Tanzim Satış Sistemi ya da Serbest Ticaret

Tanzim Satış Sistemi ya da Serbest Ticaret

70’li yıllarda denenmiş olan Tanzim Satış Mağazaları, yeniden uygulamaya konuluyor. Ancak bu arada “kira, eleman, vergi, risk” yükünü sırtlanmış esnafı haksız rekabete zorlayıp hem itibarsızlaştırma hem de işine ‘el atmakta’ olunduğu düşünülüyor mu?

Tanzim Satış Sistemi ya da Serbest Ticaret

Bu tecrübeyi kaale almayan şimdiki iktidar, onca yıl sonra aynı yönteme başvurarak tanzim satış mağazaları açıp fiyatları artan temel gıda maddelerinde halka ucuz tedarik yapacağını düşünüyor.

Bu arada “kira, eleman, vergi, risk” yükünü sırtlanmış esnafı haksız rekabete zorlayıp hem itibarsızlaştırma hem de işine ‘el atmakta’ olduğunu düşünemiyor. Ne diyelim!

Bir şey diyelim elbet: Dünya kurulalı beri ticaret hep serbestti. Her ülkede, her toplumda serbest oldu. Teknoloji dahi hep ortaktı. Öylesine ki hangisi üretimi ve ticareti baskı altında tutmaya ve zorlaştırmaya kalktıysa, onun siyasi ömrü kısaldı..

Ta ki,

2: “Kapitalist” serbest ticari sistem denen vurgun ve soygun düzeni icat olana, ulus devletlerin bu sistemi koruyup desteklemesine ve sermayenin tekelleşip kurumlaşmasına kadar.

Bunu anlamak için çok veriye ihtiyaç yok, tek başına ülkelerdeki ulusal gelir dağılımına bakmak kafidir. Her ülkedeki “kaymak tabakanın” nüfusun %5’ini oluşturduğunu hatırlatmak yeterlidir..

Bu sistemde hammadde dahil üretimden tüketiciye kadar uzanan süreçte her aşamanın, teknolojiden markalaşmaya kadar her ürünün tekelleşmesi söz konusudur..

Üretim sürecinde gerekli hammadde, doğal kaynaklar, teknoloji, emek, sermaye, girişimci vs her şeyin toplamı demek olan sermaye, bu sistemde finans tarafı, markalaşma ve pazar tekeli dahil her alanda ve süreçte tekelleşti. Kurumlaştı. Yasallaştı.

O kadar ki teşvikleri, vergi muafiyetlerini, tahsisleri almak ve dahi krizlerde kurtarılma dahil her konuda özel bir statüye kavuştu..

3: Ne demeli? Şayet siyasetin finansmanında bu tekellere muhtaç ve mahkum kalmadıysanız,

Halkın yükünü omuzlamış çiftçi, nakliyeci, halci ve esnafla uğraşmayın. Bunları itibarsızlaştırıp rekabet edemez hale getirmeyin. İthalatla terbiye edip işinden soğutmayın.

Onun yerine devletlerin en temel varoluş sebeblerinden ‘düzenleyici’ olma unsuruna geri dönün. 2015 yılında Merkez Bankasının hazırladığı raporda belirttiği ‘tekelleşip rekabeti bozan marketing’ sistemine el atın..

Bu arada akaryakıtta rafineriden çıkış fiyatıyla pompaya yansıyan fiyat arasındaki yüksek vergi farkını gözden geçirmeyi de ihmal etmeyin; bazen halkta denetleyici olma vasfını hatırlar!

1995 Yılıydı

Almanya ziyaretindeydim. Japon bir otomobil markası Alman otomobillerinin sunduğu teknolojiyi ve kullanım rahatlığını sağlayan aracı, onların yarı fiyatından da aşağı rakama ve de uzun vadeli taksitlere yaymış olarak Almanya pazarına sunmuştu. Yaptığı kampanya ve tanıtım başarılı olmuş, her şehirden bir hayli ilgi görüp çok fazla satış adetine ulaşmıştı.

Hani Almanların (zor kazandığı için olsa gerek) parayı çok sevdiği söylenir ya, onların Japon markası otomobil için kuyruğa girdiği söyleniyordu.

Tüketiciden gördüğü ilgi rahatsız etmiş olmalı ki Alman sanayi ve ticaret bakanı TV’ye çıkıp konuşma yapmak zorunda kalmıştı. Bakan, şu veciz sözleriyle konuşup kampanyayı bitirecekti (mealen);

“Alman devleti, Alman otomobillerini üretip satarak ülkesine yararı olan fabrikaların yurttaşlarına iş imkanı sağladığını, işsizlere sosyal yardım ve işsizlik desteği verdiğini, ülkede yaşam standardını koruduğunu” söyledi. Ardından ilave etti:

“Japon otomobili almanıza elbette karşı çıkamam fakat bundan sonra Japon otomobili alan yurttaşlarımızın iş müracaatı için ve işsiz kaldığında sosyal yardım ve işsizlik desteği için Japon devletine müracaat etmelerini beklerim!.”

Bu konuşma sonrası bırakın o ilgiyi, o markayı almak için müracaat edenler alım sözleşmesini iptal kuyruğuna gireceklerdi..

Kıssadan hisse mi? Türkiye’de tarım ürünlerinde, bahçe mamüllerinde ve hayvancılıkta çiftçiyi ithalatla terbiye etmeye kalkanlar dolayısıyla anladınız siz onu!

Milyonlarca üreticiyi bir kaç ithalatçıya yahut marketçiye tercih etmenin sonucu mu; temel gıda ürünlerinde yüksek enflasyon!

2003 Martı Irak İşgal ve İstila Zamanıydı

Amerika’nın Irak’a başlattığı haksız savaşa ve saldırıya karşı bu ülkenin kuyruğuna takılmış İngiltere’de büyük bir kampanya başlamış, savaş karşıtı milyonlarca insan sokaklara dökülüp hükümetlerini protesto ediyordu.

Protesto hareketlerinin ciddi boyuta ulaştığını, büyük kentlere yayıldığını, giderek ülkeyi kaosa sokacağını gören zamane Başbakan’ı sosyalist Tony Blair TV’ye çıkıp ulusuna şöyle seslendi (mealen);

“Amerika’nın eşliğinde başlatılan bu haksız savaşa katılmak konusundaki protestolarınızı anlıyorum. Bir sosyalist olarak ben de bu savaşa karşıyım. Fakat;

Şu an ülkemizin sahip olduğu yaşam standardını korumak için bu savaşa girmek zorunda kaldığımızı da sizin anlamanızı beklerim.

Şimdi bizim iki seçeceğimiz var; ya bu savaşa katılıp mevcut ekonomik standardımızı sürdüreceğiz ya da yoksullaşacağız.. Karar sizin..”

Ertesi sabahtan itibaren tüm protesto hareketleri bitti..

Bu hikayede biten başka bir şey daha vardı (aslında iki dünya savaşında da tecrübe edilmişti o biten şey); ulusal çıkarlar söz konusu oldu mu evrensel işçi sınıfı bilinci ve dayanışması, dolayısıyla sosyalist idealler..

Kıssadan hisse mi? Suriye savaşı başladığında bir iki hafta içinde Şam’da Emevi caminde Cuma namazı kılacağız diyenler dolayımından anladınız siz onu!

Peki burda biten neydi? Ulusal idealler ve hedefler merkezli konuşan liderlere ikna olanların ‘ulusüstü ümmet’ bilinci ve dayanışması olmasın!

huseyinalan.com

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *