Ümit Aktaş’tan ‘İslam ve Siyaset’ üzerine

Ümit Aktaş’tan ‘İslam ve Siyaset’ üzerine

“Maalesef bizim siyasal veya bilimsel okumalarımız çok da İbn-i Haldun’un bıraktığı yerden ileri gitmedi. İbn-i Haldun’un izleğini biz değil Batılı düşünürler sürdürdüler, onu keşfettiler, üzerinde çalıştılar ve bize de tanıttılar.”

İktibas Dergisi sohbetlerine geçen hafta Ümit Aktaş konuk oldu. Mustafa Bozacıoğlu’nun Aktaş’ı tanıtan kısa sunumunun ardından, yazar Ümit Aktaş, ‘İslam ve Siyaset’ konulu sohbetine İbn-i Haldun’un siyaset üzerine yaptığı analizden söz ederek başladı. “Genel olarak, İslam dünyası ortaya yaşanabilir bir siyasal model koyamıyor” iddiasını dile getiren Aktaş, “Tabii ki bu, temelde siyaset konusundaki beceriksizliğimizden öte, genel anlamda akla ve bilime gerekli ve yeterli önemi vermeyişimizden, hatta cehaleti yüceltmemizden kaynaklanıyor. Yani koca koca okumuş insanlarımız, profesörlerimiz, kocakarı imanı diye bir şeyi savunuyorlar, bunları duyunca ise insanın tüyleri ürperiyor.” dedi.

Siyasal, felsefi, bilimsel okumalarımızın İbn-i Haldun’dan ileriye gidemediğini anlatan Aktaş, Cemil Meriç’in de Haldun’dan övgüyle bahsettiğini belirterek şöyle dedi:

“İslam dünyasının ilk toplum bilimcisi ve önemli bir siyaset bilimci olan İbn-i Haldun, aynı zamanda ‘iktidar’ üzerine de ciddi bir analiz yapmıştı. Mukaddime’de iktidar döngüleri ve iktidar krizi üzerinde düşünerek, ‘iktidar neden kriz süreçlerine dayalı olarak değişiyor, bunun olağan bir değişme biçimi mümkün değil mi?’ sorusunun cevabını arıyor. Bu konuda her ne kadar çok doğrudan bize bir şeyler söylemese de, en azından sorunu ortaya koyuyordu İbn-i Haldun.

Maalesef bizim siyasal veya bilimsel okumalarımız çok da İbn-i Haldun’un bıraktığı yerden ileri gitmedi. İbn-i Haldun’un izleğini biz değil Batılı düşünürler sürdürdüler, onu keşfettiler, üzerinde çalıştılar ve bize de tanıttılar. Onların verdiği ehemmiyeti görünce, biz de bakalım bir ne yazmış falan demeye başladık. Hatta biliyorsunuz ki Cemil Meriç de ancak İbn-i Haldun’u Batılı kaynaklardan okuduktan sonra İslam dünyasına, Türkiye’ye vesaire dönüyor; nihayet kendime yakın birisini bulabildim diyor.

Osmanlı biraz konuşuyor onun üzerinde ama daha çok “mukadder” çöküşten nasıl kurtulabiliriz üzerinde duruluyor. Hatta Abdülhamid de ortaya yayılan karamsar havadan endişelenerek kitabı yasaklatıyor. Tabi yasaklatmak çözüm değil, ama hâlâ aynı noktadayız, hâlâ Abdülhamid’in ve hatta İbn-i Haldun’un yaşadığını yaşıyoruz ve onların bıraktıkları noktadayız. Bunlar üzerinde yeterince tefekkür etmediğimiz ve buralardan nasıl çıkacağımıza dair öngörüler, akıl ve feraset geliştiremediğimiz için.”

Ümit Aktaş’ın konuşmasının geniş özeti:

Maalesef yeterince düşünce üretemiyoruz, birçok kaygılarımız, korkularımız var, korkularımızı yenemiyoruz. Üniversite yıllarında İslami camiaya dahil olduğum zaman, uzun yıllar kitap okuyan birisi olduğum ve bu açıdan çok da korkularım olmamasına rağmen, dahil olduğum camianın etkisiyle, uzun yıllar birçok kitabı okuyamadım. Neden sonra, Allah rahmet eylesin, Ali Şeriati’nin kitaplarını okuyunca o korkularımı yenebildim; çünkü baktım ki Şeriati korkusuzca her meselelerin içerisine giriyor ve her mesele üzerinde de cesaretle söz söylüyor, ben de bu konuda ancak o zaman rahatlayabildim.

Hüseyin Atay da yakınlarda çıkan bir kitabında, benim de değinmeye çalışacağım mevzular üzerinde, Peygamber Aleyhisselam’dan sonra siyaset alanında, sadece iktidar meselesi değil de genel toplumsal meseleler üzerinde nasıl hareket edeceğimize dair neden yeterince bilim, felsefe, feraset geliştiremedik meseleleri üzerinde duruyor. Aradan 1400 yıl geçti ve bu konuda çok vakit kaybettik; olumlu adımlar atabilmek için çok geç kaldık. Biz geç kalırken Batı dünyası ise oldukça önemli adımlar attı. Ölçüleri çok da böyle de koymak istemiyorum; zira buradaki sorun, temel sorunumuz Batı dünyasının bizi geçmiş olması değil, ama bizim algılama biçimimiz bu. Batı dünyası bizi geçmiş olmasaydı, biz hâlâ o noktada kalmaya da devam ederdik. Ama şimdi bir vaka var, birileri bizden daha iyi düşünüyor, daha iyi uyguluyor, biz neden bunu yapamıyoruz meselesi. Bu çok önemli bir mesele tabi.

“Toplumun Kuruluşu” diye bir kitabım var, orada toplum nasıl kurulur meselesini irdelemeye çalıştım, gerçi “İslam ve Siyaset”de de ona değiniyorum. Bir kere biliyoruz, temel toplumsal nüve aile, çok da önemsediğimiz, önemsediğimizi söylediğimiz aile.

Aile meselesi

Aile nasıl kuruluyor? Elbette ki bu oldukça fıtri, oldukça biyolojik bir vaka. Ailenin nasıl kurulduğu üzerine çok fazla akıl yürütmüş değiliz. Bu tabi sadece bize özgü de bir hususiyet de değil. Genel olarak yeryüzündeki canlılar, özellikle bize, insana yakın canlıların tümü aile kuruyorlar, onların da bir ailesi var, bir aile içerisinde yaşıyorlar. Ama insana doğru biraz farklılaşıyor mesele. Gerçi aile üzerinde çok kaygılanmanıza gerek yok, çünkü bu kurumu biz kurmadık ve biz de yıkamayız. Çünkü bu bizim fıtratımıza kazınmış olan bir ahlak, genetiğimizde var ve bunu çok bilerek de yapmıyoruz. Ama muhafazakâr kaygılar var ve muhafazakârlığın kaygıları çok farklı. Belki birçok alanda konuşamadıkları için, düşünemedikleri için, analiz yapamadıkları için, daha çok aileyi koruma üzerinde kaygılarını sürdürüyorlar.

Oysa aile dediğimiz kurum tam olarak fıtri yaratılışa dayanan bir kurum. Tabi ki biz bugün daha farkındayız bu meselenin; ne yaptığımızı biliyoruz. Akrabalık ilişkilerini belirli bir yere oturtmuşuz, aynı zamanda peygamberler de bize öğretmiş ne yapacağımızı, ama peygamberlerin öğretiminden de öte bu bilinen ve uygulanan bir olgu.

Çünkü aile bizim biyolojik tarafımız; fıtratımıza, yaratılışımıza ait. Ondan sonra ise toplumsal ve dinî/ideolojik tarafımız geliyor. O nedir? Cemaat ilişkileri.

Cemaat yapıları, dinî veya dine benzer bir şekilde ideolojiler tarafından örgütlenen oluşumlar. Belli bir inanç veya ideoloji etrafında toplumun örgütlenmesi. Tıpkı aile gibi, yani ailenin biyolojik temele dayanması gibi cemaat de ideolojik veya itikadi temele dayanıyor. Ailenin biyolojik temele dayanmasına karşı, cemaat kültürel, tarihsel bir olgu; zaman içerisinde ortaya çıkıyor ve toplumdan topluma değişiyor.

Bir üçüncü katman ise ümmet meselesi. Ümmet, artık evrensel bir olgu. Ve cemaatin homojen bir topluluk olmasına karşı, ümmet heterojen, yani farklılıkları içeren bir evrensel, toplumsal kümeyi oluşturuyor.

Kur’an insanoğlunun nasıl yaratıldığına dair bazı sembolik atıflarda bulunuyor biliyorsunuz: Âdem ve Havva’nın yaratılışı, yeryüzündeki hayatın başlayışı vesaire. Daha sonra Habil ve Kabil kıssasıyla tarihe giriş yapılıyor. Yani Âdem kıssası biraz sembolik, tarihin henüz başlangıcındaki bir kıssa. Ama Habil ve Kabil kıssası doğrudan tarihin içerisindeki bir kıssa. Hatta biliyorsunuz Ali Şeriati bunun üzerinde epeyce kafa yormuştur ve o şöyle söyler: Tarihteki en önemli toplumsal değişim bu Habil ve Kabil kıssasında anlatılır. Çünkü o güne kadar yeryüzünde göçebe, avcı vesaire olarak yaşayan insanlık, o aşamadan sonra yerleşik ve tarımsal bir kültüre geçmişlerdir. Burada Habil’in göçebe kültürü temsil etmesine karşı, Kabil yerleşik kültürü, tarımsal kültürü temsil eder ve yerleşiklik, göçebelik ikilemi de başlamış olur.

Devlet kavramı modern bir kavram

Bir de devlet var tabii ki. Devleti ise diğer kategorilerin dışında tutuyorum; çünkü devlet, doğrudan toplumsal bir olgu olmadığı, tarihsel bir vaka olduğu için bu kategorilerin içerisine girmemekte. Hayata dışarıdan eklenir ve bir şekilde toplumu dışarıdan ele geçirerek kendisine aitleştirmek ve tâbi kılmak ister. Ve doğrudan bu saydığım kurumlar gibi “somut” bir olgu değildir. Biraz daha yapıntı, “soyut” bir kuruluş olarak toplumsal hayata dahil olur. Gerçi biraz sonra daha açacağım bu konuyu ama çokça zannedildiği gibi Peygamber Aleyhisselam veyahut da diğer peygamberler devlet kurucuları değillerdir. Onlar cemaati kurmuşlardır, toplumları kurmuşlardır; devlet kavramı tarihsel süreç içerisinde gelişen ve bugünkü anlamıyla modern devlet kavramı tam olarak Machiavelli’de temellenen bir kavramdır. Modern devleti, state’i kavramlaştıran Machiavelli’dir. Öncesi yok mu bunun? Var tabi, oraya doğru hazırlık var ama tam olarak bugün içinde yaşadığımız modern devlet Machiavelli’den itibaren üretilen, kapitalizm ve ulusçuluk ile de kemaline eren bir olgudur.

İktidar kavramı ile Devlet kavramı birbirine karıştırılmamalı

Devletle iktidarı da birbirine karıştırmamak gerekiyor. İktidar oldukça doğal bir güdü; sadece insanlarda değil, hayvan toplumlarında da iktidar mücadeleleri vardır ve insan toplumları da bir şekilde en basit hallerinden itibaren iktidar mücadeleleri içerisinde olmuşlardır. Ama bu iktidar kavramıyla devlet kavramını birbirine karıştırmamak gerekiyor. İktidar kavramı dediğim gibi oldukça doğaldır, devlet ise kurumsal bir yapıdır; iktidar gibi güdüsel, biyolojik bir olgu değildir. Biraz belki onun üzerinden hareketle oluşturulan, ama kurumsal bir oluşumdur.

İki temel iktidar biçimi vardır. Bunlardan biri 2500 yıl öncesinin Atina’sında oluşturulan bir iktidar biçimidir ki, şu andaki demokrasilerin de başlangıç noktasıdır Atina. Atina’da uygulanan iktidar modeli ‘mülkiyet iktidarıdır’ yani orada yönetici, topluma veya insanlara karşı değil, üretim araçlarına karşı mesuliyet hisseder, kaygı duyar; bu üretim araçları üzerinden yönetir toplumu.

Oldukça çağdaş bir düşünür olan Marx’ın temel teorisinde de iktidarın ve toplumların değişimi üretim araçlarının değişimiyle sağlanır, doğrudan üretim araçlarına bağlanır. Üretim araçları, güçleri ve ilişkileri değiştikçe toplum, toplumun yönetimi de değişir. Yani ta Atina modelinden itibaren gelen bakış açısı budur.

Bir de ‘İbrahimi’ veya ‘Nebevi’ diyebileceğimiz bir yönetim biçimi var. Bu yönetim biçiminde, muktedir veya yönetici üretim araçlarına karşı değil de insanlara, topluma karşı sorumludur. Yani orada yönetilen ‘insanlardır’, insanlarla yöneticiler hemen hemen aynı hizada dururlar, yönetim özünde hiyerarşik değildir.

Atina modelinde ‘egemen’, üretim araçlarını yönetir ve yönetenler bir seçkinler grubudur. Mesela Atina’da neredeyse yüzde 15-20’dir yönetime katılanların oranı, diğerleri köleler, kadınlar, vesaire iktidar alanının dışında tutulmuştur. Ama İbrahimî/Nebevî modelde herkes o sürecin içerisindedir ve o sürecin içerisinde aynı hizada durulur ve orada ‘yönetici’, topluma karşı sorumludur. Bunu da biraz daha açacağım.

Raina ve Unzurna hitabının ardında yatan

Toplumla aynı hizada durulur derken belki farklı şeyler de düşünülebilir ama bu konuda Kur’an’daki, bu açıdan çok da dikkatimizi çekmeyen bir ayete işaret edeceğim. O da Bakara Suresi’nde geçen, hepimizin bildiği ama pek de bu açıdan yorumlanmayan bir ayet. Hani Peygambere hitap ederken ‘raina’ diye hitap etmeyin, ‘unzurna’ diye hitap edin denilerek, aslında bize oldukça temel bir davranış ölçütü veren ayettir.

Bu ayet genelde, müfessirler tarafından şöyle tefsir edilir: müminler Peygambere raina diye hitap ediyorlar, fakat Yahudiler bunu farklı yere çekiyorlar; çoban, bizim çobanımız falan gibi, ki raina kelimesi çobanlıkla da ilgilidir. Aslında biraz bu sorumluluk yönetimi dediğim -hani birincisi mülkiyet ve egemenlik yönetimiyken, ikincisi nebevi yönetim, bir sorumluluk yönetimidir ya- orada biraz çobanlığa doğru da bir telmih vardır, yani yöneticinin -tabiri caizse- sürüsünden mesul olması, ona karşı sorumluluk hissetmesi bâbında. Ama Kur’an, tam da bu nedenle siz diyor Resul’e ‘unzurna’ diye hitap edin. Dahası ilişkilerinizin seyrini böyle tutun.

Burada meselenin Yahudilere gönderilmesi, bence aslında ayetin anlaşılmasını engelleyen bir yaklaşım. Ve aslında Kur’an’ı anlamamızdaki temel engellerden birisi, maalesef tarihsel süreç içerisindeki oluşan bir kültürle, bakış açılarımızın daha çok Yahudiler ve Hıristiyanlarla sürdürülen mücadelelerden etkilenerek ayetlerin Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı okumalar olarak yorumlanmasından kaynaklanmakta. Yahudiler böyle söyledi, o halde hitabımızı değiştirelim gibi bir yaklaşımla, aslında daha temeldeki bir uyarının üstü örtülmekte.

Oysaki Kur’an, burada bize çok daha derinlikli bir stratejiden söz etmekte. İktidar ilişkilerine ait, eğitim ilişkilerine ait, siyasal ilişkilere ait toplumsal örfe, kültüre, adaba ait çok temel bir hikmet. Bu konular üzerine kitaplar yazılır ama şöyle çok kısacık bir dipnotla, o da farklı bir yöndeki yorumla geçiştirilir bu ayet(ler) maalesef.

Aslında ‘raina’ biraz çobanlıktan mülhem bir terimken, ‘unzurna’ doğrudan insaniyetle ilgilidir. Buna biraz Elmalılı Hamdi değiniyor, ki hakikaten -Allah rahmet eylesin- tefsiri, günümüzde yazılmış belki de en iyi tefsirlerden, biraz da bize yakınlığı itibariyle en iyi tefsirlerden birisidir; işte o biraz değiniyor.

Unzurna insaniyetimizle ilgili, çünkü nazarla, görmek ve üzerinde düşünmekle ilgilidir. Teoriya gibi, -Yunanca’da teoriya kelimesi de temaşadır aslında-, birlikte temaşa etmek gibi; teori kavramı da oradan gelir. Nazar da (nazariyat), birlikte nazar etmek, birlikte düşünmek, bir meseleyi birlikte düşünmek anlamlarına gelir.

Unzurna hitabı aslında doğrudan basit bir hitap meselesi de değil. Peygamberle ilişkilerinizi öyle düzenleyin ki, bu ilişki birlikte tefekkür etme esasına dayansın; raina, yani çoban ve sürü ilişkisine değil. Peygamber sizin çobanınız değildir çünkü; siz bir sürü o da sizin çobanınız değil. Meselelerinizi birlikte düşüneceksiniz, bu açıdan eş hizadasınız; yani tefekkür ettiğiniz mevzulardan sizler de sorumlusunuz. Düşünmek, karar vermek ve eylemekle sorumlusunuz. “Devlet” ise tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Toplum kendi sorumluluğunu çeşitli gerekçelerle iktidara, yönetene bıraktığı zaman. Artık meseleler üzerinde birlikte düşünmek ve karar vermekten vaz geçiliyor. Böylece yönetenlerle yönetilenler ayrımı ortaya çıkıyor.

Bu durum ise kaçınmaya çalıştığımız o devlet-toplum ilişkisine yol açıyor, yani yöneten-yönetilen, iktidar-tebaa ilişkisi. Sözgelimi Osmanlı’daki gibi: padişah ve tebaası. O tebaanın adı ne Osmanlı’da? Reaya. Tam da Kur’an’ın ‘kaçının’ dediği durum. İktidar ilişkisi bur noktaya gelirse “unzurna” hali ortadan kalkıyor; yani birlikte düşünmek, birlikte tefekkür etmek, eleştirellik… Çünkü birlikte düşünmek, bir eleştirme hakkı da veriyor, Ama eleştiri tarihte kaybolmuştur ve az sonra işaret edeceğim nedenlerle tarih başka bir mecrada akmıştır.

‘Yeniden düşünmek için Kur’an’ı bugünün gözüyle okumamız lazım’

Bunun gibi tabi tarihsel süreç içerisinde anlam kaymalarına yol açan, etimolojik olarak kavramsal anlamda değişime uğrayan birçok kavram var. Bunların üzerinde de yeniden düşünmemiz lazım. Ama yeniden düşünmek için, Kur’an’ı bugünün gözüyle, dirilerin gözüyle, üzerinde düşünerek okumamız gerekmekte. Çünkü bize gelen nakiller, tefsirler artık Kur’an okumalarının bize intikal eden tortularıdır. Biz bunu bugünün gözüyle, dirilerin nazarıyla okumamız lazım; o kavramsal saplamaları düzeltmek açısından.

Emr-i bil maruf ve Nehy-i ani’l münker anlayışı

Yine iktidar ilişkileri bağlamında olan bir başka mesele, “emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker”in anlaşılması. Nasıl çevirmekteyiz bu terkibi? İyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak!

Oysaki ‘emir’ kavramı süreç içerisinde emir haline gelmiştir; kelimenin asıl anlamı sözdür, iştir. Söz veya iş. Söz söylemek, eylemek anlamındadır. Ama sözü kim söyler? Toplumun iktidar sahipleri ile tebaa olarak bölünmesi neticesinde, sözü söylemek, yani buyurmak da muktedirlerin inisiyatifi haline gelir.

İlişkilerimiz raina (bizi güt) ilişkisi haline geldiğinde sözü yönetici söyler, yöneten söyler, muktedir söyler. Ve dolayısıyla iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak da ona ait bir inisiyatif haline gelir. Birey olarak bizler bunu nasıl yapabiliriz? Bizim yapacağımız şey, iyiliği yaşamak, tavsiye etmek; kötülükten uzak durmak, engellemektir. Biz bir emir makamı değiliz ki! Emir makamı ne demek?

Kavramın aslında bir emir makamı söz konusu değil. Bu bizim birlikte yapacağımız bir şey, yani hepimize ait olan bir sorumluluk; birilerinin emredip diğerlerinin riayet edeceği bir mesele değil. Her şeyden önce kendi nefsimizde uygulamamız gereken bir görev. Ama bu neden böyle çevriliyor?

Çok önemli. Çünkü çok temel ilkelerden birisidir bu: İyiliği yaşamaktır aslolan; iyiliği emretmek değil. Ama iktidarlaşma süreci, devletleşme süreci yavaş yavaş bizim bireysel edinimlerimizi bizden çekip alıyor; bize ait sorumlulukları bir devlet görevi haline getiriyor. O, devlet görevi haline geldiğinde, benim bireysel görevlerim sakıt oluyor ve ben giderek aslında bir birey olmaktan da uzaklaşıyorum, reayalaşıyorum, sürü haline geliyorum. O zaman işte bizim ilişkilerimiz, aslında nehyedilen “raina” ilişkisi haline geliyor.

‘Neden tarihe dönüyoruz? Geleceğe dair yapacaklarımız için’

Başka kavramlar da var ama şimdi söz çok uzayacağı için onlara girmeyeceğim. Tarihsel süreç içerisinde hep bir takım gelişmeler akabinde toplumlar, kendisini -tabiri caizse- yeniden biçimlendirir. Geçmiş yeni baştan şekillendirilir, yani yeni bir okumaya tâbi kılınır. Aslında ise tarih, bizim geleceğimize dair ne yapmamızı, geriye doğru bakarak kararlaştırmamızdan başka bir şey değildir. Yani tarihi okurken biz aslında geleceği okumak istediğimiz için tarihe bakarız.

Diyelim ki bugün İbn-i Haldun’a neden dönüyoruz? Çünkü bir kriz yaşıyoruz. İbn-i Haldun kriz konusunda çözümlemeler yapmış, oradan doğru hareket ederek günümüzde, gelecekte neler ne yapabiliriz meselesini araştırmaktayız. Bize bir gelecek perspektifi sunuyor, geleceğe dair bir şeyler söylüyor; yani retrospektif (geçmişe bakış), perspektif (geleceğe bakış) haline geliyor, geleceğe bakışımızı bize öğretiyor. Mesela ‘söz’ insani başlangıca ait bir edimdir, ‘yazı’ ise sonradan ortaya çıkmıştır ama sonradan ortaya çıkan yazı, sözü biçimlendirir. Bu tür belirleyicilikler vardır. Yani konuşma biçimimiz giderek yazma biçimiyle şekillendirilir. Mesela kilise tarih içerisinde ortaya çıkan bir dini kurum, ama giderek dini şekillendirir. Veya akıl giderek bir iktidar aklı olarak biçimlenir. Burada akılla akletme arasında bir ayrım gözetiyorum. Kur’an akletmekten bahseder. Yani kastedilen doğrudan düşünmektir ama disipline edilmiş, iktidar prizmasından geçirilmiş olan düşünme, akıl halinde tortulanır, rasyonelleştirilir. Buradaki akıl, aslında doğrudan devletsel disiplinle ilgili bir biçimlenmedir ve iktidara, iktidarın mantığına aittir. Hatta bilgi dahi, iktidar tarafından üretilmese de, zamanla iktidara aitleştirilir. Disipliner bir akla, mantığa çevrilir ve bu haliyle ise akıl düşünmeyi çerçeveler, biçimlendirir. Yani o iktidar aklı bizim giderek düşünme biçimlerimizi belli bir kalıba sokar ve sınırlar.  Mesela para da -yani iktisadi dolaşımın nesnesi- giderek mübadele ilişkilerimizi biçimlendirir.

Dolayısıyla tarih, sonradan gelenin öncesinde olanı yeniden biçimlendirerek kalıplandırdığı ve belli bir formata sıkıştırdığı aşamalardan geçmek anlamına gelir. Ama önceki aşamalar yok mu edilir? Hayır, her zaman için insan özgürlük için bir çırpınış içerisindedir, çaba içerisindedir. Ve her özgürleşme çabamız aslında bize büyük ölçüde, ‘devlet’ dediğimiz o kurumsal yapılar vasıtasıyla dayatılan kalıpların sökülmesi için bir fırsat sunar. O kalıpları ise biz ancak düşünceye dair çabalarımızla aşmaya çalışırız.

Erdemliler İttifakı

Evet, şimdiye kadar konuştuklarımız ana meseleye bir girizgâhtı, buradan itibaren, kitaptaki ikinci bölüme geçelim; yani doğrudan İslam tarihiyle ilgili mevzulara…

İslam tarihi, biliyorsunuz, doğrudan Peygamberimizden itibaren başlayan bir süreç değil, daha öncesi de var, Âdem’den itibaren başlayan bir süreç. Belki oralara da atıfta bulunurum ama söze Peygamberimizden itibaren devam edeceğim.

Peygamberimizin hayatında nübüvvet öncesi önemli bir uygulama var: Erdemliler İttifakı. Bu ittifak, Mekke toplumunda, o toplumun mazlumlarına, mustazaflara, madunlara karşı, toplumun müstekbirlerinin, güçlülerinin yaptığı zulüm ve haksızlıklara karşı, ‘erdemlilik’ ilkesi etrafında sözleşen bir grup insanın, ezenlerle ezilenler arasındaki ilişkiyi değiştirme çabası. Bu, Peygamber Aleyhisselam’ın daha gençliğinde nasıl bir duruş ve duyarlılık içerisinde olduğunu bize öğretmekte. Aynı zamanda şunu da öğretmekte: Bir kişi nasıl nebi olur veya resul olur? Allah Teala, Kur’an’da ‘ıstıfa’ ederiz, seçeriz diyor, bu özünde bir seçim işi. Yani rastgele bir biçimde belirlenmiyor; o kişinin temayüz etmiş olması gerekiyor. Burada da işte o temayüze dair bir işaret görüyoruz. Resulullah Aleyhisselam’ın duruş biçimi, davranış biçimi, akletmesi, eylemesi… Bunlar çok önemli, karakteristik özellikler.

Kendini, toplumu ve dünyayı değiştirme çabası

Hepimizin bildiği bir süreç olduğu için burayı çabucak geçeceğim. Vahiy alma süreci ve tebliğ edilmesi ve işte demin de vurguladığım gibi kendinden başlayarak toplumu ve dünyayı değiştirme çabası. Burada çaba kelimesini, cehd ve cihat anlamında kullanıyorum, çünkü cihadın temel anlamı budur. Temel anlamı cihadın, bir kişinin kendinden başlayarak toplumu ve dünyayı değiştirme çabasıdır. Bunun içinse bir okuma/tefekkür çabası içerisinde olmak lazım. Bir kişinin kendini, toplumu ve dünyayı değiştirebilmesi için öncelikle okuması gerekiyor. Bugüne kadar okumadan geliştirilmiş bir toplumsal çaba yoktur arkadaşlar. İster seküler olsun isterse dini olsun, bunların hepsi temelde okumaya dayanan süreçlerdir. Eğer bir yerde okuma faaliyeti görüyorsanız, emaresi görüyorsanız, orada dünyayı değiştirmeye azmetmiş birilerinin varlığını da görürsünüz.

Çok basit bir misal; 17’inci yüzyılda Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi Hollanda’ydı, kapitalizmin aslında İngiltere’den önceki, yani İtalya ile İngiltere arasında geçiş aşamasıdır Hollanda. 17’inci yüzyılda matbaa vesaire birçok teknoloji ilk önce Hollanda’da uygulanmıştır. Avrupa’da basılan kitapların neredeyse yarısı Hollanda’da basılmıştır 17’inci yüzyılda. Okuma ilişkisiyle, dünyayı kötü yönde de değiştirebilirsiniz iyi yönde de. Burada iyilik-kötülük meselesini tartışmıyorum ama temel olan şey değiştirme azminiz, çabanız, cehdiniz. Bunu nasıl gerçekleştirebileceğiniz.

Dolayısıyla Kur’an’ın ikra ile başlamış olması tesadüfi bir şey değildir, doğrudan bu duruma işaret ediyor; yani öncelikle: “oku”. Okumak ile tabii ki düz anlamda bir okuma da kast edilmiyor.

Biliyoruz ki Resulullah Aleyhisselam alfabeyi bilmiyor, o anlamda bugünkü bildiğimiz okur-yazarlık anlamında bir okur-yazarlığı yok. Ama bir insanın “okuma”sı için illa da okur-yazar olması şart değil. Hani deriz ya adam işte dağın başında yaşıyor ama arif bir insan, okuma-yazma bilmiyor ama arif bir insan. Öbür taraftan, üniversiteyi bitirmiş ama hiçbir bir şey yok, yani tefekkür yok, irfan yok vesaire. Okumanın o anlamda alfabeyi aşan geniş bir anlamı var. Alfabe teknik bir yardımcıdır okumak için, olmazsa olmaz bir şart değildir. Ama maalesef bizim modernleşme konusunda aydınlanmacı geçinen Kemalizm tayfamız dahi meseleyi oraya, alfabe meselesine sıkıştırmıştır.

Okumayı sevmeyen bir topluma alfabe öğretseniz ne olacak?

Ama toplumun hepsi alfabeyi bilse, okuma oranı artmış mı oluyor? Diyelim ki Arapça engeldi de Latince geldi. Hani, Latinler çok okuyorlar ya! İşin sırrı demek ki Latin alfabesinde! Tamam değiştirdik. Ne oldu peki? Ne değişti?

Bir şey değişmiyor, çünkü sen orada bir okuma iştiyakı yaratamıyorsun. Temel sorunumuz bu. Osmanlı’da da bu temel bir sorundu. Müslümanlar da -yapılan bazı araştırmalar var- ne ürettilerse 1250’li yıllara kadar. Kültür, irfan, medeniyet, teknik, bilim 1250’lere kadar, çünkü o zamana kadar okumuşlar. Kendilerini değiştirme çabası içerisindeler. Ama iktidar giderek toplumu baskı altına alıyor. Şevk ve azmi, özgürlük ve özerkliği kırıyor. Sonra, İbn-i Haldun 1400’lerde, Mukaddime’de bunu yazıyor; diyor ki, Avrupalılar önceden Müslümanlara geliyor, Endülüs’e, Sicilya’ya, Ezher’e geliyorlar, oralarda tahsil ediyorlardı. Şimdi gelmiyorlar artık, kendi üniversitelerini açmışlar; işte Bolonya’ydı, Paris’ti falan. Gelseler ne olacak ki diyor, artık o anlamda bir üniversitemiz yok. Ve şunu söylüyor: Bizdeki eğitim artık tamamıyla taklide, ezbere dayanan bir eğitim haline geldi. Derslerde bir mesele hakkında tefekkür edilmiyor, sadece ezberletiliyor. Eskiden böyle değildi ama şimdi bakıyorum ki artık okullar bu hale dönüştü, diyor.

Hindistan’daki kutsal inekler gibi!

Aradan geçiyor 600 sene. Muhammed Esed Ezher’e gidiyor, daha yeni Müslümanlaşma aşaması. Ezher Rektörüyle sohbet ediyor, görüşüyor. Ya diyor üstat, Kur’an gibi elinizde bir kitap var ama İslam dünyasını dolaştım, bu kitapla bu dünya arasında hiçbir bağlantı yok. Nasıl olacak, ne olacak böyle diyor? O da eliyle dışarıyı işaret ediyor -Muhammed Esed’in Mekke’ye Giden Yol’undaki bir pasajdır bu- avluyu, orada gezenleri işaret ediyor. Bu gördüğün mollalar diyor, Hindistan’daki kutsal inekler gibidir, önlerine gelen kağıtları yalayıp yutarlar ama hiçbirinin üzerinde tefekkür etmezler. Bu durum değişmediği sürece hiçbir şey değişmez, diyor.

Bakın, İbn Haldun’dan itibaren altı yüz sene sonra aynı noktadayız ve Esed’in bu naklinden itibaren yüz sene daha geçti, hâlâ o kritik eşiği aşabilmiş değiliz maalesef.

Hicret, tarihimizin başlangıcı

Peygamberin doğumu değil, ölümü değil, hicret tarihimizin başlangıcı. Ne kadar önemli bir şey, farkında mıyız? Bunun öneminin farkına varan enden şahsiyetlerden biri Ali Şeriati, bütün uygarlıklar hicretle ortaya çıkar demekte. Arnold Toynbee de aynı şeyi söyler, yeryüzünde otuz civarında uygarlık var, hemen hemen hepsi hicretle ortaya çıkmıştır, der. Neden?

Çünkü önemli bir şeyi yapmayı, kendini ve dünyayı değiştirmeyi ancak her şeyini feda edebilen insanlar gerçekleştirebilir. Bir amaç için her şeyini feda etmek! ‘Hicret’, her şeyini terk edebilmektir. Bunun için illa Mekke’den kalkıp Medine’ye gitmemiz şart değil; şimdi, burada da bunu yapabiliriz, önemli olan bunu göze alabilmek.

Hicret çok önemli ama biz bu önemi neye veriyoruz?

Bizim içinse Peygamber’in büyüklüğü göğe yükselmesi, orada Allah’la görüşmesidir. Oysa Allah’la görüşmesi için Peygamberin kalkıp göklere yükselmesine gerek yok, burada da görüşür. Sonra ‘gökler’ nedir? Allah nedir, insan nedir, görüşmek nedir? Bunlar üzerinde ne kadar tefekkür ediyoruz? Ne kadar basitleştiriyoruz olayı.

Hâlbuki önemli olan asıl şey hicrettir. O insanların, 226 kişinin, 13 yılda yetişmiş olan o 226 kişinin yerlerini yurtlarını terk ederek dünyayı değiştirme çabası içerisine girmeleridir. Neticede de Medine’de -Yesrib’de- 10 yılda dünya değişiyor. 13 yılda yetişen 226 kişi, 10 yılda dünyayı değiştiriyor. Ama o değişen dünya, milyonlarca Müslüman; o 226 kişiye bedel mi? Değil. İşte hicretin önemi bu. Hicreti yapan insanların ve o gece yürüyüşünün, yani “isra”nın önemi işte bu. Yani uzaktaki mescit, Kudüs falan değil; zaten öyle bir şey de yok. O sırada yeryüzünde, Mekke’nin dışındaki tek mescit Medine’de. Resulullah Aleyhisselam giderken Medine’ye, orada bir mescit var, Cuma namazı kılınıyor. Ve o gece yürüyüşünün gerçekleştiği yer de Medine’dir: o kutlu şehir.

Resulullah’ın yaptığı sözleşmeler

Medine’ye gitmeden önce Resulullah Akabe Biatlarını gerçekleştiriyor; bir sözleşmeyle oraya gidiyor. Önceden sözleşme yapılıyor ve oraya gittiğinde Medine toplumuyla da bir sözleşme yapılıyor. Bakın hep sözleşmeler: Erdemliler İttifakı, Akabe Biatları ve Medine Sözleşmesi. Medine Sözleşmesinde Müslümanlar cemaat olarak tanımlanıyor, Medine halkı ise ümmet olarak tanımlanıyor ama o ümmetin içerisinde Yahudiler de var, Hıristiyanlar da var, müşrikler de var, hepsi Medine’deki ümmeti oluşturuyorlar.

Bugün şu anda bizim kafamızdaki ümmet kavramı ne?

Bugün şu anda bizim kafamızdaki ümmet kavramı ne: homojen bir Müslüman toplum. İçinde farklılıkların olmadığı bir Müslüman toplum. Ama Medine sözleşmesindeki ümmet kavramı ne? Heterojen, farklılıklardan oluşan bir toplum. Homojen değil.

20’inci yüzyılın emperyalizme karşı verilen en önemli mücadele Hindistan’daki mücadele; oldukça örnek bir mücadele olmasına karşı, maalesef sonucu son derece umut kırıcı, arzulanmayan bir sonuç.

Bağımsızlaşma sonucu oluşturulan Pakistan Devleti, modern ve homojen bir ümmet anlayışının sonucudur. Ama bağımsızlaşma öncesi Gandi ile Abdul Gaffar Han’ın ve Mevlana Kelam Azad’ın birlikte verdikleri mücadele, tam olarak bir ümmetin mücadelesidir. Gandi o anlamda İslam ümmetinin bir parçasıdır, dışında değildir ama o homojen Pakistan toplumu bu anlamda ümmet değildir, belki bir cemaat olabilir sadece ama kurulan devlet, gerçekte modern bir ulus devlettir.

Hangi Müslümanların birliği?

Böyle bariz hatalar yaptık. Abdul Gaffar Han’ın, Mevlana Kelam Azad’ın, Gandi’nin bütün uyarılarına, bütün çabalarına karşın. Gandi bunun için katledildi, Gandi buna engel olmaya çalıştığı için katledildi. Ve Abdul Gaffar Han’a da bunun için zulmedildi, buna engel olmaya çalıştığı için. Maalesef bunları yaptık. Benim de son yıllarda yavaş yavaş dikkatimi çekmeye başlayan gerçeklikler bunlar açıkçası. Çünkü yıllarca ümmet deyince ben de işte ‘Müslümanların Birliği’ni anladım ama bu “Müslümanlar” gerçekte neydi, yani nasıl bir birlik, içinde ne var?

“İslam Devleti” diye ilk kitabı yazan Reşit Rıza’nın “Devlet”i, maalesef ulus-devlet düşüncesinin bir kopyası ve ulus-devlet fikri o Machiavelli’ci aşamadan geçen Fransız Devrimi ile üretilmiş olan bir fikirdir. Bu ulus-devlet düşüncesi, Müslüman topluma, ümmet düşüncesine son derece ters bir düşünce. Yani biz bunları aşamadığımız sürece nasıl ümmet oluruz?

Evet, Resul Aleyhisselam o Medine toplumunu oluşturuyor, Medine devletini kurmuyor arkadaşlar,; bu, çok yanlış bir tabir.

Medine Vesikası, Medine Sözleşmesi bir anayasa değildir. Anayasa çok modern bir kavram. Olmasa da olur. Mesela İngiltere’nin bir anayasası yok, neyi eksiltiyor İngiltere’den? Ama bir sözleşmeye dayanan bir toplum var ortada. Medine Vesikası da bir sözleşmedir ve gerçek bir sözleşmedir. Yani gerçek derken şu: Tarafların hepsi oradadır, birlikte akdedilmiştir.

Türkiye’de ise anayasayı kim yaptı, nasıl yaptı, taraflar bir araya mı geldi? Yok! 3-5 tane partinin temsilcisi falan filan. Bu, tam olarak bir sözleşme değildir ama Medine Vesikası da anayasa değildir ve Medine’de kurulan o toplum, bir ümmet de, bir devlet de değildir. Bunun üzerinde birazdan daha da fazla konuşacağız.

Emanet, liyakat, adalet, şûra, istişare

İslam siyasetinin nasıl uygulanacağına dair temel yöntem, şu üzerinde konuştuğumuz izlek üzerinde adım adım ortaya konuyor. Mekke’de, daha bir nüve olarak “cemaat” ortaya çıkmadan Erdemliler İttifakı gibi erken bir tezahür gerçekleşiyor; ardından imana dayanan bir toplum: cemaat. Hep bir izlek üzerinde yürüyoruz. Bu arada siyasetin de temel ilkeleri vaz ediliyor: emanet, liyakat, adalet, şûra, istişareye dayanan bir mantık: unzurna. Toplumsal mantık aslında bu. Bir devlet mantığı değil. Toplumsal bir mantık var, oluşturulan bir toplum var, cemaat dediğimiz veyahut da ümmet dediğimiz; her şey bu izlek üzerinde oluşturuluyor.

Resulullah Aleyhisselam’ın bir şûrası da var. Ben bu şûranın ne olduğunu kimden öğrendim biliyor musunuz? Bir Müslümandan öğrenmedim arkadaşlar, Hikmet Kıvılcımlı’dan öğrendim. Hikmet Kıvılcımlı, İslami konularda da kafasını yoran bir Marksist, bilirsiniz. Ondan öğrendim. Hikmet Kıvılcımlı, bir kitabında, “cennetle müjdelenenler” olarak bilinen sahabelerin, aslında peygamberin şûrası olduğunu söylüyor. Ne kadar çarpıcı bir tanımlama. Ama biz bu “şura”nın önemini kavrayamadığımız için, onu kendimizce daha ehemmiyetli olan “cennetlikler”e dönüştürmüşüz. Gerçekte şura’nın önemini kavrayabilmiş olsaydık, böylesi bir ad değişimine de başvurmazdık.

‘Cennetle müjdelenenler’ ifadesinin asıl anlamı

Şimdi düşündüğün zaman, cennetle nasıl müjdelenir bir insan? Peygamber defaatle böyle bir şeyi reddetmiştir. Ben gaybı bilmem, size ne olacak onu bilmem, kızımın bile ne olacağını bilmem derken, nasıl on kişi, on beş kişi cennetle müjdelenmiş olabilir? Ama bunlar o kadar Resulullah Aleyhisselam’a yakın, o kadar birlikte vakit geçiriyorlar, birlikte görüşüyorlar, işlerini birlikte yapıyorlar ki, işte bunlar cennetlik insanlar denebiliyor haklarında.

Ve buradan da bir galat türetiliyor. Az önce bahsettiğim gibi, yine oldukça toplumsal, oldukça fiziksel olan bir olgu, metafizik bir haleye büründürülerek, “gökselleştirilerek” hayatımızdan alınıp gidiyor. Temel bir ilke, “şûra ilkesi” iktidarlar tarafından elimizden çekilip alınıp götürülüyor, daha sonra ortaya çıkan o devlet aşamalarından sonra. Ve o şûranın mensupları ise, cennetle müjdelenmiş olan insanlara dönüştürülüyor.

Resulullah Aleyhisselam işlerini istişareyle yürütüyordu ve etrafında bu istişareyi yapan on değil daha fazla, on beş, yirmi, yirmi beş’e kadar çıkan insanlar, Müslümanlar var, bunlarla birlikte yürütüyordu. Vefat ettiğinde ise, Müslümanlar hemen o aşamadan sonra, bu duruma çok da hazırlıklı olmadıklarını bariz bir biçimde ortaya koydular; gelişmeler doğal olarak bu duruma çok hazırlıklı olmadıklarını ortaya çıkardı. Sakife’de alelacele toplanan Ensar, Evs ve Hazrec, bir türlü aşamadıkları cahiliyeye ait bir duygu -veyahut da sosyolojik bir gerçeklikle diyelim- “ne olacak halimiz şimdi?” diye konuşurlarken, oraya Hazreti Ebubekir’in, Ömer’in gitmesiyle, oradan Hazreti Ebubekir’in seçimine dair bir sonuç üretiliyor. Bu çok da istişareyle, doğrudan istişareyle, müminlerle birlikte, en azından Medine’deki İslam toplumunun meseleyi birlikte düşünerek, birlikte tartışarak aldıkları bir karar değil. Bu yapılsaydı ne olabilirdi? Elbette ki muhtemelen yine Ebubekir seçilirdi. Ama burada daha işin başında bir yöntemsel kayıp ortaya çıkıyor: “İşlerinizi istişareyle yürütünüz” ilkesi bihakkın uygulanmıyor.

Daha sonra Osman’ın seçimine geldiğimizde o şûra altı kişiye düşüyor. Ali’de ise üçe. Aslında bir şûra var, yani o cennetlik diye bilinen insanlar bir şûrayı teşkil ediyorlar ve oradaki o altı kişi, vefat edenleri çıkardığımız zaman o cennetle müjdelenenler denilen on kişinin kalan altı’sı. Ama bu süreç içerisinde, aradan on iki sene geçiyor, şûra mensuplarının sayısı azalıyor, artmıyor. Aslında daha arttırılması, genişletilmesi gerekirken ve hatta bunun kurumsallaştırılması gerekirken. Çünkü Resulullah Aleyhisselam vahye muhataptı, -ki kendisi hep o kurumsal mantıkla hareket etti,  sözleşmelere ve şûra ilkesine riayet etti- ama ondan sonra belli ki bir boşluk ortaya çıkmıştı, artık vahiy yok, o nedenle o boşlukta, yani oradaki iktidar dengesini sağlamak için ister istemez bir kurumsal yapıyı geliştirmek gerekiyordu. Ebubekir güvenilir olabilir, Ömer güvenilir olabilir ama bir kişinin güvenilir olması tek başına yeterli bir şey değildir, onun kurumsal bir istişari mekanizma tarafından denetlenmesi ve dengelenmesi de gerekmekteydi.

Ömer bin Abdülaziz’in ‘Şura sistemi’ vurgusu

İlk dört yönetici, emirül müminin, yani müminlerin idari işlerini sürdürenlerdir. Hazreti Ebubekir seçildiği zaman, ona birisi “ey Allah’ın halifesi” diye hitap ettiğinde Ebubekir bunu şiddetle reddetti ve daha sonra kendisine doğal olarak Peygamberin halifesi diye hitap edildi.

Ömer’e gelince artık bu da söylenemediği için, bu sefer hitap veya unvan emirül müminine dönüştü ve hakikaten ilk dört yönetici emirül mümindi; yani müminlerin yöneticileri. Bu anlamda halifelik kavramı Kur’an’da doğrudan yöneticilik anlamında kullanılmaz, halifelik daha farklı bir anlamda, genel ve insani sorumluluk anlamında kullanılır. Ama Hazreti Ebubekir için doğru bir kullanımdır, çünkü o Peygamber’den sonra gelendir, o anlamda kelime anlamına uygun. Ama kavramsallaştırılması daha sonra olmuştur halifelik kavramının. Bir kavram haline gelmesi daha sonra siyasetnamelerle gerçekleştirilmiştir ama ondan önce Muaviye’yle birlikte bir terim olarak kullanılmıştır. Çünkü Muaviye, ilk kez, kendisini Allah’ın halifesi ilan etmiştir.

Buna dair ilk farkındalık ise Ömer Bin Abdülaziz tarafından geliştirilmiştir. Ömer Bin Abdülaziz, Emevilik dönemini gördüğü için neyin kaybedildiğinin farkına varmıştı. Medine’de on yıl valilik yaptığı zaman bile orada bir şûra oluşturmuştu ve bütün yönetimi, şûrasıyla birlikte yürütmüştü; Medine’nin yönetimini. Daha sonra Emevi yöneticisi haline geldiği zaman da yine dönemin önemli âlimlerinden bir şûra oluşturdu, iki buçuk yıllık idarecilik dönemini şûrayla yürüttü.

Ömer Bin Abdülaziz’in iki buçuk yıllık idare dönemi, Peygamber Aleyhisselam’dan sonra Müslümanlar açısından en ideal diyebileceğimiz bir yönetim dönemidir. Ömer Bin Abdülaziz, Emevi Hanedanlığına sonradan girmiş birisiydi; yani tam hanedanın içerisinde olanlardan birisi değildi. Zaten iki buçuk yıl sonra da muhtemelen Emeviler tarafından zehirlenerek öldürtülmüştür.

Neden? Çünkü yönetime geldiği zaman Emevilere ait bütün imtiyazları kendisi de dahil ortadan kaldırmıştır, yönetime gelmeden önceki bütün varlığını beytülmala bırakmıştır. Müslümanlar, İslam dünyası, Peygamber Aleyhisselam’dan sonraki en güzel günlerini o iki buçuk senede yaşamışlardır, öyle bir yönetim.

İki buçuk sene arkadaşlar! Bir toplumu değiştirmek, güzelleştirmek için onlarca yıla ihtiyaç yok, gerçekten işin özünü kavramak gerekiyor. Ömer Bin Abdülaziz’in işin özünü kavradığını nereden anlıyoruz? Diyor ki Emevilere, eğer fazla üstüme gelirseniz hanedanlık yönetimini kaldırırım, şûra sistemini getiririm.

Bakın, şûra sistemi denen bir mefhumdan ilk ve son kez bahseden kişi Ömer Bin Abdülaziz’dir. Bugüne kadar başka bir kimseden buna dair bir söz sadır olmadı; sanki şûra sistemi diye bir şey yokmuş gibi. Ondan önce de, Hazreti Ebubekir’den Ömer Bin Abdülaziz’e kadar da şûra sistemi yoktur maalesef. Peygamberden sonraki o otuz yıl içerisinde de kurumsal bir istişari yapı oluşturulmadığı için, iktidar yavaş yavaş Muaviye’ye doğru akmıştır; 21 yıl Şam’da valilik yapan Muaviye’ye doğru.

Muaviye, Peygamber Aleyhisselam’ın gerçekten öldüğünün farkına varan tek kişidir.

Çünkü işler sanki Peygamber Aleyhisselam hayattaymış gibi devam etmiştir.Peygamber yok, ne yapacağız, nasıl bir şey yapalım ki bir boşluk ortaya çıkmasın” meselesi üzerinde ciddi bir tefekkür yapılmamıştır. O nedenle eğer iktidar oraya doğru akıyorsa, yani Resulullah Aleyhisselam’ın 23 sene içerisinde eğittiği, öğrettiği, birlikte hareket ettiği, istişare ettiği insanların daha çoğu hayattayken, iktidar Muaviye’ye doğru akıyorsa, burada bir sorun var demektir.

Muaviye, İslam dünyasında devlet dediğimiz kavramı, yani Machiavelli’nin daha sonra oluşturacağı o devlet kavramını, devlet fikrini, İslam dünyasında ilk gerçekleştiren kişidir. O, Müslüman ümmeti (toplumu) devlete doğru sürükleyen ve inşa ettiği bu kurumsal yapıyla bireysel ve toplumsal inisiyatifleri giderek devlete aitleştirme sürecini başlatan kişidir. Burada aslında toplumla devlet arasında hep bir çatışmalı ilişki vardır tarih boyunca. Habil’le Kabil arasında başlayan o çatışmanın özü, aslında toplumla devlet arasındaki çatışmadır. Yani toplum mu egemen olacak yoksa toplumu, toplum adına birileri mi, daha doğrusu Kabil mi yönetecek meselesi üzerinde.

20. yüzyıldaki önemli bir antropolog olan Pierre Clastres, birçok toplum üzerinde antropolojik çalışmalar yapıyor ve şunu çıkarıyor: Bütün o toplumlarda, o basit -‘ilkel’- toplumlardaki temel çatışma, şef veya reisle toplum arasındaki çatışma. Toplum, kendi özerkliğini korumaya çalışıyor, reis de kendi iktidarına tabileştirmeye çalışıyor onları, böyle gidiyor mesele.

Bu meseleyi raina-unzurna meselesiyle birlikte düşünelim. Öyle bir yönetimsel sistem çıkıyor ki ortaya, toplum dışarıda kalıyor, toplum sadece tâbi oluyor. Muaviye’den itibaren başlayan süreç bu. Peygamber Aleyhisselam’dan Muaviye’ye kadar yine iyi-kötü istişari gelenek sürdürülüyor. Mescitte bir kadın çıkıp Ömer’e itiraz edebiliyor ama Muaviye’den itibaren artık kimsenin itiraz hakkı kalmıyor. Ve, İslam dünyası ağır ağır geçirdiği dört evrelik krizle giderek toplumsal özerkliği elinden alınmış bir dünya haline geliyor. Bugün içerisinde yaşadığımız sorunun temeli orada, çünkü İslam dünyasında sadece devlet var, toplum yok. Hani şu az önce zikrettiğim emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker meselesinde de olduğu gibi, bizim adımıza devlet emrediyor, bizim adımıza devlet yasaklıyor, ama biz yokuz ortada. Biz, bütün vesayetimizi, haklarımızı devlete devretmişiz. Daha doğrusu devlet bizden çekip almış bu inisiyatifi; tıpkı Hobbes’un Leviathan’ı gibi. Yani öyle bir Leviathan çıkıyor ki! Şiddeti durdurarak bizi buna ikna ediyor. Bu Leviathan aslında Muaviye’nin ta kendisidir.

Muaviye’yi meşrulaştıran şey nedir?

Fitneyi durdurması, yani kanı durdurması. Kanın durdurulması pahasına İslam toplumu özerkliğini kaybetmiştir. Tabii ki ona doğru ağır ağır yürüyen adımlar var. Mesela Osman’ın ilk kriz çıktığı zaman, “Allah’ın giydirdiğini ben çıkarmam” deyişi. Hâlbuki Allah ona bir şey giydirmiş değildi; gerçekte onu eksik de olsa bir şûra seçmişti. Dolayısıyla burada eğer bir mesele tartışılacaksa, o şûrayla tartışılmalıydı. Ama Allah’ın giydirdiğini ben çıkarmam diyebiliyorsa bir kişi, demek ki iktidar kavramı kutsallaştırılmaktadır. Bunu elinden bırakmak istememektedir. Oysaki iktidar kavramı kutsal bir kavram değil, yani emir-ül müminin bunlar ama bu emir-ül müminlik kutsal bir kavram değil, eşitler içerisinden birincinin öne geçmesidir. Ama Muaviye’yle birlikte artık her şey değişiyor, orada iktidarın sahibi “monark” artık kutsal biri. Neden? Çünkü Muaviye ilk kez -Ebubekir’e o şekilde hitap eden kişinin cehaletini bir kenara koyalım- ilk kez kendisi için “ben yeryüzünde Allah’ın halifesiyim” diyor; dolayısıyla halifesi olduğum için de beytülmalı dilediğime göre dağıtırım, gerekirse saray yaparım, gerekirse ordu kurarım, gerekirse kafa keserim, bu Allah’ın halifesine bahşettiği lütuflardır söylemini dile getiriyor. Tabi ki bu sıradan bir söylemden ibaret değildir. Bir devlet hukukudur. Daha sonra saray fakihlerinin üstünde kafa patlatacakları bir hukuktur. İktidarın ürettiği bilgi ve ideolojidir.

İşte burada mevzu artık tam olarak; yönetme, yönetilme, düşünme, üretme, fıkhetme, istişare etme inisiyatiflerinin toplumun elinden alınarak, o basit iktidarın devlet denen bir kurumsal yapı haline dönüşmüş biçimine devredilmesi anlamına geliyor veyahut da devralınması. Bunu sağlayan şey, Hazreti Osman’ın katliyle ortaya çıkan o fitne dönemi ve o dönemdeki aşırı kan dökmeler ve toplumun ondan bir şekilde ‘kurtarılmış’ olması. Aslında kurtarıcı veyahut da kurtulan diye bir şey yok, sadece bu anlamda Roma/Sasani yönetimlerinin sentezlenmiş bir halinin tecessümü var. Bin dört yüz yıldır kurtulamadığımız bir tecessüm. Evet, o iki buçuk yıllık dönemi dışarıda tutarsak, bin dört yüz yıldır kurtulamadığımız bir tecessüm.

Siyasetnameler

İslam dünyasında ‘Siyasetnameler’ adı altında yazılan metinlerin hepsi, Muaviye ve sonrasındaki iktidarları meşrulaştırmak için yazılmış metinlerdir. Hiçbirinde temel anlamda şuradan, sözleşmelerden, toplumsal haklardan bahsedilmez.

Şu andaki iktidarın kaç yüz tane danışmanı vardır bilmiyorum ve onlara ne danışılmaktadır onu da bilmiyorum. Ve o danışılanların hangi birisi gerçeği, hakikati, doğruyu söyleyebilmektedir? Öyle değil arkadaşlar, yani şûra dediğimiz şey eş hizada olanların oluşturduğu bir kurumdur, yöneticiyle eş hizada. Eğer birisinin kafası yukarıdaysa, bu şûra olmaz. Orada aynı Ömer Bin Abdülaziz’in uygulaması gibi eş hizada olacak, kafalardan birisi daha yukarıda olmayacak, birisi buyuran, öbürü buyurulan olmayacak. Bu olduğu zaman o danışma olur, istişare olmaz. Bir kere istişarenin ne olduğunu anlamamız lazım. Bu sıradan bir danışmanlık meselesi değil, bunu öylesine basitleştirmeyelim.

Ve daha sonra krizler devam ediyor tabi ki. Siyasal ilk krizimiz bu yönetim meselesi üzerinde. Bu kriz yavaş yavaş kendisini, oluşan tepkilerle ve o tepkileri ortadan kaldırma çabalarıyla sürdürüyor. Ne oluyor? Emeviler tarafından, bir iktidar ideolojisi olarak üretilen kadercilik düşüncesinin Hasan Basri tarafından reddedilmesine dayanan ikinci kriz ve Emevilerin ürettiği kadercilik düşüncesinin hâlâ sürmekte olan etkileri.

Arkasından Ebu Hanife’nin fıkhetmeyi, içtihadı, yargıyı sivil bir inisiyatif olarak, toplumsal bir inisiyatif olarak koruma çabasına karşı, gerek Emevi gerek Abbasi iktidarlarının bu alanı massetmelerine direnmesine karşı, o da hapsediliyor ve öldürülüyor. Bu krizler sonrasında maalesef onun en yakını/öğrencisi Ebu Yusuf’un Abbasilere kadı olmasıyla birlikte artık bir mezhep, bir iktidar doktrini haline geliyor. Bunun aklını veren kim?

İmam Hanife ve Malik’in itirazı

Zerdüştlükten yeni ayrılmış İbnü’l Mukaffa denen bir genç. Abbasilere şunu öğütlüyor: Dini, din adamlarını -ki din adamları da artık yavaş yavaş peyda olan, özelleşen bir terim- kendinize tâbileştirmezseniz hiçbir zaman iktidarınızı sağlama alamazsınız. Onun üzerine Abbasi iktidar aklı, İmam Malik’e de götürüyor bunu, Ebu Hanife’ye de teklif ediyor, Hanefiliği veya Malikiliği devlet mezhebi haline getirmek için.

Onlar ne diyorlar? İmam Malik de, Ebu Hanife de. Bu, belli insanların bir inanma, düşünme, davranma, fıkhetme biçimleri, bunu herkese zorunlu kılamazsınız diyorlar. Müslümanların çoğulluğunu tekilliğe indirgeme çabasına karşı çıkıyorlar. Toplumsal özerkliği ve çoğulluğu savunuyorlar. Ve şu anda İran İslam devriminin en önemli hatası da bu değil mi arkadaşlar? Anayasaya Şiiliği bir madde olarak koymak. Oldukça heterojen olan bir topluma belli bir mezhebi anayasal ilke olarak dayatmak.

Bu yapılıyor ve buna itiraz ediyorlar, Ebu Hanife’nin, İmam Malik’in temel itirazları bunlardır. Çünkü bu yapıldığı zaman, bir yerde yavaş yavaş siyaset akideleştirilmektedir. Şu anda diyelim ki -biraz günümüzle de alakalı olduğu için bu durum- iktidara yaptığınız her eleştiri sizi dinden çıkaran bir eleştiri olarak algılanıyor. Neden? Çünkü siyasetin itikad olarak anlaşılmasıyla alakalı. Şimdi siyaset eğer itikat olarak anlaşılırsa hiçbir eleştiri hakkınız, hiçbir eleştiri imkanınız, hiçbir eleştirel inisiyatif de kalmaz. Böylece dokunulmazlaştırılan bir devlete karşı toplum giderek zayıflar. Ama işin özüne bakıldığında, toplumun besleyici bir niteliği kalmadığı sürece, devlet de giderek gücünü yitirir. İşte şu anda İslam dünyasının verili durumu bu. Bu, ta işte o başlangıçtaki krizlerden doğru neşret edip bize kadar gelen bir örf, bir iktidar fıkhı.

Nizamiye Medreseleri ve devlet aklı

Siyasal krizlerin sonuncusu, Türklerin İslam’a dahli, Selçuklular Devleti’nin kurulması ve Şiilerle Sünniler arasındaki iktidar kavgaları nedeniyle Sünniliğin baş edemediği Şiiliğin, batiniliğin, İsmaililiğin yayılmasına karşı kurulan Nizamiye medreselerinin eğitimi devletleştirme çabasında belirginleşir. Selçukluların aslında Hanefi Maturidi mezhebine tabi olmasına karşı, Nizamiye medreselerinde işin başına Cüveyni ve Gazali gibi Eşarici düşünürleri getirmeleri ve bir medreseler sistemiyle, 20’inci yüzyıl düşünürlerinden Althusser’in deyişiyle “devletin ideolojik aygıtları”nı oluşturarak, topluma iktidara tâbiliğin neredeyse itikadiliğine dair bir meşruiyet fikri ve çerçevesi oluşturulmasıyla, son krizimiz de yaşanır ve süreç sona erer. O aşamadan sonra artık devletin ele geçirmediği hiçbir toplumsal inisiyatif kalmamıştır. Fıkıh, içtihat, eğitim, tefekkür, öğretim, bütün bu inisiyatifler ağır ağır devlet tarafından, iktidar tarafından ele geçirilmiştir.

Oysa Nizamiye medreseleri sanki alnımızın akı gibi mütalaa edilir. Sanki öncesinde hiçbir şey yokmuş gibi. Hâlbuki o ilk 400 yıl aslında İslam dünyasının yetiştirdiği en önemli düşünürlerin, bilim insanlarının ortaya çıktığı süreçtir ve bunların hiçbirisi, o tip bir medresede, yani devlet aklının inşa ettiği yerlerde, kurumlarda okumamışlardır. Günümüzün ulus-devleti, ulus devletin zorunlu eğitim düşüncesi, fikri, sistemi de, aynı mantığın daha da derinleştirilmiş bir hali.

Sanat mekteplerinden sanatçı yetişmez diye bir söz vardır. Aslında bu tip “ideolojik” mekteplerden ilim insanı da yetişmez, düşün insanı da yetişmez. Sanat mekteplerinde neden sanatçı yetişmez? Çünkü sanat mekteplerinde -tabiri caizse- belli bir sanat anlayışı öğretilir; genel geçer bir anlayış benimsetilmeye çalışılır. Oysa gerçek sanatçı üslubunu da kendisi oluşturabilen bir sanatçıdır. Dolayısıyla “resmî” anlayış tarafından belirlenmiş, sakatlanmış bir zihinden özgün bir üslup neşet edemez. Sözgelimi Van Gogh bir mektepten yetişmemiştir ama Van Gogh kendi öncesindeki resim anlayışını ortadan kaldıran, alt üst eden bir tarz ortaya koymuştur. Yani böyle devrimci bir düşünce, sanat, fikir, ilim, temel kaygısı ideolojisini dayatmak olan bir mektepte ortaya çıkamaz. Mektep eğitimine kökten karşı mıyız? Hayır, değiliz. Ama günümüzdeki gibi veya Nizamiye’den beri gelen mekteplerin temel işlevi, iktidarı meşrulaştırmak; iktidar aklının öğretimini yapmaktır. Buradaki eğitimlerin yarısından çoğu devletin ideolojisinin empozesine ayarlıdır. Yani oradaki öğrencilerin vakitlerinin çoğu iktidarın ideolojisini öğrenmekten ibarettir. Daha kötüsü, devlete itaate dayanan bir akıl, eleştiriden, özgürleşmeden uzak bir zihniyet buralardan neşet eder.

Gazali’nin tavrı ile ‘düşünce reddedildi, mantık kabul edildi’

Gazali’nin en önemli işlevi filozofları tekfir etmesi, Aristo’culuğu ve Platon’culuğu ve dolayısıyla felsefeyi reddi ki bunlarda bazı haklı tarafları var şüphesiz. Fakat felsefeyi reddederken, bu felsefenin kullandığı temel aracı, yani Aristo mantığını ise kelama sokar. Tam da kastettiğim sorun budur aslında. Yani düşüncenin reddi, mantığın kabulü.

Mantık nedir arkadaşlar? Mantık bir disiplindir. Size az öne akıl ve akletme ayrımından söz etmiştim; yani mantık ve düşünme. Mantık bize belli bir düşünme ve dolayısıyla da davranış çerçevesi öğretir. Bilimi ve düşünmeyi sınırlayan, iktidarın ideolojisiyle sınırlayan bir çerçevedir bu. Dolayısıyla Aristo mantığı, aslında nasıl davranacağınızı, nasıl düşüneceğiniz, nasıl akledeceğinize dair bir çerçeve üretiyor. Bundan sonra İslam dünyasındaki bütün fıkıh çalışmaları bu çerçevede, yani Aristo’nun o klasik kıyas mantığı var ya, o mantığa dayalı olarak yapılacaktır. Hatta İbni Teymiyye bu mantığı reddetmiştir. Çünkü daha özgün ve farklı içtihatları engellemekte, belli bir anlayışı dayatmaktadır. Mesela Hegelist mantık, yani diyalektik mantık da klasik mantığı aştığı halde benzeri bir eleştiriye muhatap olmuştur. Çünkü o da daha devrimci, daha özgürleşmeci düşünceleri kısıtlaması ve belli bir düşünme biçimini dayatmakla eleştirilmiştir.

O eleştirinin haklılığı gibi, kıyas mantığı da evet, elimize bir alet verir. Zaten bunun adı nedir? Alet ilimleri. Bize diyor ki, siz düşünmeyin arkadaşlar, ben sizin elinize bir alet vereceğim, siz bu aleti alın, elinize bir cetvel gibi alın şunu ölçün, biçin, buna uyuyorsa doğrudur, uymuyorsa yanlıştır. Bu anlayış, şu anda bir robota veya bir bilgisayara yüklenen bir işletme programı gibidir. Verili akla göre sonuçlar üreten bir tekrarcı, özdeşçil mantık. Ama düşünüyor mu? O bilgisayar düşünüyor mu? Hayır. Bunun benimsenmesi, insanın da bir tür robotlaşması, düşünmekten, içtihattan uzaklaşarak verili akla tâbi olması anlamına geliyor. Burada tutulan yol, Ebu Hanife’nin karşı çıktığı yoldur. Çünkü Ebu Hanife ne yapıyordu? Camide toplanıyorlardı, bir mesele atılıyordu ortaya ve herkes fikrini söylüyordu. Bugün bu fikir oluştu bakın diyor yarın farklı bir fikir de oluşabilir; bu bugünkü fikrimiz. Veya, şu anda dünyanın başka bir yerinde bundan daha iyi bir fikir de oluşmuş olabilir, onu bulursanız eğer bundan vazgeçin diyor. Ama öbürü, o devlet aklı size, devletin sınırlarını çizdiği, o devlette kristalize olmuş mantığın, ideolojinin sınırlarını çizdiği bir akıl etme biçimi sunuyor. Ama bu sizin yeni, yenilikçi, devrimci düşünceler üretebilmenizi imkânsızlaştıran bir yöntem. Bu yöntem diyor ki, sizin adınıza ben aklederim siz hiç zahmet etmeyin. Oysaki düşünmek, -Metin Önal ağabeyimizin dediği gibi- düşünmek farzdır. Biz bunu, yani aklımızı devlete devredemeyiz. Bu temel anlamda bize ait bir yükümlülük. Kaldı ki toplumlar da ancak bu yolla gelişebilir. Nitekim İslam dünyası da en özgün düşüncelerini bu tip bir eğitim sisteminin, devlet mantığının egemen olmadığı ilk dönemlerinde üretmiştir.

Biz ise daha yenilerde, içtihat meselesi üzerinde -Allah rahmet eylesin- Afganiler, Abduhlardan sonra durmaya başladık. Hani içtihat denen bir şey vardı, nerede? İçtihatta kök cehd etmektir, temel cehd etme biçimlerimizden birisidir. Nerede kaldı? Altı yüz yıl, yedi yüz yıl İslam dünyası ne yaptı? Neden düşünce üretemedi, neden bilim üretemedi?

Meselenin farkında olanlar vardı

Bütün bunlardaki temel problem, toplumsal özerklik ve inisiyatiften ağır ağır devletsel egemenliğe doğru kayan haklarımızla ilgili, vecibelerimizle ilgili meselelere yeterince sahip çıkmayışımız; daha da kötüsü bunların farkında olmayışımızdır. Evet, Mekke’den Medine’ye hicret eden 226 kişi bunun farkındaydı, Ömer Bin Abdülaziz bunun farkındaydı, Ebu Hanife bunun farkındaydı ama bu yetmez ve yetmemiştir.

Ama temel kırılma noktası -Hüseyin Atay’da da baktım hemen hemen aynı şeyleri söylüyor- Resulullah Aleyhisselam’ın vefatından sonra bunun farkına varılmaması. İstişarenin, şuranın önemi ve kurumsallaştırılması gerekliliğinin farkına varılamamıştı ve hâlâ da bu idrak oluşabilmiş değil. “Resulullah Aleyhisselam gitti şu anda ne yapmamız gerekiyor?” üzerine aklı başında müzakereler yapılmış değil. “Hemen başımıza birisini geçirelim! Bu aciliyet arz ediyor!” noktasında kalındı maalesef. “Tamam, aceleyle başımıza birini getirdik ama oturalım şimdi, biraz düşünelim bakalım ne olacak, bundan sonra ne yapmamız gerekiyor?” üzerinde pek de durulmadı. Belki başlangıçta, ashabın çoğunun hayatta olduğu yıllarda işler yolunda gittiğinden buna ihtiyaç da hissedilmemiş olabilir. Ama “Resulullah Aleyhisselam nasıl davranıyordu? Onun bıraktığı boşluğun yerine hangi kurumları ikame etmeliyiz ki bir zaaf ortaya çıkmasın,” soruları üzerinde yeterince tefekkür edilmedi maalesef.

Hilafetin Kureyşliliği

O tartışmalar esnasında ortaya atılmış olan bir “hilafetin Kureyşliliği” meselesi üzerinde bile yeterince durulmuş değil. Mehmet Sait Hatipoğlu’nun bunun üzerine bir çalışması da var biliyorsunuz; kitap olarak yayınlandı. Sonuçta Resulullah’ın böyle bir hadisi, rivayeti olmadığını söylüyor. O toplantıda, o konjonktürün, o günkü sosyolojinin bir gerçekliği olarak, “şu anda Müslüman toplumu yönetecek kişinin Kureyşli olmasında yarar var” gibi, o günün sospolitik gerçekliğine ilişkin fikirler dile getirilmiş olabilir elbette. Eyvallah, bunda itiraz edilecek bir şey yok. Ama düşünebiliyor musunuz? Osmanlılar gidiyorlar, Mısır’dan hilafeti alıp -o nasıl bir şeydir?- İstanbul’a getiriyorlar. Bu hilafet taşınılabilir bir şey midir, hilafet nedir? Oradan getirilen kutsal nesneler var ya, o kutsal nesnelerin taşınması gibi bir taşınma. Peki, siyasetnamelerdeki tanımlanan yönetim biçimi ne? Hilafet mi? Hayır! Öyle bir yönetim biçimi yok! Tanımlanan ve uygulanan tipik bir monarşizm. Peki, monarşizm demokrasiden daha mı yakın İslam’a? Hani, demokrasiyi burada tartışmıyorum da gerekirse tartışırız, fakat ortaya çıkan manzara bu.

Siyasetnamelerde ortaya konan yöneticilerin vasıflarına açın bakın. Tanımlanmakta olan tipik padişahlıktır. O monarkları bize halife diye yutturuyorlar açıkçası. Osmanlılar o kutsallığı buraya taşıyorlar ve kendileri Kureyşli değil. Oysa siyasetnamelerin hepsinin birinci maddesi, tartışılmaz bir “Halife Kureyş’tendir” ibaresidir. Ne olacak şimdi, nasıl olacak bu? Yani böyle tuhaf bir iş. Osmanlılar Türk. Hiç değilse onun üzerine bir çalışma yaptırın. Yani Mehmet Sait Hatipoğlu’nun şu anda yaptığı çalışmayı, 500 sene önce yaptırın, deyin ki böyle bir rivayet yok, bu o anda tartışmalar içerisinde geçen bir fikirdir. Ebubekir’in sözüdür veya başkasının bir sözüdür. Yok! Onun üzerinde de tartışılmıyor, çünkü o da kutsal! O siyasetnamelerde yazılan maddeler de kutsal maddeler! Onları da kutsallaştırılmış, değiştiremiyorsunuz. Böyle bir zihinsel atalet durumu ortaya çıkıyor. Ki bu durumun ortaya çıkması çok tabiidir. Nizamiye medreseleri şablonu ortaya çıktıktan sonra, toplumun eğitilebilir bir şey olduğu düşüncesi ortaya çıktıktan sonra… O unzurna kavramı üzerinde bir tefekkür yok. “Birlikte düşünelim, birlikte nazar edelim meselesi üzerine” bir cehd yok. Ne var? Hoca öğretir, talebe öğrenir, hatta öğrenir değil ezberler. Böyle bir durum ortaya çıktıktan sonra, zaten artık düşüncenin fiili imkânı kalmıyor. Bazen şaşıyorum; neden bunların üzerinde kafa patlatılmamış, ben mi bu eleştirellikte çok fazla ileri gidiyorum diye.

Gazali’nin bize bıraktığı en kötü miras şu: Eleştiriyi bir itikadi soruşturma meselesi haline getirmek; eleştiriyi bir iman küfür tartışması veya aracı haline getirmek. O zaman eleştiri elimizden kayıp gidiyor, artık eleştirel bir söylem veya tefekkür içerisine giremiyoruz; çünkü eleştiri bir kişinin mümin mi kâfir mi olduğunu tespit meselesi haline geliyor. Oysa böyle bir şey değil eleştiri. Filozofları eleştirebilirsin, hatalarını söyleyebilirsin. Ama onların hatası olması onları küfre götürecek bir sonuca vasıl olmamalı. Hem de buna sen karar veremezsin. Sen tespitlerini yap bırak, bunun kararını verecek olan merci sen değilsin. Ama oradaki karar siyasal bir karardır, oradaki hesaplaşma aslında iktidar adına yapılan bir hesaplaşmadır. Eleştiriden ziyade iktidar aklının işlemesidir söz konusu olan. Batinilikle süregiden siyasal mücadelede medresenin cepheye sürülmesidir. Ama bunun ürettiği sonuçların olumsuzluğunun üstesinden yüz yıllardır gelemiyoruz maalesef.

Eleştirel inisiyatifi kaybettik

Hakikaten bu eleştirel inisiyatif bir şekilde elimizden alınmış durumdadır. Bu konularda rahatlıkla konuşamıyoruz, rahatlıkla düşünemiyoruz, hep o korku içimizde. Şöyle düşünürsek ne olur, küfre mi gireriz, dinden mi çıkarız? Gazali’nin filozofları suçlaması meselesini Fatih Sultan Mehmet de kendi döneminde tartıştırdı. Birkaç âlimi bir araya getirerek yeni Tehâfütler yazdırdı. Peki, ne oldu? Gazali çizgisindeki Hocazade kazandı ve İbn Rüşde daha yakın olan Tusî kaybetti. Böyle bir şey yapmaya da hakkı yok aslında. Sonuçta bir tartışma yapıldı mı orada kalır, senin burada bir tarafı tutmana gerek yok.

Bu aşamadan sonra artık Osmanlı düşüncesinin, medreselerinin nereye doğru gideceği bellidir. Hani edebiyat olarak bunlar söyleniyor ya, Fatih ilme çok saygılıydı, hocalarına çok saygılıydı. Yahu, hocasını sürgüne göndermiş, hem de kaç tanesini.

İlme gerçek saygı, mekteplerin özgür bırakılmasıyla olur. Hatta bu cari mektep mantığından çıkmamızla gerçekleşir. Bu zorunlu eğitim biçimi, bu kurumsal yapılar sadece standart insanlar yetiştirir. Bunu aşan zihinler ortaya çıkmaz. Çünkü oldukça basit meseleleri yıllarca doldurduğunuz, sürekli tekrarladığınız zihinler, okulları bitirdikten sonra zaten artık meflûç hale gelmiş zihinlerdir. En önemli cesaret ve özerkliklerini kaybetmiş bir noktaya gelmişlerdir. Bu zihinleri diri tutabilmek için bir konu üzerinde birlikte istişare edebilmemiz, birlikte düşünebilmemiz, birlikte tefekkür edebilmemiz ve az çok eşit/aynı hizalarda durabilmemiz gerekmektedir. Herkesin sözünü söyleyebilmesine, eleştirelliğine açık olan tartışma, konuşma atmosferleri yani. Bunları ortadan kaldırdığımız zamanki pozisyonumuz, tam da şu anda İslam dünyasının içerisinde bulunduğu pozisyondur. Tam da Sudan’da darbenin yapıldığı, Mısır’da Mursi’ye darbe yapılabildiği pozisyondur.

İslami darbe olmaz

Düşünüyorum da, vakti zamanında ne kadar cehalet içerisindeymişiz. Pakistan’da Ziya ül Hak darbe yaptığı zaman biz alkışlamıştık. Bir darbe -İslami darbe olmaz da-, isterse bunu yapanlar Müslüman olsun, darbe asla alkışlanacak, desteklenecek bir şey değildir arkadaşlar. Buralardan bir şey çıkmaz. Toplumsal mevzilerimizi güçlendirmemiz lazım. Elimizden alınmış olan o inisiyatiflerimizin, özerkliğimizin yeniden ele geçirilmesi lazım. O göçebeliği, muhaceratı, yani Kabil’e karşı Habil’in savunduğu durumu kavramamız lazım. Ki, Musa halkını Mısır’dan çıkardı, onları göçebe haline getirdi. Çünkü yıllar yılı Mısır’da, Firavun’un kölesi haline gelmiş, tebaası haline gelmiş olan halk -bunun tamamı Yahudi değildi karmaşık bir haktı aslında- o halk, Kur’an’ın deyimiyle ahmaklaştırılmıştı. Neden melik’in bilim insanları rüyasını çözemedi de Yusuf çözdü? Çünkü Yusuf bir göçebeydi. Melik’in bilim insanları ise iktidarın kullarıydılar. İktidarın kulları düşünemez arkadaşlar, göçebeler düşünür, göçebeler haline gelmemiz lazım.

Yahudiler neden bugün bu kadar etkililer? Bizim işimiz gücümüz yok Yahudilere küfür etmekle vakit geçiriyoruz. Neden bu kadar etkililer? Çünkü Yahudiler binlerce yıldır göçebe yaşıyorlar. 20’inci yüzyılın en önemli düşünürleri bilim insanları Yahudi’dir. Neden? Çünkü kitaba önem verirler, kitapta yurtlanmışlardır. Binlerce yıldır Yahudileri ayakta tutan ve onlara kimlik kazandıran şey kitaplarıdır ve onlar kitaplarında yurtlanmışlardır. Önemli olan şey kitaptır, okumaktır. Bir toplumu özgürleştiren, ayağa kaldıran, ayakta tutan şey okumalarıdır. O olmadığı sürece zaten toprağınıza bile sahip çıkamazsınız.

Musa onları kırk yıl çölde dolaştırdı, göçebeleştirdi tekrar. Göçebe olmalarını, genetiklerine dek işlemiş olan Firavun’un kodlarından tamamıyla çıkmaları için yaptı bunu; o kodları kırmak, yeni bir nesil ortaya çıkarmak için. Bu bir özgürleşme eğitimidir aslında. Kur’an’da anlatılan Peygamber kıssalarındaki bütün mücadeleler muhacerete dayanır. Biz onları çok farklı okuruz, hepsini bir takım kıyamet sahneleri olarak okuruz. Hayır, hepsi muhaceret öyküleridir. Nuh’un gemide yaptığı seyahat de, Musa’nın halkını Mısır’dan taşıması da, Resulullah Aleyhisselam’ın, İsa’nın mücadeleleri de, hepsinin ki muhaceret öyküleridir. Çünkü muhaceret, bizim yerleşik kalıplardan çıkmamızı, yerleşik kodlarımızı kırarak özgürleşmemizi, Allah’a muhatap haline gelmemizi sağlar.

Bizler şu anda Allah’a değil, onun adına konuşan bir devlete muhatabız ve bütün Müslüman toplumlar bu halde. Bunu söylerken, yöneticiler olmasın mı? Elbette ki olacak ama bu, toplumun özerkliğini yok eden, toplumdan bağımsız ve soyut devlet kavramı, Muaviye’nin icat ve ifa ettiği devlet kavramı, işte o Roma ve Sasani sentezi olan kutsal devlet kavramıyla olmaz. Hiç kimse yeryüzünde Allah’ın halifesi değildir. Allah’ın bizi halife kılması, emanetin yani sorumluluğun bizim bireysel olarak, şahsiyetlerimiz tarafından üstlenilmiş olması anlamına gelir. Ama demin söylediğim gibi bu anlamdaki kutsal bir devlet bizi zaten Allah’a karşı sorumlu varlıklar olmaktan çıkarıyor. Kendisine karşı sorumlu varlıklar haline getiriyor. Oysa bizim sorumluluğumuz Allah’a karşıdır. Bunu unuttuğumuz, aklımızdan ve elimizden çıkardığımız her kertede daha da köleleşiriz, aklımızı ve özgürlüğümüzü daha da kaybederiz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *