Adem Çaylak’tan “İktidar ve İtikad” üzerine

Adem Çaylak’tan “İktidar ve İtikad” üzerine

İktibas Dergisinde 15 günde bir düzenlenen sohbetler çerçevesinde, geçen hafta Prof.Dr. Adem Çaylak konuk oldu. “İktidar, İtikad ve Muhalefet” üzerine konuşan Adem Çaylak bir saatlik bir sunum yaptı.

Mustafa Bozacıoğlu’nun kısa açış konuşmasının ardından mikrofonu verdiği Adem Çaylak, dinleyicileri selamladıktan sonra sözlerine başladı.

Konuşmasının başında, Ercümend Özkan ile tanışıklığından söz eden Prof. Çaylak o dönemi şöyle anlattı: “İktibas bizim hayatımızda oldu. Bu vesileyle de benim Ankara’da öğrencilik yıllarım geçmesi hasebiyle kendisinden çok şey öğrendiğimiz ve en çok ilkeli duruşu ve muhalefeti öğrendiğimiz, saygıdeğer büyüğümüz, ağabeyimiz, hocamız Ercümend Özkan’ı da burada rahmetle, saygıyla anmak istiyorum. Bizim üniversite Ankara Siyasaldı, tabi Kızılay ile Ankara Siyasal arasında gidip gelirken, daha o dönemki çaylaklık zamanımızda uğradığımız mekanlardan bir tanesiydi. Ama şunu da söyleyeyim: Ben hiçbir yere intisap olamadım, hiçbir yere bağlanamadım ama her yerle birlikte olduğumu ifade ettim. Ercümend Özkan’ı da çok iyi tanımamızın belki bir yönü de, Kırşehirli olmaktan kaynaklanıyor olabilir, ben de kendisi gibi Kırşehirliyim. Bunu memleketçilik falan adına yapmadım, sadece bir vurgu anlamında söyledim, çünkü bizim en çok karşı olduğumuz noktalardan bir tanesi bu.”

Adem Çaylak’ın konuşmasından geniş bir özet sunuyoruz:

‘Muhalefet etmek bozgunculuk olarak görülüyor’

“İktidar ve İtikat” başlığı altında son birkaç yıldır bazı yerlerde bu sunumu yaptığını belirten Çaylak, buradaki sunumu için de iktidar ve itikat olabilir ama bunun yanında din ve muhalefet konusu da olabileceğini konuştuklarını, o konuyla ilgili bir kitap çalışması olduğunu da belirtti. Çaylak, Türkiye’de ve İslam dünyasında muhalefetle ilgili eserlerin yok denecek kadar az, hatta yok denecek derecede olduğunu ifade ederek, “Neden muhalefet dediğimiz, kavram kurumsallaşamadı, böyle bir kültür olmadı? Olsa bile, hakim kültürel kodlar ve siyasal anlayışlar böyle bir yönelimi neden bastırdı, yani kadük kaldı? Tabi felsefi anlamda bu böyle, siyasal anlamıyla da böyle, toplumsal anlamıyla da böyle. Muhalefet neden şer ve şeytanla özdeş tutuldu? Muhalefet etmek neden fitne çıkartmakla özdeş tutuldu? Muhalefet etmek, bu toplumsal ve siyasal anlamda da böyle, neden bozgunculuk olarak görüldü?

Tabi sınır çok önemli, yani bozgunculuk, fitne vesaire filan ama en ihya edici hareketler dahi, uyarıcı, yapıcı vesaire dediğimiz- bakalım, İslami mahalle, kesim ya da İslami düşüncenin kökenlerinden gelen sizler gibi aynı tecrübeden gelen bizlerin, hepimizin bildiği bir şey var. Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- önemli büyük bir imamdı ama onun muhalefeti bile Emevi ve Abbasi Sultanlığı ve Melikliği tarafından büyük bir zulüm, baskı ile karşılanarak, şer ve şeytanla özdeş tutularak, işkence edilerek öldürülen ya da ölen… Neyse o tartışmalar önemli değil. Benim hep söylediğim bir şey var, İslam dünyasının Sokrates’i diye Batı dünyasının Ebu Hanife’yi nitelendirdiği söylenebilir. Peki bunlar neden oldu, bunu sorgulamak gerekiyor.

‘Tarihten bugüne literatür değişmiş değil’

Başka bir şey daha var, özellikle pratik siyaset bugün her ne kadar İslam referansımız görünse de İslam’ı referans almıyoruz, tırnak içinde tabi bu. Yani sonuçta Müslümanlıktan çıkmıyor ya da milli görüş gömleğini çıkarttık vesaire dense de, sonuçta bugün içerisinde bulunduğumuz AK Parti gerçeği sonuçta Türkiye Cumhuriyeti döneminde İslam ve Müslüman kesimin, iyisiyle ve kötüsüyle, eleştirimizle veyahut da muvafakatımızla sonuçta bir siyasal pratiği. Bunun altında yaşarken de özellikle kritik anlarda, ki tarihsel süreçte çok fazla örnekleri var ama onları geçeceğim, kritik anlarda, hatta milli görüş geleneğinde de var. Yani ben aynı zamanda Kaman, Kırşehir, Ankara ya da başka yerlerde milli görüş geleneğinin içinden de gelen bir insanım, orayı çok iyi biliyorum. Erbakan hocanın kendisine de -onu da rahmetle anıyoruz- çok önemli siyasi sembol ve aktör. Hepimizin üzerinde elbette etkisi oldu olumlu ya da olumsuz. Öğrenciyken dahi bunu sormuştuk. Odönemde bile vardı ya MSP-MNP, MNP-MSP-Refah vesaire, yani bize oy verenler tabiri caizse Allah’ın yanında, tabiri caizse Allah’ın emri; oy vermeyenler de -bugünkü literatür çok değişmedi- şer cephesi, şeytanın yanında… Aslında tarihsel süreç içerisindeki Türk İslam İmparatorlukları tarihinde o genel kategorizasyon, Hizbullah ya da Hizbul şeytan. İktidar yani gücü elinde bulunduranlar bir şekilde kendini Allah’la, tanrıyla ve doğruyla özdeş kılarak onun karşısında olan muhalefet edenleri -Müslümanlar da olsa bunlar fark etmez- şer ve şeytanla özdeş tutan bir siyasal bir kodumuz var, böyle bir süreçten geliyoruz.

Bu neden böyle bu böyle oluyor? Daha bugünlerde, belli bir siyasal pratiğe oy vermenin Allah’ın emri ve cennete girmenin garantisi, oy vermemenin de şeytanla birlikte olmak ve cehenneme gideceklerine dair sözleri hep duyuyoruz. Şimdi bunu biraz tahrik etmek için söyledim. Derdim bu değil ve bugünkü günlük siyasetten ve pratikten hiç bahsetmeyeceğim, benim işim de değil. Çok fazla siyasal pratikle de ilgilenmiyorum, daha çok teorik siyaset benim işim, çünkü düşünceyle ilgilenmek, fikirle ilgilenmek ve akıl etmeyle ilgilenmek önemli, zihniyet çözümlemesi yapmak önemli. Olay ve olgular ya da kişiler bizim çalışma alanımızda değil onu gazeteciler, gazeteci aydınlar uğraşsınlar, bizim işimiz olmamalı.

Doğuda siyaset teolojiktir

Aslında siyaset etmek, bizim geleneğimizde aynı zamanda adalet uygulamaktır, aynı zamanda güç kullanmaktır. Nerede olursak olalım iktidar dediğimiz şey bir emretme ve itaat etme ilişkisini içerir. Kudret ve kuvvetle ilgili, galebe çalmakla ilgili bir şeydir. Ve tabi bunun psikolojik, siyasal boyutları var, bir istenç durumudur. Biz hep biliyoruz ki insan hep olumlu özellikleri var ama siyaset ve kamusal alan ve siyasal kısma geldiğimizde, insan hep güç elde etmek ister, kudret elde etmek ister. Bunu biraz da aslında şöyle tanımlarım ben: Tanrı kompleksi ile bu izah edilebilir, çünkü insan aslında bir taraftan da tanrıyı taklit ediyor. Çünkü mutlak güç ve kudret sahibi tanrıdır ve tanrısallık demek aslında uluhiyetle ilgili bir şeydir, güç ve kudretle ilgili bir şeydir. Hatta öyle ki Doğu’da mesela siyaset aynı zamanda -Batı’da elbette tarihsel süreci var oraya gireriz ama- teolojiktir, teolojik olduğu için de siyasidir. Dolayısıyla, tanrının olduğu her yerde siyaset vardır. Tanrı yoksa dahi, tanrısallık yoksa dahi, olmasa bile, uluhiyet bir şekilde yaratılır, bir tanrı kompleksiyle.

Ben şöyle bir okuma yaptım kendimce, eleştirilebilir, tartışılabilir, ben fikri sabite içerisinde değilim, her zaman muhalefet ve eleştiri konusunu dikkate alıyorsak biz de bu konuda tartışırız. İnsanın yaratılışında dahi iktidarla imtihanı olduğu perspektifi, insanın yaratılışında dahi iktidarla imtihan vardır. Ne demek istiyorum? Şimdi metaforik olarak, hani vardır ya bir sahne, bize kutsal kitabımızda belirtilen bir şey, Adem özgür ve serbest kılındı ama bir şey yasaklandı. Neydi o? Bu konuda çok yorumlar var, ilahiyatçı değilim oraya girmeyeceğim ama belki siyasetbilim ya da siyaset alanından tahlil yaptığımız için, ben bunun biraz daha Ademoğlu’nun -buradan bakarak orayı okumak tabi ne kadar mümkün ama- en azından bir iktidar meyvesiyle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum. Ademoğlu her konuda serbest, özgür ama bir şey yasak. Bilgi, bilgelik deniyor, bir meyve deniyor, başak deniyor, başka bir şey deniyor. Her konuda yorumlar var ama iktidar meyvesiyle aslında imtihan ve yüzleşmesini ta o dönemde kaybetti insan Adem. Bu kaybedişi yitirdi, bu aslında ona verilen emaneti, sorumluluğu, yükümlülüğü, yeniden kazanmak adına biz biliyoruz ki, Allah tarafından yeryüzüne halife kılındı.

Şimdi yeryüzüne halife kılınma meselesi de bizim İslam siyasi düşünceler tarihinde yanlış yorumlanır. Yani Allah, yeryüzünde Adem’i beni temsilen bir halife anlamında aslında algılanıyor. Halife kavramı hiçbir şekilde Allah’a izafeten kullanılan bir kavram değildir. Halife kavramı yeryüzüne izafeten kullanılan bir kavramdır. Yeryüzüne seni egemen kılacağım, emanet sorumluluklar vereceğim anlamında kullanılan bir kavramsallaştırma. İşte varoluşundaki iktidar meyvesiyle hesaplaşmasını kaybeden insan…

Siyasal’dan yakın arkadaşımdı, Cumhuriyet’te şu anda hoca, Halis Çetin. Aynı sınıftaydık, İktibas Dergisine de birlikte gidip gelirdik bazen hatırlıyorum. Onun güzel de bir çalışması var epey tartıştığımız, ‘Tanrı Kompleksi’ diye. Bireysel, toplumsal ve kolektif, evrensel tanrı kompleksi diye üç cilt iyi bir çalışma, tavsiye edilir, dikkatinize almanızı isterim, ben genelde bunu tavsiye ediyorum, arkadaşımın kitabı önemli. Ne demek yani bu? Tabi kutsal metinler ve dinler üzerinden de, mitler vesaire üzerinden de, hem antropolojik vesaire okuma ve kutsal metinler üzerinden de bir okumayla tanrı kompleksi meselesi. Tanrı kompleksini yeryüzündeki iktidarını aslında itikatlaştırarak aşmaya çalışmanın, insanı tarihsel ve psikolojik çelişkisini yaşadı insanoğlu ve hala yaşadığını düşünmekteyim.

İktidarın itikatlaştırılması ile ilgili de Birikim’de bir makalem çıkmıştı 2012 ya da 2013 yıllarında. Orada da biraz bunu tarihsel ve kavramsal temelleriyle tartışmıştım. Dolayısıyla, bugün de hepimizin yaşadığı güç, kudret, kuvvet ve iktidar olmanın dayanılmaz bu ağırlığı -ya da hafifliği- genelde muktedirlerin iktidarlarını itikatlaştırarak kutsallaştırmalarına yol açtı. Şimdi insanoğlunun yeryüzünde bulunduğundan beri biz çok iyi biliyoruz ki insanlar, bugün arkeolojik çalışmalarda da Allah’ın bize bildirdiği metinlerde de dinsel bir takım mitolojik, tarihsel ve mitolojik şeylerde de ki yani okuyun yani Hint mitolojisinde, İran pers mitolojisinde bunların hepsinin çok önemli kaynakları var Rigvedalar, Avestalar, ne bileyim işte Babil mitolojisi Enuma, Eliş, Sümerlere ait mitolojiler; bunların doğruluğu falan anlamında tartışmıyorum ama bunlar o dönemden gelen kaynaklar, bilemeyiz yani sonuçta geliyor.

Bütün bunlarda, bugünkü yapılan çalışmalarda, işte Mezopotamya bölgesi insanların hep bir şeye inandıklarını biliriz, insanlar içinde yaşadıkları evreni, toplumu -yani henüz toplum yok ama- içinde yaşadıkları evreni, değişimi, tabiatı, kozmik cisimleri, bir takım yeryüzündeki hareketleri anlamak ve açıklamak istemişlerdir. Hayret etmişlerdir, merak etmişlerdir, “bilmek aslında merak etmektir” der ya Aristoteles, merakla ve hayretle başlayan bir şey aslında.

İnsan doğası gereği siyasal bir varlıktır

Bugün Göbeklitepe meselesini hepimiz biliyoruz, bugün artık tarih bile farklı yazılacak yeni şeyler oldukça. Göbeklitepe’deki yapılan arkeolojik kazılarda -bunu Almanlar yapıyor- ne çıktı ilk şeyler? Tapınaklar çıktı. Ve şunu da hep gördük ki: Medeniyetlerin belirmeye başlamış oldukları dönemlerde antik site devletlerinde, şehir, kent devletlerinde insanların bir araya geldiği, toplandığı yerlerde toplum olmak, siyasal insan olmanın bir görevidir. İnsan doğası gereği aslında siyasal bir varlıktır, bu İslam düşünürleri de bu kadim filozoflar da Eski Yunan hep böyle söylerler, yani insan bir şekilde toplum halinde yaşamak yönünde doğal içgüdüsel bir ihtiyacı vardır. İnanmak, üremek, bilmek, geçim, yemek içmek neyse, alışveriş.

Ve tapınaklar hep ilginçtir ki kent site devletlerinin hep merkezlerindedir tam merkezindedir. Mitolojilerde de bunu görürüz, bugün Arabistan Yarımadası’nda da site devletinin tam göbeğindedir, kutsal Kâbe merkezdedir. Bugün Kudüs aynı meseledir, bugün Mısır’a gittiğinizde de kutsal tapınakların kent devletlerinin ya da şehir devletlerinin merkezinde inşa edildiğini, Hıristiyan coğrafyasına baktığınızda da Roma’nın tam göbeğinde inşa edildiğini Vatikan’ın. Bu İstanbul, Ayasofya vesaire bunların hepsi geçerli.

İlginçtir ki tapınakların inşa edilmiş olduğu yerlerin tam belki yanında da hep yönetim merkezleri oluşmuştur. Örnek, Kâbe’nin hemen yanında Dâru’n-Nedve inşa edilmiştir, Peygamberimizin dört kuşak öncesi dedesi olan Kusay bin Kilab tarafından. Hep söylediğim bir söz vardır, biraz mottolaştırarak bunu İslam Siyasi Düşünceler kitabımızda da tartışıyoruz, Tapınağa hakim olanlar yönetime ve siyasete de genellikle hakim olmuşlardır. Çünkü insanlar inanırlar, çünkü insanlar bir şeyleri izah etmek isterler. Ve aynı zamanda tapınakların olmuş olduğu her yerde köysel ve kırsal alanlarda daha çok büyü ve sihir işleriyle ilgili uğraşanlar hep çok etkili olmuştur. Bir şekilde bunların göklerle irtibata geçtiği ve tanrısal kurtuluşun bu tek tanrılı inanış biçimine de aslında yansımıştır, olmamasına rağmen. Kurtuluşun onların kanalından geçtiğine dair anlayış, özellikle kent yani şehir ve site devletlerinde de rahipler türetmiştir. Hep iktidar rahiple birlikte işlevsellik kazanmıştır, rahip -sembolik kullandığım bir kavram fark etmez- bir kutsalla bağı olduğu düşünülen ve dolayısıyla iktidarın ve muktedirlerin çoğu zaman iktidarlarını meşrulaştırmasına ve onların iktidarlarının kutsal ve tanrısal olduğuna inandırılan ve çoğu zaman kılıç kullanmaksızın tebanın, halkın, insanların itaatini sağlayan bir rahip meselesi.

Mülkiyet ilişkileri ile siyaset şekillendi

Mülkiyetin ortaya çıkması aslında bir taraftan da yöneten-yönetilen ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla ilgili bir şeydir. Mülkiyetin henüz ortaya çıkmadığı bir yerde aslında iktidar ilişkilerinden de bahsetmek çok zordur. Mesela, biz antropolojik ve iktisadi anlamda çok okumalar yapmıyoruz siyasal tarihe ilişkin, bunu da yapmanın önemi açısından söylüyorum.

Bunların yapmış olduğu reis, başkan, ne dersek diyelim, bunlar ya başkomutan, başrahip, başyargıç vesaire olarak yapmış olduğu şeyler aslında -o kabile yani klan vesaire aşamaları çok eski dönemlerden bahsediyorum- hep kutsal işler olarak görülmüştür, anlaşılmıştır tarihsel süreç içerisinde. Merkezi otoritenin güçlenmesine paralel olarak da yöneticilerin kutsal hizmetleri olduğu ve tanrının ya da tanrıların iradesini temsil ettiğini düşünülmüştür. Kadim kabile toplumlarında, aile ve klanlardan oluşan kabile toplumlarında, siyasi başkan ya da reis/şef aynı zamanda bir dini kutsal vesaire lider olarak görülür.

Mesela, Araplarda İslam gelmeden önce kullanılmıştır ‘şeyh’ kavramı da, ‘seyit’ kavramı da. İslam’la ortaya çıkmadı. Kabile şefleri ya da reisleri, şeyh olarak görülür ya da seyit anlamında görülürdü. Reis anlamında ve yönetici anlamında. Tabi bu olay daha sonra başka şekle girdi.

Çoban ve Sürü metaforu Hammurabi dönemine dayanır

Yine biraz daha tarihsel temellerine gireyim belki sıkıyor olabilirim ama ben tarihsel ve toplumsal temelleriyle bunu anlamaya çalışmak istedim. Mesela, en eski yazılı kayıtlardan Hammurabi kanunlarına gidelim. Orada da Hammurabi bizatihi kendisini Mezopotamya bölgesinde tanrı Anu işte ve onun oğlu üç, dört, yedi tane tanrılar hiyerarşisi vesaire anlatır, bunlar tabi metaforik şeyler ama var. Oğlu Enli’nin adına hükmettiği ve yönettiği ve tebaa ve yönetilenler üzerinde bir çoban olarak gönderildiği ve görevlendirildiği ve yönetilenlerin de sürü olduğu ve ona tabi olduğu meselesi. Mesela, çoban ve sürü metaforu aslında ta oradan gelir. Batılı düşünür Michel Foucault bu çerçevede İslam siyasal düşüncesini vesaire analiz ederken bu çoban-sürü metaforu üzerinden Ortadoğu Mezopotamya toplumlarını analiz eder. Yani kutsal bir çoban tanrılar adına hükmediyor ve o tanrının adeta sesi ve tecellisi.

Gılgamış Destanı’nda da bunu görürüz. Gılgamış, Enkidu vesaire bunlarda da aynı şeyi görürüz. Babil, Enuma, Eliş destanı ve işte Gılgamış, Sümer, Ur ve Uruklarda, Sümerlerde, Mısır’da mesela bunların ayrıntıları var ama esas derdim burası değil. Mısır’da firavunlar tanrı-kral olarak görülmüştür, izah edilmiştir ve tanrısal bir kimlik olarak kendini sunmuştur. Musa’nın hikayesinde de Firavunlarla yöneticilerle hikayeyi biliyoruz onun öncesinde de bunun şeyi var. Çünkü oranın baştanrısı -çünkü bir baş tanrı anlayışı vardır- Baştanrı Ra’nın, sonra Amon Ra’nın tecellisi, dile gelişi adeta yeryüzünde bedenlenmiş hali gibi sundu kendini tanrı olarak, çünkü tanrı kompleksi meselesi.

Perslerde Kisraların damarlarından Tanrı’nın kanının aktığına dair bir inanış biçimi vardır. Bu Anuşirvan, Keyhüsrev, Zerdüştlükte, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı Ahura Mazda, Ahrimanya inanışlarında bu var. Hint’te Brahma, Vishnu, Shiva gibi üç tane tanrı üçlemesi üzerinden ve baş tanrı İndra adına yöneticilerin hükmettiklerine dair inanış biçimi var. Eski Yunan farklı değil. Homeros Destanlarından da biliriz ki krallık ilahi bir kökene dayanır, uluhiyetle ilgili bir husustur. Sonradan, Jüpiter ya da Zeus’un oğulları gibi görülen bir dönem görüyoruz mitolojilerde. Hatta eski Yunan’da, polislerde ocağında kutsal ateşin yanmış olduğu bir merkez Olympos Dağından kutsal olarak getirilmiş ve o merkezde herkes bir ateş alıp konaklarına tutuşturur ve kutsallık kazanırdı.

İslam geleneğinde ‘Devlet’ bir lütuf olarak görülür

Çinlilerde yönetim, referansını gökten alırdı. Gök’ün oğlu imparatorlar, dünyanın uyumunu sağlamak, düzeni sağlamak için bir gök tanrı figürü. Japonlar’da Şintoizm, yine güneşin oğlu olarak sunulur göksel bir şey. Türkler fark etmez, bizde kut geleneği ne demek? Eski Türkler bizden derken, Kut geleneğinin özünde de bu vardır. Kutsal meselesi aslında burayla ilgili bir şeydir. Kut geleneği Tanrısal bir vergi olarak görülür. Mesela bizim İslam siyaset geleneğinde devlet çok böyle  siyasal bir organizasyon olarak görülmez, devlet bir lütuftur, devlet bir ihsandır, devlet bir keremdir. Devlet başına gelenlerde mesela “Devlet kuşu başa kondu” kavramı böyledir aslında, siyasal edebiyatımıza girmiş. “Talih kuşu başa konur” denir mesela, ‘talih’ kavramı tuluğla ilgili bir şeydir. Tuluğ yıldızın doğması demektir ve burada da böyle bir tanrı vergisi olarak sunulan bir durum var. Uzatmayalım, dolayısıyla iktidarlar ve muktedirler tanrı adına yöneten ve onun tecellisi, dile gelişi olarak hep sunuldu ve tanrısal bir meşruiyetle kendi iktidarlarını meşrulaştırdılar tanrısal bir içerimle. Dolayısıyla baş tanrının -ya da başka inanışlarda iradesinin- yeryüzündeki yansıması gibi sunuldu.

Roma imparatorları da yine baş tanrılar ya da güneş adına, baş tanrılar adına hükmettikleri söylenir, henüz Hıristiyanlıkla tanışmayan Roma’da. Roma Hıristiyanlıkla tanıştığında, milattan sonra 300’lü yılların başı ve sonrasında resmi bir din haline geldiğinde, orada da yöneticiler biliyorsunuz kilisenin de kurumsallaşmasıyla birlikte -tabi Pavluscu etki de çok yüksek İsa’dan sonra- Papa adına yönettikleri ve manevi gücü ondan aldıkları ve hatta süreç içerisinde papanın tanrının adeta dile gelmesi, kilisenin de tanrının bedenlenmiş hali olarak sunulması tam bir teokratik anlayışın inşa edilmesi sürecini biliyoruz. Ve, Batı Avrupa’nın da tarihi ki ruhani güçlerle, onların karşısındaki dünyevi ya da siyasi neyse krallık güçleri arasındaki büyük mücadeleleri ve kanlı mücadelelerle geçti. Bu mücadeleleri büyük savaşlar ve büyük katliamlarla geçti.

Krallar iktidarı Tanrı’dan değil Papa’dan alıyordu!

Bizans’a geliyoruz. Bizans’ta da Sezarların kutsal yönetme hakları olduğu anlayışı vardır. Çünkü Batı Roma ve feodalite döneminde, kralların dahi, yöneticilerin dahi iktidarını direkt tanrıdan almadıkları, Ruhban’dan yani Papa’dan aldıkları esas Papa’nın tanrı adına yönettiği ve hükmettiği anlayışı var. Tabi Batı Avrupa’daki bu çatışmaların bir yansıması olarak süreç içerisinde aslında bu kralların, imparatorların da kutsal oldukları, kutsal yönetme hakları olduğuna dair bir anlayışa evrildi.

Şimdi bunu niye bütün bu tarihsel süreci niye anlatmaya çalıştım?

Dikkatinizi çekerse, İslam ortaya çıktığında Arabistan Yarımadası’nda merkezi bir otorite yoktu, merkezi bir siyasal birlik yoktu, Hıristiyanlığın tam tersine. Hıristiyanlık Roma gibi bir büyük imparatorluk içerisinde neşv-ü nema buldu. Hatta işte Yahudiler, Yahudiye Bölgesinde özerk olarak yaşıyorlardı. Valileri kendi valileri ama Roma’nın güdümünde. Sonra Yahudilerin nasıl Romalılar tarafından katledildiğini, Yahudi isyanları çıktığını biliyoruz, tam İsa’nın ortaya çıktığı zamanlar.

Ama İslam, o dönem için iki büyük süper gücün aslında, ortaya çıkan ve Arabistan yarımadasında kabile konfederasyonları tarzında yönetim anlayışının olduğu, kabile çatışmalarının çok yüksek olduğu ve kabile şefleri arasındaki en yüksek asabiyesi kiminse…

Arap geleneğinde ve bu gelenekte yani bu coğrafyada aslında devlet ya da iktidar meselesi asabiye üzerinden kurulur. Asabiye kavramını İbn-i Haldun’dan bilirsiniz. Arabistan Yarımadası’na hükmetmenin yolu İslam gelmeden önce böyledir. Kusay’ın Mekke’yi kurduğu bilinir. Kusay’ın dört tane oğlu var, işte onların yolları hepsi Ümeyyeoğulları ve Haşimoğulları diye gelir. İşte Abdülmenâf, Haşim veya Abdulmuttalip bir taraftan. Öbür taraftan da onun oğulları Abdül Kusay, Abdül Dar, Daroğulları falan, arkasından işte Ümeyye gibi onlar da ayrı bir kanat olarak. Hepsinin tek amacı kutsal Kâbe’ye hakim olmaktı. Kâbe’nin yöneticiliği, bakıcılığı ve muhafızlığına “Sidâne ve Hicâbe” denirdi. Kusay kurmuştu bu siyasi örgütlenmeyi, Kusay bin Kilab. 7-8 tane idari bölüm koyuyor işte Rifade, Sikaye, Ukab, Sancak, Sidanet ve Hicabet. Ama genelde çok ilginçtir ki bu tarihsel süreçte Peygamberimize kadar genelde Rifade ve Sikaye yani su dağıtma işlemleri çok önemli, hacılara. Çünkü İslam gelmeden önce hac var, yani biliyoruz, işte kutsal Kabe’ye insanların, Arap kabilelerinin gittiğini. Hatta haram aylar meselesi niye oldu -bütün bunlar İslam gelmeden önce- çünkü kabile çatışmaları vardı. Araplar belli aylarda -Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep- savaşmayacaklarına, kutsal beldeleri ziyaret edeceklerini ve ticaret yapacaklarını, birbirlerini öldürmeyeceklerine dair yemin etmişler ve bir anlaşma yapmışlardı. Kabileler tabi burada Huzâa Kabilesi de orada çok hakim olmak istedi ya da diğer kabileler.

Kureyş, dediğimiz gibi, o kabile içerisinde 12 tane soy sop var, ya da klan diyebiliriz bunlara. Bunların arasındaki temel mücadele Kâbe’ye kimin hükmedeceği. Çünkü, Kâbe’ye hükmeden siyasete de, yönetime de, ticarete ve iktisadi anlamda ona da hükmedecektir. Kâbe’nin bakıcılığı ve muhafızlığı meselesi çok önemliydi, bütün çatışma onun üzerinde gerçekleşiyordu.

Kabileler arası ihtilafların çözümünde genelde hakem olarak -bir hakem meselesi de var- ta İslam gelmeden önce başka bir tarafsız kabilenin başkanı hakem tayin ediliyor. Aynı zamanda kahine de başvurulurdu. Arapların bu kabile geleneklerinde kahin meselesi de önemliydi.

Mekke’de iktidar mücadelesi ve Ümeyye’nin Şam geçmişi

Çok basit bir örnek vermek istiyorum. Adülkusay’ın oğulları arasındaki iktidar mücadelesinde Haşimoğulları, Ümeyyeoğulları… Birisinin ismi Abduşşems olsa gerek, Abduşşems’le Haşim arasında bir ihtilaf var, hepsi istiyor. Abduşşems ben bu işle ilgilenmiyorum diyor, ticaret yapacağım diyor ama oğlu Ümeyye, tarihsel temelleri amcasının iktidarı ya da yönetildiği kabile şefliğini almasını istemiyor ve onunla bir rekabete giriyor. Tarafsız bir hakemin önünde yapılan bir yarışma ve kahinin de tabi bu sürece girmesiyle birlikte bir mücadele oluyor. Kim kaybederse elli deve verecek ve Şam’a sürgün gönderilecek 10 yıllığına. Tabi Ümeyye kaybediyor, Haşim iktidarın başına geçiyor.

Şimdi buradaki mücadele de tamamen iktidar meselesi, siyaset ve yönetme meselesi. Ve dolayısıyla aslında Muaviye ve Ebu Süfyan’ın yani Ümeyyeoğulları’nın, çok çok öncesinden bir Şam geçmişi var, bu çok önemli. Şam geçmişinin olması ne demek? Bizans’ta ve Hıristiyanlıkla ilgili olarak iktidar ve imparator -ya da Sezarların- kutsal yönetme hakları konusunda Muaviye’nin ve onun öncesinde -tabi amcalarının falan da orada çok ciddi etkisi var- Bizans’la da hep diyalog olmuştur gerek askeri anlamda, gerek ticaret, gerek görüşmeler anlamında. Bu etkinin -benim tespit ettiğim, okuduğum kadarıyla- aslında İslam yani peygamberler geleneğinde olmayan, o hani tevhid mücadelesi diye hep okuduğumuz, peygamberler geleneğinde, hiçbirisi kendilerini kutsal olarak sunmayan bir geleneğe karşın Muaviye’yle birlikte ilk defa “Halifetullah” kavramının kullanıldığını görüyoruz. Ne Peygamberimiz dönemi, ne dört Emir-ül Müminin dönemi, “dört halife” diye söylenir ama Emir-ül Mümininliktir bu. Hatta bazıları halife kavramından mülhem olarak Hazreti Ebu Bekir’e Halifetullah gibi bir yakıştırmada bulunuyor. Aslında halife kavramı sonradan kurumsallaşıyor ama Peygamberden sonra ümmetin siyasi, dini vesaire işleriyle sorumlu olan bir yönetici anlamında kullanıldığında Ebu Bekir’in bunu reddettiğini, ancak kendisinin Halifetül Resulullah anlamında Resulullah’dan sonra gelen yönetici anlamında kullanıldığını ve daha çok da Hazreti Ömer’le birlikte Emir-ül Mümininlik meselesinin gündeme geldiğini görüyoruz.

Bu bir etki. İkinci bir etki de İran etkisi. Şimdi biz bu İran etkisini çok okumuyoruz. Sasanilerle İran fethedildiğinde, ki ta Hazreti Ömer döneminde fethediliyor ve pek çok siyasetle ilgili kurumlar, Beytülmal, Divan meselesi gibi pek çok uygulama ve anlayışın süreç içerisinde, tabi bu Emevilerde ve Abbasilerde, özellikle Abbasilerde çok daha büyük noktaya gelmişti.

Sasanilerde şöyle bir anlayış vardır, bu Hint ve Sasani yüksektir: Din ve devlet sütkardeşler, ikiz kardeşler olarak sunulmuştur. Mesela bunu nerede okuruz? Abbasi İkinci Halifesi Cafer Bin Mansur’un danışmanı ve katibi ve sonradan da öldürülen İbnu’l Mukaffa’nın Risaletül Sahabe, Edebü’l Vezir, Ebedü’l Kebir ya da günümüzde Türkçesiyle yayınlandı İslam Siyaset Üslubu diye bir küçük kitaptı. Orada tamamen bu Pers -yani Sasani- siyaset, devlet ve din ilişkileri meselesinin, o kutsallıkla örüntülü kisraların Tanrı’dan iktidarlarını aldıkları ve onun adına hükmettikleri ve onların kanlarında Tanrı’nın aktığı anlayışının süreç içerisinde bize Halifetullah, sonra Zillullah-ı Fil-Alem, özellikle Abdülmelik gibi. Daha sonra Abbasilerde, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, mesela Kaim-Biemrillah kullanılır, Muizz Li-Dinillah halifeler için daha doğrusu sultanlar diyelim artık- melikler için hep kullanıldığını biliyoruz.

Bütün bu etki aslında İslam siyasal tarihinde ve İslam siyasal düşüncesinde ve peygamberler geleneğinde olmayan bir şeyin süreç içerisinde, Bizans ve Pers devlet geleneğinin İslam ve halifelik üzerinden nasıl oluştuğunu, teşekkül ettiğini biliyoruz. Bu konuda çok ciddi araştırmalar var, okuyabilirsiniz.

Kullandığımız birçok terim Pers ve Sasanilerden

Yani İslam siyasal devlet geleneğinde, siyaset geleneğinde, Pers ve Sasani devlet yönetim anlayışı, kurumlar ve kavramlar olarak, padişah kavramından tutun da bugün birçok dini terimlerimize kadar dilimize girmiştir. Çünkü Emeviler dönemi biliyorsunuz daha çok fetihlerle birlikte çok değişik kültürler, çok değişik medeniyetler, çok değişik anlayışlar, çok değişik inançlarla karşılaştığında bunlarla hem etkileşime girdi, hem bunlardan etkilendi. Abbasilerde bu çok daha yüksek, çünkü Abbasi hilafetini kuran aslında Horasan içerisinden gelen belli güçlerdir ve kendisini Peygamber’in amcası İbn-i Abbas’tan geldiğini iddia ederek Ebü’l-Abbas Seffah diye -ki seffah kavramı da kan dökücü vesaire falan anlamında- bunun ciddi bir etkisinin olduğunu görmek gerektiğini düşünüyorum.

Mesela başka bir örnek: Muaviye, iktidarını Şam’da ilan ettiğinde Halife olarak kendisini ilan etti Hazreti Ali’nin ölümüyle birlikte, Hasan da o iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra Muaviye’nin taktikleri sonucunda. Belli anlaşmalar var -gerçi anlaşmalarına uymadı ama- Medine Mescidine geldiğinde yaptığı bir konuşma var; benim sizin başınızda olmam benim isteğim değildi, ben buna icbar edildim, ben Allah’ın isteğini yerine getirmekten başka bir şey yapmıyorum. Ben Allah’ın sizin üzerinizde lütfuyum. Ben buna zorlandım ve ben Allah’ın isteğini yapmaktan başka bir şey yapmadım tarzında, mealen, böyle bir konuşması var. Sadece kılıcımın etkisiyle sizin üzerinde değilim, benim sizin üzerinizde olmam Allah’ın isteğini yerine getirmemden ve buna zorlanmamdan başka bir şey değildi der. Buna icbar ideolojisi diyoruz.

İlahiyat ve Siyaset

Cebriye dediğimiz mezhebi ya da kelami vesaire görüş de buradan çıkar. Ve İslam’da mezhepsel, yani itikadi, ameli mezheplerin pek çoğunun ortaya çıkış nedeni de siyasaldır, siyasi mücadelelerin sonucudur. Yani ezeli ve ebedilik tartışması, ruhun ölümlü-ölümsüz olması, ne bileyim Kur’an mahluk mu değil mi meselesinin hepsinin arkası tamamen siyasaldır. Sonradan itikadi ve kelami ekollerin oluşmasına da sebep olmuştur.

Bunu ilahiyattaki hocalarımızla da tartıştığımızda bu perspektifin çok önemli olduğunu söylediler. Çünkü bizde şöyle bir şey var: İlahiyatçılar siyaseti bilimini bilmiyor, siyaset bilimciler de teoloji bilmiyor, her ikisinin kesişim noktası çok çok önemli. Biz bunu biraz daha ortaya çıkaran bir çalışma yapmaya çalışıyoruz.

Dolayısıyla bu etkiyi mesela Nasihat-ül-mülûk diye İbn-i Ebü’l Rebi’nin eserinde, Maverdi Ahkamus Sultaniye’sinde, Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde, Gazali’nin et-Tibru’l-Mesbûk fî Nasîhati’l-Mülûk -Yöneticilere Altın Öğütler diye Türkçeye çevrilen- şöyle bir anlayış vardır: Din temeldir ve korunması gereklidir. Dinin korunması için de güçlü bir bekçiye ihtiyaç vardır, o güçlü bekçi ise devlettir. Dolayısıyla tam buna benzer bir metin, bak İran etkisi, sütkardeşler, ikiz kardeşler, yani bu çok zor bir mesele telif etmek. Ama süreç içerisinde iktidarı güçle ya da inandırarak ya da buna mecbur olduğunu düşünerek, Tanrı’nın lütfu olarak kendini sunan ve Halife ya da Emir-ül Müminin’likten, sultanlık ve mülk ve saltanat yönetimine geçilen Emevi, Abbasilerde kendilerini halife sultanlar hep bir şekilde dinin koruyucusu ve Tanrı’nın gölgesi, Allah’ın yeryüzündeki tecellisi olarak sunarak onun karşısında iyi, doğru, adalet, hakkaniyet, işte tarif olma, statüko…

Muhalefet niye var, peygamberler neden muhalefet ettiler?

Statüko, çünkü insanın bulunmuş olduğu her yerde mutlaka insanın doğası gereği iyiye de mütemayil, kötüye de mütemayil, tahrifat olacak. İnsanı, biz mesela bunu kutsal metinlerde de görürüz, siyasetin bizzat içinde de görürüz, bencildir, acelecidir, zalimdir, cahildir vesaire vesaire. Dolayısıyla buna yönelik doğurgan, üretken, iyi, doğru, hakkaniyet, adalet adına muhalefet meselesi çok doğurgan ve üretici bir şeydir, ama çok negatif içerime sahip olmuştur. Çünkü devlet ve iktidarı elde tutanlar kendilerini Allah adına yönettiklerini ve onun karşısında ortaya çıkan keyfi yönetime, zulüm, fısk-u fücur vesaireye karşıya ortaya çıkaracak her türlü toplumsal, siyasal, bireysel görüş ve anlayışları neyle suçladılar? Fitne çıkarmakla suçladılar. Neyle suçladılar? Bozgunculuk yapmakla suçladılar. Neyle suçladılar? Allah’ın emirlerine karşı gelmekle suçladılar. Neyle suçladılar? Hizbuşşeytan olarak suçladılar. Yani bugün günümüzdeki tarihsel o kodların, siyasal kodların günümüze yansımalarını hep görüyoruz.

Dolayısıyla iktidar meselesinin ve siyaset meselesinin bizde kutsallıktan ve itikadi bir mesele olmaktan… evet, bunun ahlak, adalet, ortaklaşa karar almak vesaire gibi çok genel ve temel amaçsal ögelerinin dışında, ayrıntılı bir şekilde devletle ilgili ve yönetimle ilgili kaideleri bulamayız biz.  Peygamber bile kendisinden sonra, Allah’ın Resulü bilmiyor muydu, bir yönetici tayin edemez miydi? O da bizler için hep sünnet olamaz mıydı, bir kural olamaz mıydı? Bunun olmadığını biliyoruz. Hatta bizatihi Peygamberimizin hasta yatağında Kırtas Hadisesini okuyun, el-Milel ve’n-Nihal’den okuyun, Taberi’den okuyun, şaşırırsınız kalırsınız, şok olmamak mümkün değil, ayrıntılara girmek istemiyorum. Bilemez miydi?

Yine Kur’an’da, genel temel çok amaçsal, biz de okuduğumuzda görüyoruz, şûra, adalet vesaire, ama onun dışında yönetime hakim olan ilkeler, yöneticinin nasıl seçileceği, yönetimin ve seçenlerin, seçim nasıl olacak vesaire ile ilgili, iktidar meselesiyle ilgili ve onun uygulaması siyaset ve yönetimle ilgili çok ayrıntılı bir şey göremezsiniz. Belli amaçsal, genel ahlaki, yani adalet vesaireyle ilgili ilkeler var. O bir esin kaynağı, o olacak. Ama bunun dışında tamamen aslında; tırnak içerisinde söylüyorum, yine yanlış anlaşılmaktan da hep endişe ediyorum, çünkü bazı şeyleri kullanınca epeyi bir sapkınlıkla suçlanma ihtimalimiz yüksek oluyor, bu iş dünyevi bir iş. Peygambere bile Allah diyor ki, onlarla diyor iş yap. Yani iş dediğimiz nedir? Ortaklaşa işlerdir, kamusal işlerdir, toplumun, ümmetin genelini ilgilendiren işlerdir, iş kavramı orada. Onlarla danış. Resmen emir, böyle bir durum. Bugün işte dünyevi akıl, bilgi ve tarihsel süreci bilmek ve toplumun gidişatını bilmek, süreci bilmekle ilgili.

İslam dünyasında siyasetle ilgili 4 tür eser var

Mesela İslam dünyasında siyasetle ilgili yazılan 4 tane eser biçimi vardır genel itibarıyla.

Birisi, hilafetle ilgili yazılan eserler. Hilafet tabi İslam siyasi yönetime dair bir metot ve ilke olarak sunulmuştur, ama bu İslam siyasi düşüncesindeki genel ve temel bir ilke değildir, dönemseldir, koşulsaldır, bağlamsaldır, o günkü ihtiyaçlara cevap veren bir şeyi vardır, ama hep yüzyıllardır hilafet üzerinden değil mi hep gidildi? Hilafetin kaynağı, dayanağı nedir? Halife olmak için neler gerekir, halife kim olacak? Halifeyi kim seçecek, halife seçecek kişilerde aranacak özellikler nasıl olacak? Vilayet yönetimi gibi daha çok idare hukukunu ilgilendirebilecek, yani yönetime hakim olması gereken ilkeleri ve bu çerçevede de daha pratiğe yönelik mesela Maverdi Ahkamus Sultaniye’si gibi en tipik örneği, İbn-i Ebü’l Rebi’de de var bu durum, bununla ilgili eserler. Bir anlamda İbn-i Mukaffa’nın eseri de bu babda değerlendirilebilir, çünkü o çok daha erkendir, yani Abbasilerin başı, 755-59’da yapıyor o kitabı, epeyi erken bir dönem.

Sonra ikinci tür eser, nasihatname geleneğidir, yani yöneticilere işte ahlak, adalet, iyi adına, Allah’ın ilkeleri vesaire adına, doğru, dürüst yönetim vesaire adına yöneticilere nasihatler, nasıl yönetmeleri gerektiğine ve nasıl yönetirlerse daha o toplum, o siyasal toplum, ümmet hem adalet üzere hükmedecekler ve daha çok siyasetnamelerde de adalet vurgusu çok yüksektir. Siyasetname geleneğini biliyoruz, yani nasihatnameler geleneği. Bu konuda Osmanlı’da da çok sayıda yüzlerce siyasetname geleneğini biliyoruz, yani Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi gibi.

Üçüncüsü tür eserler ise, İslam filozoflarının eserleridir ve daha çok antik Yunan Plato ve Aristoteles etkisi üzerinden İslam’la bunu telif etmeye çalışan daha ütopik, daha idealist ve daha felsefi içerime sahip ve daha çok o kralı ya da yöneticiyi ya da halifeyi -bizde halife- daha çok bilge, daha çok bilgiyle meczeden bir yönetim anlayışı, yani daha felsefi içerime sahip. Bu çok hakim bir gelenek olmadı, işte Farabi’nin Medinetü’l Fazıla’sı olabildiğinde çok idealist bir yönetim anlayışıyla ilgili bir şeydir ve Platon etkisi çok yüksektir.

Ha bu arada şunu söyleyeyim: İslam siyaset felsefesi geleneği daha çok aslında Platon’cu bir geleneğe hakimdir, İslam felsefesi ise daha çok Aristoteles’ci bir yönelime sahiptir. Yani İslam siyaset felsefesiyle İslam felsefesi anlamında söylüyorum, yani işin içine felsefe ve kelam girdiğindeki ekoller.

İşte sonraki süreçte de İbn-i Rüşd’ün yine Endülüs’teki siyasal tasavvuru da, yani o daha çok felsefi ve filozof bir çerçevede, Farabi etkisi çok yüksektir, o gelenek devam eder. Arkasından mesela Devvani’nin Ahlak-ı el-Celali eseri, Nasıreddin Tusi’nin Ahlak-ı Nasırı eseri, sonra Osmanlı’da Kınalızade Ahlak-ı Alai, aslında Farabi’yle gelen o İslam felsefesi vesaire geleneğindeki daha çok ahlak, ama tabi Aristoteles etkisi de çok yüksek, etik vesaire. Onun üzerinde mesela ahlak içerisinde hep değerlendirilir, pratiktir, çünkü siyaset pratik ilimdir ilimler sıralamasında ve burada da ahlakla, ahlakın içerisinde işte aile, toplum ve sonra yönetim vesaire anlamında 3’lü skala içerisinde ahlakın bir alt dalı vesaire gibi sunulur, bu gelenek böyle.

İbni Haldun’un etkisi

Ama çok ilginçtir ki, biz de aslında döneminin ve tek ürünü olabilecek etkisi -elbette çok yüksek etkilenmişler de olabilir tarihsel süreç içerisinde- bir tane etki vardır ki İbn-i Haldun. İbn-i Haldun konusu bizde, İslam siyasi düşüncesinde yeterince tarihsel süreç içerisinde araştırılan, bilinen değil, son yıllarda oldukça araştırılmaya çalışılan, daha çok sol kesimlerin, daha iktisadi içerimlerle ele almış olmaya çalıştığı ve son zamanlarda sadece ismi kullanılıp tabela çerçevesinde değerlendirilen İbn-i Haldun’un siyasetle ilgili tezleri daha sosyolojiktir. Toplumu okumak, tarihi okumak ve bu çerçevede bilgiyi, aklı da işin içine sokarak farklı bir siyasal tasavvuru vardır.

Mesela diğer eserlerin neredeyse -İbn-i Rüşd, Farabi vs. dışında, İslam filozoflarının dışında- neredeyse tamamında halife olmak için aranan şartlardan bir tanesi, kesinlikle halifenin Kureyş’ten olmasıdır. Ama İslam filozoflarında olmadığı gibi, İbn-i Haldun’da da halife Kureyş’ten olmak şartlardan biri sunulmaz. Tarihsel dönemlerin gereği asabiyesi yüksek olduğu için diye bir analiz vesaire yapmak üzerinden girer.

Şimdi “halife Kureyş’ten” meselesini biz biliyoruz ki hadis literatürüne de net olarak girmiştir, siyasal hadisler diye nitelendirilebilecek şeydir bu literatür. Dolayısıyla uzatmıyorum, bitiriyorum, bizim bugün günümüze de yansıyacak şekilde, İslam siyaset düşüncesinde iktidar meselesinin daha çok itikadi ve imani bir mesele olarak ele alınması tarihsel kökenlerinin olduğunu, antropolojik vesaire kökenlerinin olduğunu düşünüyorum. Çünkü o kişi devlete karşı gelebilecek her türlü eleştiri ya da iktidar ve muktedir sahipleri tarafından meselenin Tanrı’ya gelecekmiş gibi sunulması, bunun karşısında keyfi bir yönetim gösterse de, zulme sapsa da yöneticilere yine de sabır ve tahammülle itaat edilmesi gerektiği anlayışı Ehli sünnet anlayışında genel hakim kod değil midir?

Ha tabi, ihtilalci, devrimci bir muhalefet geleneği de doğru ve meşru görülen bir yol olmamıştır, yani süreç içerisinde o harici ve Şii gelenek daha çok devrimci ama başka bir tür muhalefet geleneği kurumsallaşamadı. Kısmen Mutezile, ama Mutezile de iktidarı geçirdiğinde yine kanlı bir şekilde muhalefeti bastırdığını da biliyoruz.

Şimdi bu sarkaç fark etmiyor, yani bizim muhalefetteyken eleştirdiklerimizin iktidara geldiğinde aynen onunla özdeşleşmek ve onunla eklemlenmek ve aynileşmenin aslında benim kanaatimce, bu iktidar meselesinin itikadi bir mesele olarak sunulmasının yattığını düşünmekteyim. Batının tarihsel sürecinde de bu mücadeleler oldu. Ama Batı modern siyaseti -kutsamak adına söylemeyelim ama- sonuçta siyaset ve iktidar meselesi hükmetmeyle ilgili bir şeyse, ilahiyat üzerinden meşruiyetten daha çok, artık hukuk ve toplum ve belli ilkeler çerçevesinde bir anlayışa falan geçti.

Mesela bizde niye adalet kavramı hukuki bir kavram değildir? Bizde adalet kavramı siyasal bir kavramdır bizim siyasal tarihimizde. Adaletnameler niye yayınlanır, niye yayınlanmıştır İslam tarihinde, Osmanlı’da çok hakimdir? Adalet kulesi niye vardır? Adaletle ilgili bir şeydir. Çünkü aslında yönetici yeryüzüne ait değildir, yönetici, nasıl ki gökte tek Tanrı varsa, yeryüzünde de tek bir onun adına yöneten, ama yeryüzüyle değil gökle bağı olan bir şey gibi sunulur. Şimdi bu her zaman sömürüye açık bir nokta olma potansiyelini taşır, çünkü birlik, düzen, kaos olmasın, beka vesaire adı altında, dirlik/düzen adı altında Tanrı’nın adeta eli oluyor…

Mesela şu da çok ilginçtir, hep sunarım, Cengiz Han ne diyor? Tanrı’nın ben cezasıyım, sizin eğer günahlarınız olmasaydı Tanrı beni sizin tarafınıza ceza olarak göndermezdi. Bizde de böyle bir anlayış vardır toplumsal anlayışta. Eğer biz bir baskı, zulüm falan altındaysak, acaba hangi günahlarımızın sonucundadır diye? Dolayısıyla yöneticiler de o günahlarımızın hesabını soracak gibi bir anlayışa evrildi. Buradan tabi muhalefet de çıkmaz, buradan tabi bir eleştiri de çıkmaz, çıkmayacağını düşünüyorum ve siyasal pratiğimizde bugünkü patolojik bir sorunla hep devam edip gidecektir diyerek sabrınız için çok çok teşekkür ediyorum, beni dinlediğiniz için sağ olasınız.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *