Kur’an’da Hidayet ve Hüda

Kur’an’da Hidayet ve Hüda

Her şeyi yaratan yüce yaratıcı, bütün varlıkları yarattıktan sonra, yeryüzünde imtihan olan insanları kendi hallerine terk etmemiş, başıboş bırakmamıştır.

Kur’an’da Hidayet ve Hüda

İlyas Yorulmaz

Yüce yaratıcı, yeryüzünde insanı yaratmaya karar verdiğinde (15/28), öncelikle insanın yaşayabileceği ortamı yaratmış, daha sonra yaşayacağı ortamın koşullarına göre insan, yeryüzünde yeryüzünün toprağından yaratılmış ve yeryüzüne (2/38) dağıtılmıştır. İnsana nasıl yaşaması gerektiği, içinde bulunduğu çevreye nasıl uyum sağlayacağı, yaşadığı ortamda kendisi için neyin faydalı neyin zararlı olduğu, birlikte yaşarken paylaşmanın, hayatı ne kadar kolaylaştıracağı ve insani ilişkilerin hangi düzeyde olması gerektiği insana öğretilmiştir. Bunun yanı sıra insanla beraber tüm canlı varlıklar da fıtri olarak, insanın hayatını kolaylaştırması için Rableri tarafından eğitilmiş ve insanın kullanımına, hizmetine (16/5-8, 43/11-13) sunulmuştur. Sonuçta yeryüzünde denenen insan için her türlü nimet ve imkân hazır hale (31/20) getirilmiş, bu nimetlerin ve imkânların nasıl kullanılacağı, Allah’ın insanların içinden seçtiği rehber elçiler aracılığıyla uygulamalı olarak gösterilmiş ve elçilere verilen bilgiler, yazılı kitaplar halinde insanların öğrenmesi için okuyup müracaat edebileceği sağlam belgeler haline getirilmiştir. İşte Rabbimiz Allah, bu belgelere HÜDA/HÜDEN (doğru yolu gösteren, doğruya ulaştıran/ileten rehber) “Hüden lil muttakîn/hüden linnâs = (Allah’dan) Korunanları/insanları en doğru yola ulaştıran belge” (Bakara suresi 2) ismini veriyor. Çok çok önemli ve insan için hayati öneme sahip, Kur’an içindeki hüda kelimesinin kullanımlarına, hangi anlamda nasıl kullanıldığına bakalım.

Heda fiilinin kök anlamlarından birisi olarak lügatlarda “gelini damada zifaf için göndermek” anlamıdır. Kocanın karısını evlilik (nikâh) akdi yapılarak evliliğin ilanı ve çiftler arasında ki zifaf (evliliğin kesinleştiği) ve bu olayla evlenmiş çiftlerin hukuki hakları ve yasakların başladığını bizi yaratan Rabbimiz bildirmektedir. Bu haklara örnekler verecek olursak “Hem kadın ve hem erkek için evlilik ilişkisi (zifaf) ile resmileşir ve yürürlüğe girer. Kadın veya kocanın her ikisinin başka evliliklerinden doğan çocukları evlenmiş olanların çocukları hükmünü kazanmış olur. Yaşadıkları sürece içinde onların çocukları ile evlenmeleri yasaklanmıştır. Zifaf ile birlikte onaylanmış evlilik olayı ile her iki karı koca birbirlerinin mirasçıları olarak tescil edilmiş olurlar. Evlenen çiftlerde zifaf olayı gerçekleşmemişse (33/49) erkek kadının kızıyla, kadın da erkeğin oğluyla hukuki olarak (4/22-24) evlenebilirler. Bu konu evlilik anlaşmasının yetkisiyle meşru olarak eşine ve ondan olacak zürriyetlere sahiplenmesi bir zorunluluk ve evlilik hukukunun gereğidir. Heda fiilinin kök anlamından yola çıkılarak Rabbimiz Allah, kitabın insanlara gönderilmesini, gelinin eşine teslim edilmesi sonucunda, erkek eşine ve ondan olan zürriyete nasıl sahip çıkıyorsa, kutsal kitaplara inananlar da Allah’ın indirdiği kitabına sahip çıkmalıdırlar. “De ki, ‘Eğer ben doğru yoldan sapmışsam, yalnızca kendimi saptırmış olurum. Yok, eğer doğru yolu bulmuşsam, ancak Rabbimin bana vahy ettiği ile doğru yolu bulmuşumdur. O her şeyi işiten ve her şeye yakın olandır.'”(34 Sebe 50) Allah’ın kitabına sahip çıkmanın ne demek olduğunu Rabbimiz elçisine söylettiriyor ki kitabın kıymetini, önemini insanlar anlasınlar: “Sana indirilene sımsıkı sarıl ki emrolunduğun gibi doğru yolda olmuş olursun.”(43 Zuhruf 43) İnsan yaşadığı sürece, öğrenmesi ve yapması gereken doğruları uygulaması sonucunda, Rabbinin rızasını kazanabilmesinin yollarını öğreten ve insanın kullanımına gönderilen bu kılavuz Kitab(Kur’an)’a inanan her insan, eşine sahip çıktığı gibi sahiplenmesi, sarılması zorunludur.

Heda fiilinin ikinci kök (masdar) anlamını Rabbimiz, Kur’an’ı Kerîm’de Saffat suresi 22-24’üncü ayetlerinde, “Allah, zulmedenleri, benzerlerini ve Allah’dan başka kulluk ettiklerini toplayıp huzura getirin. (Allah’dan başkalarına kulluk etmelerinden dolayı) onları ateşin yoluna götürün. Onları ateşin içinde tutun. Çünkü yaptıklarından sorumludurlar.” şeklinde kullandığını ve “Fehdûhum ilâ sırâtıl cahîm = (O kendi nefislerine zulmedenleri ve eşlerini) Alevli ateşin yoluna götürün” hesap gününde insanlar içinden ateş azabı hükmü verilenlere, azabın infazı için meleklere “Onları alevli ateşin yoluna götürün ve onları ateşin içinde tutun” cümlesinde kullandığı “Fehdûhum = onları ulaştırın/götürün” hedâ/yehdî fiilinin anlamının hem manevi ve hem de fiilî olarak “birisini bir yere ulaştırmak/götürmek” anlamında olduğunu görüyoruz. 

Kur’an’da en çok kullanılan örneklerden biri olan Şura suresi 52’inci ayetini verelim; “Böylece biz sana kendi emrimizle bir kitap (ruh) vahyettik. Sen bundan önce ne kitap bilirdin ne de iman bilirdin. Böylece sana indirdiğimiz kitabı yol gösterici bir ışık yaptık. Biz o kitapla kullarımızdan dilediklerimizi doğru yola iletiriz. Sen de insanları o Kitab’ın sana öğrettiği dosdoğru yoluna iletirsin.” Rabbimiz görevlendirmeden önce, elçisi Muhammed (a.s)’ın din, iman ve kitap bilmeyen bir insan olarak, vahiyle en doğru bir şekilde bilgilendirilip, şüphe ve tereddütten uzak bir imana ulaşmasından sonra en yakınlarından başlayarak Allah’a davet etmiştir. İnsanların geçmiş ve geleceğin kirlenmiş bilgileriyle karartılmış insanların, geleceklerini aydınlatan en doğru Allah ve yeterli gelecek bilgisi vahiyle donatılmış olan bir elçi, yalnızca öğrendiklerini insanlara bildirmiş ama muhatabı insanları ikna etme gibi bir görevle gönderilmediğini peygambere hatırlatmıştır. Zaman zaman insanları Allah’ın dinine davet etmede hata yapmış “O’nun temizlenmesi senin üzerine değildir”(80/7) ve “Bizim sana vahyetmediğimizi söylemen için neredeyse yanıltacaklardı.”(17/73) ve “Sen sevdiğini doğru olana ulaştıramazsın”(28/56) ve “Sen onlar üzerine zor kullanıcı değilsin.”(88/22) Rabbimiz vahiy yoluyla ikaz ederek hatalarını düzeltmiştir. Şura 52’inci ayette, eğer insanlara imanı kabullenmeleri için zor kullanılması gerekiyorsa bunun yalnızca Allah’a ait bir hak olduğu elçisine öğretiliyor: “De ki hak (doğular ve gerçekler) yalnızca Rabbindendir. Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin.”(18/29)

Kur’an’a tabi olmayan toplumlar, yaşamlarıyla ilgili kuralları ve hükümleri kendileri belirlerler. Bunu yaparken de, bulundukları şartlar gereği, toplumun önceden beri uygulanmış gelenekleri de göz önünde bulundurulur. İktidar gücünü elinde bulunduran elit tabakalar, kanun ve hüküm haline getirdikleri çıkarlarını, toplumlara istedikleri ve işlerine geldiği gibi dayatırlar. Tabii ki (!) şartlar değiştiğinde kurallar ve hükümler de hemen değiştirilecektir. İnsanların tercih ettiği yaşam biçimine Arapça’da millet (içtihatlar) deniyor. Kur’an-ı Kerim’de geçen “Millet” kelimesinin tercümelerde “din” diye tercüme edilmesi doğru değildir. Nisa suresi 125’inci ayette “Yaptığı her şeyi Allah rızası için yaparak, Allah’ın emirlerine teslim olandan ve Allah’ın halil (Allah’a kullukta en yakın, en önde olan) edindiği, Allah’a kullukta en üst zirveye çıkmış (hanif) İbrahim’in öğretilerine uyandan daha güzel yaşam biçimi (dini) olan kimdir.” Dikkat edilirse “ve men ehsenü dinen mimmen esleme veçhehu lillahi vettebea milleti İbrahime hanifen = Kim yüzünü din olarak Allah’a teslim ederse” cümlesinde Rabbimiz “Yüzün Allah’a teslim edilmesini”, Allah’a inanan kişinin “kurallarını Allah’ın koyduğu hükümleri kabul edip yerine getirmeye” ‘DİN’, adına da ‘Dinül İslam’ ismini veriyor. Ayetteki “Millete İbrahim” kavramını İbrahim (a.s)’ın Allah’ın koyduğu emir, yasak, kurallar ve hükümlerin dışında, kendisine (insana) bırakılan alanlardaki söylem, uygulama ve mücadele yöntemlerinin (içtihatlarının) tümüne “MİLLETE İBRAHİM” diyor. Millet kelimesini doğru anlayabilmek için Bakara 282’inci ayette geçen “melle” fiilinin kullanımlarına bakalım. 

“Ey iman edenler! Karşılıklı, birbirinize belli bir zaman içinde ödenmek üzere, borç verdiğinizde, onu yazın. Aranızdan yazmasını bilen kâtip de adaletle yazsın. Kâtip (yazıcı) Allah’ın ona öğrettiği gibi borcu yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan veya alacaklı olan kimse, üzerine aldığı/verdiği borcun miktarını eksiksiz doldursun, doldururken Rabbi olan Allah’dan sakınsın, borçlu borcunu eksiltmesin veya alacaklı alacağını fazlalaştırmasın. Eğer borçlu veya alacaklı olan kimse, akli melekesini yeterince kullanamıyorsa yahut bedeni bir zaafı varsa veya belgeyi kaydetmeye/doldurmaya gücü yetmiyorsa, onun sorumluluğunu yüklenen kimse (velisi) adaletli bir şekilde onun adına borç senedini kaydetsin/doldursun.” Borç alıp vermede kayıt (yazma) şartı getirilirken, yazan kimselerin borç alıp vermedeki yazılması gerekenler atlanmadan yazılsın isteniyor. Borç verenin ve alanın isimleri, alınan borcun miktarı, alınma ve ödeneceği tarihi ve yeri gibi ödeme şartları, konuşulan özel şartlarda dâhil her iki tarafın kabul ettiği hiçbir şeyin eksiltilmeden yazılması “felyektüb=yazsın” fiili ile emrediliyor. Doldurma anlamındaki melle fiilinin emri hazır kipindeki “velyemlül=doldurulsun” fiili bu cümlede “ketebe=yazdı” fiili ile aynı anlamda kullanılmıyor. Bu ayette geçen “melle” fiilinin anlamını, bazı Kur’an mütercimleri yazma anlamındaki “ketebe=yazdı” fiilinin anlamını veriyorlar. Hâlbuki “melle” fiilinde borç alıp verenlerin zarara uğramaması için konuşulan şartların belgede eksiksiz belirtilmesini “melle” fiili karşılıyor. 

Melle fiilinin mastarı “Millet” kelimesinin anlamını doğru anlamak için, bu kelimeye verilen “DİN” kelimesinin anlamını, Kur’an’da Rabbimizin kullandığı anlamları tercüme edenler yakalayamamışsa, geçiştirmek için millet kelimesine din anlamı verip geçiyorlar. İslam dininin değişmez ana çatısının, insanlar için indirilmiş ilahi kitaplarda, insanlara uymaları ve teslim olmalarının istendiği, Allah’ın belirleyip emrettiği hükümlerin olduğunu anlıyor ve görüyoruz. Yüce Rabbimiz Allah, insanlar için indirdiği dininin mutlak sahibi (38/3) olduğu dininde, kendisinin belirlemiş olduğu emir ve yasaklar ile hükümlere alternatif hükümlerin getirilmesini veya teklif edilmesini asla kabul etmiyor. Buradan, “insanlar hüküm koyamaz” hükmünü çıkarmak düşünülemez. İnsanların, yaşadıkları arzda hüküm koyma alanları çok daha geniş. İnsanların koyduğu hükümlerin, ana çatı dediğimiz, Allah’ın değişmez hükümlerine aykırı ve alternatif olarak koyduğu hükümleri Rabbimiz, kendisine Rablik’te ortak koşmak olarak kabul ediyor. İnsanların birlikte yaşadığı toplumlarda, tecrübe ve bilgilere dayanan ve Allah’ın hükümleri ile çelişmeyen hükümler (içtihatlar), Allah’ın hükümleri gibi mutlak doğru, değişmez hükümler değillerdir. Zamana ve şartlara göre insanların belirlediği hükümler (içtihatlar) değişir ve değiştirilmelidir. Geçmişte yaşamış müslüman toplumların, içtihatları Allah’ın hükümlerinin önüne aldıkları için varlıklarını sürdüremediklerini anlıyoruz.

Rabbimizin Nisa suresi 125’inci ayette insanlara uymaları için önerdiği “İbrahim’in Milleti” kavramından, Hz. İbrahim’in din sahibi olmadığını ama Allah’ın emirlerini yaşadığı topluma anlatırken aklı ve tecrübesiyle bulduğu tebliğ ve mücadele yöntemleri, sonraki nesiller için millet kavramına örnek (60/4) olarak gösterilmiştir. Biz Müslümanlar Rabbimizin Kur’an’da belirlediği emirleri, yasakları, geçmiş ve gelecekle ilgili haberleri ve bilgileri kabul ettiğimiz, inandığımız, teslim olduğumuz için müslüman ismini alıyoruz ve müslüman ismine sahip çıkmakla (41/33) emrolunuyoruz. Aşağıdaki ayette Yahudi ve Hıristiyanlar, Yüce Allah’ın elçisini kendilerinin tesbit ettiği, bir kısmının ilahi kaynaklı, çoğunun da kendilerinin belirlediği yaşadıkları kural ve hükümlere uymaya davet ettiklerini görüyoruz. Allah da elçisine, yaşamın kurallarını ve hükümlerini yalnızca Allah’ın belirlediğini, eğer Allah’ın belirlediği yaşam tarzını tercih etmeyip, onlara uyarsa, hem bu dünyada, hem de hesap gününde büyük bir cezayla karşılaşacağını ikaz ediyor ve elçisine haber veriyor. “Yahudi ve Hıristiyanlar, onların dinine uyuncaya kadar senden razı olmazlar. De ki ‘Allah’ın gösterdiği yol, en doğruya ileten yoldur.’ Eğer sen, sana gelen bilgiden sonra, onların arzularına tabi olursan, Allah’dan gelen cezaya karşı sana, ne sahip çıkan (veli) ve ne de yardım eden bulunur.”(2 Bakara 120) Şimdi Rabbimizin bu ayette elçisi Muhammed (a.s)’ı muhatap aldığı için, Müslümanlar bu ayetin kapsamının dışında mı kalıyorlar? 

Genel olarak insanlar, yaşadıkları hayatta başarılı olabilmeleri için kendilerini destekleyen, arkalarında olduğunu hissedecekleri, manevi bir güç ve inançlı destekçilerle mümkün olacağına inanırlar. İhtiyaçları olduğunda onları yardıma çağırır, karşılığında bu kutsallar, toplantılarla, törenlerle anılarak bağlılıkları tekrarlanır. Toplumların da bu kutsalları kabullenip, saygı göstermeleri istenir. Hâlbuki bu kutsallar, kendilerini çağıranlar gibi zavallı ve yardıma muhtaçtır. Zira onlar da yaratılmış aciz kullar. Allah, insanların edindikleri sahte ilahları, vahy ettiği kitabında insanlara tanıtıyor, yalnızca tek otorite ihtiyaçları olduğunda yardım edebilecek gücün kendisi olduğunun unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor. Her şeye gücü yeten Allah, insanların her türlü ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, uymaları gereken dosdoğru bir yol belirlemiş, Allah’ın belirlediği doğru yola karşı çıkanlar (şeytanlar), insanları belirledikleri batıl yollarına çağırdıklarında, Allah’a inananların, Allah’ın yoluna teslim olup, doğru yoldan vazgeçmemeleri isteniyor. “De ki, ‘Bize ne bir faydası ve ne de bir zararı olmayanları mı (zor durumlarımızda) çağıracağız? Allah bize doğru yolu göstermişken, kendilerini en doğru yol olan Allah’ın yoluna ‘Bize gelin’ diye çağıran arkadaşlarını bırakıp da, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan, şeytanların kendilerine çağırdığı kimse gibi, ökçelerimizin üzerinden, gerisin geriye mi dönelim?’ De ki, ‘Allah’ın gösterdiği yol, en doğruya ileten yoldur. Biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.”(6 Enam 71) 

Her şeyi yaratan yüce yaratıcı, bütün varlıkları yarattıktan sonra, yeryüzünde imtihan olan insanları kendi hallerine terk etmemiş, başıboş bırakmamıştır. Yaşadıkları hayatta onlar için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu bildirmiş, uyulması gereken en doğru yolu, insanın yararına belirlemiş, sonra insanlara, yapıp yapmadıklarından hesaba çekilecekleri ve hak ettiklerinin verilmesinin de, yalnızca kendisine ait olduğunu, o hesap gününde hiçbir kimsenin verdiği hükme müdahil olamayacağını bildirmiştir. “Doğruyu göstermek bize aittir. Elbetteki hesap yurdu ahiretin de, dünyanın da sahibi biziz.”(92 Leyl 12) Allah, insanlar için belirlenmiş ve kolaylaştırılmış öğretiyi, kabul edip etmemekte insanı serbest bırakmış ve yoluna uyması için zor kullanmamış, isterse kabul edip vahyin rehberliğinde hayatını tanzim eder, Rabbinin razılığını kazanır veya vahyi reddederek başka yollarla hayatını devam ettirir. Hiçbir kimse de o kişiyi Allah’ın doğru yoluna getiremez ve buna da gücü yetmez. “İşte bu Allah’ın gösterdiği en doğru yol. Allah o yolla, kullarından dileyenleri doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa, artık o kimseyi doğru yola iletecek kimse yoktur.”(39 Zümer 23) Sapkınlığı kendisi tercih ettiği halde, kendisi halini değiştirip, doğru yola dönmeyi tercih ederse, Allah da ona yardım edeceğini, anlayışını ve gayretini artırarak doğru yola ulaşmasını sağlayacağını müjdeleniyor. “Uğrumuzda mücadele ve gayret edenleri, biz yollarımıza ulaşmalarını sağlarız.”(29 Ankebut 69)

Allah’ın yardımıyla doğru yola ulaşmış insanların, aynı çizgi ve imanda hayatlarını idame ettirmeleri, Rablerinin belirlediği doğru yola ileten kitap, Kur’an ile mümkün olacaktır. İnanan insan sık sık elindeki o rehberle, inancını ve yaptıklarını kontrol etmelidir. Yaşadığımız çağda insanları, temsil ettikleri yanlışları hak ve doğrularla harmanlayıp, inananları Allah’ın yolundan saptırmak isteyen şeytanlar sürekli virüsler üretip, iletişim vasıtaları ile inananlara enjekte ediyorlar. Rabbimiz aşağıdaki ayette bunu hatırlatıyor. İnanmış ve teslim olmuş insanın, ilanihaye bulunduğu hal üzere kalması, onun Kur’an ile ilişkisini kesmemesine bağlıyor. “Eğer şirk koşarsa” ifadesi bütün insanlar için geçerli. Bu söze ilk muhatap, vahyin kendisine indirildiği Elçi Muhammed (a.s)’dır. “Sana ve senden öncekilere ‘Eğer Allah’a ortak koşarsan, bütün yaptıkların boşa gider’ diye vahy olundu.” (39 Zümer 65) Yapılan, işlenen salih ameller insanı korumaz. Nitekim vahyin kontrolünde olmayan bir iman, zamanla kabul edilen yanlışlıklarla, şirk batağına sahibini düşürebilir. Bu da, Rabbimizin asla bağışlamadığı bir hata. O zaman da, insanın güvendiği namaz abdest, hac, hayır hasenat tamamı, bunları yapana fayda vermeyen ameller haline gelir. İnsanı koruyan, yaşamı boyunca vahyin belirlediği iman ve bilinçle yapılan amellerdir. 

Rabbimiz Allah dileseydi insanları tek düze yaratır (tek ümmet), yaratılanlar da yaratanın yüklediği programın dışına çıkmazlardı. Rabbimiz, kitabın içinde dilediği zaman, tüm insanları tek ümmet yapabilecek güçte olduğunu bildiriyor. Ama bunu yapmamasının sebebini de, insanın denendiği, kendisine gösterilen doğruları ve yanlışları yalnızca yine kendisi seçerek, hangi tarafta (inananlar veya inkâr edenler) olduğunu belirlemesi sonucunda, hesap günü karşılaşacağı sonucun, adil bir şekilde her şeyin hükmünü veren Rabbimiz tarafından belirlenecek olması diye bildiriyor. İnsan tek renk, tek dil, tek millet (inanç), tek ırk yaratılmadığı gibi, yaratılışında genel olarak insana yüklenen zafiyetler de her insanda farklı farklı biçimlerde ortaya çıkabilmektedir. Kimi itaatkâr, kimi isyankâr, kimi şehvetine düşkün, kimi meşru yolların dışında şehvetini yatıştırıyor. Kimi mala düşkün, kimi sahip olduğunu paylaşabiliyor, kimi gayri meşru kazanç peşinde, kimi ihtiyaçsız olduğunu düşünerek bir başkasına hiç tenezzül etmeyi aklından geçirmiyor vs… Bu tür misaller çoğaltılabilir. Yaşadığımız çevremizde bu tip insanları görüyor ve onlarla beraber bu hayatı paylaşıyoruz. Yanlışlarımızı, eksiklerimizi Allah’ın bize gösterdiği doğru yola ileten kitabı ile düzeltmiyor, doğrularımızı bu kitapla sürekli kontrol etmiyorsak işimiz zor, geleceğimiz karanlık olabilir. “İşte bu Allah’ın gösterdiği en doğru yol. Allah kullarından dileyenleri onunla doğru yola iletir. Eğer o kullar Allah’a şirk koşarsa, yaptıkları her şey boşa gider.”(6 Enam 88) “Allah elçisini, doğru yolu gösteren bir kitapla ve diğer bütün dinleri ortadan kaldırsın diye, gerçek doğruları ihtiva eden bir dinle gönderdi. Allah böyle olduğuna şahittir.”(48 Fetih 28, 61 Saf 9) “Bilmiyorum, gücüm yetmiyor, anlamadım” gibi mazeret, bahane yolları kesinlikle insan için kapalı, insana kaçacak yer bırakılmamış. Ya Kur’an’ın yoluna uyacaksın ya uyacaksın. Eğer insan gelecekten bir şey bekliyorsa, çağrıya uymaktan başka çaresi yok. “Bundan sonra size benden, doğru yolu gösteren bir kitap geldiğinde, kim benim gönderdiğim o kitaba uyarsa, asla doğru yoldan sapmaz ve azgınlık da yapmaz.”(20 Taha 123) Aynı şekilde bir başka surede “Bundan sonra size benden, doğru yolu gösteren bir kitap geldiğinde, kim benim gönderdiğim doğru yoluma uyarsa. Onun için ne korku, ne üzüntü ve ne de sıkıntı vardır.”(2 Bakara 38)

Rabbimiz, insana doğru yolu gösterdikten sonra, insana en büyük düşman olan ve Rabbimizin doğru yollarından insanı saptıracağının iznini alan, huzurdan koğulmuş isyankâr iblis ve onun yolunu takip eden, doğruya karşı çıkan, doğrulardan insanları saptıran şeytanları da tanıtmış, uyguladıkları yöntemleri insana bildirmiştir. Yeryüzünde her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı bir mekân(cennet)’a yerleştirilen âdem ve eşine Rableri “Şu ağaca yaklaşmayın” demesine rağmen, aldatıcı güç şeytan “Sonra Âdeme şeytan vesvese verdi ve ona ‘Ey Âdem! Sana ölümsüzlük ağacının hangisi olduğunu ve bitmez tükenmez bir mülkün kaynağını göstereyim mi?’ dedi.”(20 Taha 120) diyerek insanın en zayıf yerlerinden yaklaşıp yoldan çıkarmıştı. Aynı yöntemi devam ettiren şeytanlar, Allah’ın en doğru yola ileten kitabını tahrif etmeye güçleri yetmeyince, insanları doğruluk rehberinden uzaklaştırma yollarını uygulamaya koymuşlardır. “Bak kardeşim, hepimizin amacı, hedefi Allah’a kul olmak, O’nun rızasını kazanmak değil mi? Şimdi sen bu Kur’an’ı kendin anlamaya kalkışırsan, Allah korusun, hata yaparsın, yanlış anlarsın, o zamanda küfre girer müşrik olursun ve cehennemde çatır çatır yanarsın. Gel, sen de bizim gibi bir mürşide tabi ol, eline eteğine yapış, o seni cennete götürsün. Sen bizim dediğimizden çıkma, bizlerde gördüğün Kur’an’a aykırı davranışlardan, örneğin mürşidini içki içerken veya bir kadının üzerinde görsen de, bunları hayra yor ve bunda bir hikmet var diye düşün. Asla mürşidin hakkında şüpheye düşme, yoldan çıkarsın, bizim yolumuz hak yoludur. Bizden başka da tarikatlar var ve onlar da hak tarikatlar, ancak en doğrusu bizim tarikatın yolu” diyerek insanları kendilerine bağlamaya çalışıyorlar. Bunlardan sonra onların söyledikleri gibi olmadığını bildiren Kur’an’a kulak verelim. Enam suresi 153: “İşte bu benim belirlediğim dosdoğru yolum. O halde bu yoluma uyun, başka yollara uymayın. Eğer başka yollara uyarsanız, sizi Allah’ın yolundan saptırırlar. Böylece Allah size tavsiyede bulunuyor ki, Allah’dan korunasınız.” Seçim insanın kendisine bırakılıyor. Ya Allah’ın yolu, ya da diğer yollar.

Sonuçta insanlığın ve şeytanın bu mücadelesi, kıyamete kadar devam edecek. Bu mücadelede kimi insanlar kazanacak, kimi insanlar da kaybedecek. Sonucu, yani kazanıp kaybedenleri, hesap gününün sahibi olan Allah, adil bir şekilde belirleyecek. Kaybedenlere “Yaşadığınız hayatta, size Rabbinizin ayetlerini okuyup, şu gününüzü hatırlatan elçiler gelmedi mi?” sorusuna cevabı yine kaybedenler “Evet geldi” (39 Zümer 71) diyerek cevap verecekler. Bir de kazananların söylemleri daha çarpıcı “Allah’ın doğru yolu gösteren kitabı (hüdası) olmasaydı, biz doğru yolu asla bulamazdık” (7 Araf 43) derlerken, kazanmalarının, yani cennete girmelerinin sebebini açık ve net bir şekilde söyleyerek, henüz imtihanını tamamlamamış yaşayan bizler için, kesinlikle ve alternatifsiz olarak, kurtuluş yolunun adresi olarak, Kur’an’ı göstermektedirler. O gün kaçış yok, mazeret yok, hatanın telafisi yok. Gelecekte yaşayacağımız o hesap günündeki, bu trajik anlatımlar, şu anda yaşayan, nefes alan ve Kur’an’ı okuyan insanlar olarak, doğru yolu gösteren kitap ile kendilerini düzeltsinler diye anlatılıyor. Ölüm gelip çattığında artık insan, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olacak. Ne mutlu Allah’ın hüdası (Kur’an) ile kendisine çeki düzen verip kurtaranlara, selam olsun onlara.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *