleyiş, yaklaşım ve pratiklere taraftar kılmaya çalışanlara zırnık prim vermemelidir bir Mü’min. Aksi durum; Allah’a, O’nun va’d ve vaidine gerçek anlamda iman etmemiş/güvenmemiş olmanın göstergesidir.

Bağımsız tevhidî duruşumuzda sebat etmek, Rabbimize iman akdimizin gereği olduğu gibi, kendimize, İslam dâvetinin muhatabı topluma ve siyasetçilere de merhametimizin bir icabıdır. Çünkü bizim de onların da tek çıkış yolu, kurtuluşu İslam’ın dünya görüşüne ve ahkâmına tâbi olmaktır. 

Bir hayat nizamının, fert ve toplum hayatında belirleyici olacak yön/kıblenin tercihler arasında bulunmadığı, aynı bâtıl resmî ve gayri resmî bâtıl ideoloji ve yönelimlerin despotik mi, daha demokratik yöntemlerle mi uygulanması konusunda farklılaşan aktörler arasında taraf olmak, taraflar üstü bir tarafın, yegâne hak hayat nizamının temsiliyetiyle mükellef olan Müslümanlar için toplumsal-siyasal planda bertaraf olmak neticesini doğuracağı aşikârdır.

Yazımıza Rabbimizin şu ikazıyla son verelim:

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki Allah bir kısım günahları sebebiyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fâsıklardır.” (Mâide, 5/49)

Dipnotlar:

(1) Bkz: Âl-i İmran, 3/19, 85
(2) Bkz: Müddessir, 74/5; Müzzemmil, 73/10

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *