Görünmez bir el bizi kontrol ediyor!

Görünmez bir el bizi kontrol ediyor!

Adam Smith’in meşhur görünmez el teorisi piyasa için kullanılıyordu. Modern toplumlarda, hayatın içindeki görünmez el ise bürokrasi olarak karşımıza çıkıyor…

Bünyamin Zeran

Adam Smith’in görünmez el teorisi meşhurdur. Piyasayı dengeleyen gizli bir güç vardır der. Modern toplumların içinde sadece iktisadi piyasayı düzenleyen bir el yok aynı zamanda sosyal ve kültürel hayatı da denetleyen ve dengeleyen gizli bir güçten bahsetmek mümkün. Modern toplumların en belirgin özelliği bürokrasi denilen şeyin yönetimde etkin olmasıdır. Max Weber’in tespit ettiği kadarıyla kişilerin değil kurumların konuşulduğu, isimlerin değil makamların yönettiği bir modern toplumda insanın özgürlüğünden bahsetmek mümkün müdür? Üstelik özgürlük üzerine bu kadar naraların atıldığı bir yüzyılda özgürlüğü bu denli kısıtlayan başka yönetimler olmuş mudur?

Modern toplum her ne kadar demokrasi, insan hakları, laiklik gibi bir takım argümanlarla toplumlara ve bireylere geniş bir özgürlük alanı sunduğunu iddia etse de bürokrasi mekanizmasıyla herkesi sıkı bir denetime altına alarak nefes almasını güçleştirir. Kamuya açık alanlara kamera konulması, AVM ve cadde dükkanların güvenlik kameraları ile denetlenmesi, internet ve cep telefonları üzerinden bireylerin ve kurumların gözetim altında tutulması ve bireyin yatak odasına kadar gözetleme yaparak mahremiyetin ihlali modern toplumun eseridir. Tüm bunlar yapılırken dahi toplumun yararı gözetilerek yapıldığı iddia edilir. Oysa toplumları suça teşvik edecek, sapkınlığa teşvik edecek her türlü oluşumun da önü açılır. Yasalar toplumsal ahlakı bozan kişi ya da kurumları genelde okşayıcı nitelikte olduğu için suç işlemek önemsiz bir hal alır. Bunun ispatı bu kadar denetime rağmen suçların tüm cinslerinde fahiş bir artışın kayıtlara geçmesidir. Öyleyse toplumu ve bireyi suçtan alıkoyacak şey sıkı denetimden daha çok başka şeylerdir. İşte tam burada liberalizm yahut kapitalizm diyelim devreye girer. Çünkü kapitalizm yalnızca piyasayı ekonomik açıdan dengelemek için yoktur. Aksine o piyasanın kapitalist kurallar içinde işleyebilmesi için sosyal ve kültürel alanın da bu minvalde düzenlenmesini şart koşar. Demokrasi ve laiklik dediğimiz olgu tam burada bireyin ve toplumların kalbine bıçak gibi sokulur.

Doğu dinlerine veya İslam’a baktığımızda tüketimin israf boyutuna ulaşmasına kötü gözle bakar oysa kapitalizm sınırsız tüketimden beslenerek kendini ihya eder. Her şeyi doyumsuzca tüketen insan yaratılmalıdır ki onun hazlarından yeni bir piyasa oluşturmak mümkün olsun. Mesela cinsellik konusunda doyumsuzluk oluşturulmalıdır ki bireylerin cinsel hazlarından faydalanarak yeni bir sinema sektörü, erotik ürünlerin pazarlandığı geniş alanlar ve fuhşun yaygınlaştırılarak insan bedeninin dahi satılabildiği ve karı yüksek bir sektör ayakta tutulabilsin. İslam buna fuhşiyat der ve önünü kapatır. Demokratik bir toplumda fuhşun önünü kapatmak için yapılan her türlü davranış birey özgürlüğüne müdahale olarak algılanır ve bunu yapanlar hakkında yasal işlem yapılır. Son dönemlerde okullara kadar giren cinsiyet ayrımcılığına karşı geliştirilen müfredat buna örnektir. Demokratik düzen burada yalnızca şuna dikkat eder yaptığınız ne menem şey olursa olsun modern devletin denetimine tabi olmalıdır yani merdiven altı çalışmak yasak der. Çünkü vergi alarak ondan payını ister.

Tüketimde doyumsuzluk arzular. Çünkü insan tükettikçe yeni mamuller devreye girer. Tüketimde aslolan tüketilen ürünün işlevinden ziyade tüketilen ürünün kişiye sağladığı prestijdir. O vakit ürünün modeli, rengi, boyutu ve markası devreye girer. İnsanın toplumda prestijini sürekli artıracak ürünler her yıl hatta her ay yeniden üretilerek kısa süre önce üretilen ve işe yaramasına rağmen her ürün çöp olur. Doğa katlolmuş, çöp yığınları çoğalmış kimsenin umurunda olan bir şey değildir. İnsanın prestij kaygısından dolayı daha fazla çalışması gerekerek daha fazla mesailer yüzünden köleleşmiş, insanın ailesine harcayacağı süre azaldığı için aileler mutsuz ve umutsuz olarak parçalanmış kimsenin umurunda değildir. Çünkü aslolan prestijli bir yaşamdır ki bunu da sağlayan tek şey herkesin senin üzerinde gördüğü metadan başka bir şey değildir. Ahlak, maneviyat artık geçmişin tozlu sayfalarında kalan bir anıdan ibarettir. İslam insanın kıymetini belirleyen şeyin metalar olmadığını, salih ameller olduğunu anlatmaya başladığında yine demokrasinin gazabına uğrarsınız. Çünkü kapitalizmi ayakta tutacak olan sınırsız tüketim anlayışını yok ediyorsunuzdur. En azla yetinen bir topluma bir şey satamazsınız, pazarlayamazsınız. Çünkü insanın kıymetini takvalı oluşunda arar. Takva dediğimiz şey kişinin her alanda Allah’ı hayatın merkezine koyarak adım atması demektir. Piyasaya bağlı olmayan direk Allah’a bağlı olan bir kul prestijini de Allah’ın katında arayacaktır. Hal böyle olunca da bunca üretilen mallar alıcısından yoksun olacaktır.

Demokratik yönetimler bireyin eğitimini asla özel kurumlara, derneklere, vakıflara ve gönüllü birtakım kişi ve kuruluşlara vermez. Ancak bir şartla verir ki o da müfredatını ve içeriğini kendi belirleyeceği bir eğitim olması şartıyla… Neden böyle yapar? Çünkü kapitalist düzeni inşa edecek bir yol haritasından saptıracak her türlü eğitime karşı olmak zorundadır. Burada laiklik ilkesi devreye girer. Herkes her dine inanabilir ancak piyasaya olumsuz müdahalede bulunabilecek bir din bunun dışındadır. Dolayısıyla dini kurumlar mercek altına alınır ve hepsinin piyasa dinine iman etmesi salık koşulur. Eğer ki kişi ya da kişiler veyahut kurumlar İslam örneğinde olduğu gibi Allah’ın halis dinini anlatmaya kalkacak olursa bu durum piyasayı bozacağından din özgürlüğünün ihlali, halkı kin ve öfkeye teşvik suçlamasıyla kontrol altına alınmaya çalışılır. Ama hiçbir zaman piyasa dininden bahsedilmez vurgu hep tek yeri işaret eder. O da din, vicdan özgürlüğü ve bireysel özgürlüklerin ihlali! Ama bu perdenin arkasında yatan şey ise kapitalist baronların kazançlarının korunması yatar. Bunu koruyacak en etkili mekanizma ise modern toplumlarda bürokrasidir.

Bürokrasi öyle enteresan bir olgudur ki muhatap bulamazsınız karşınızda. Herkes devleti işaret eder ama devlet soyut bir canavar (Leviathan) olarak karşınızda durur. Ahlaki ve dini duygularınızla alakalı olarak yürürlükte olan bir yasadan şikayet edecek olsanız o yasa ile ilgili şikayet ettiğiniz birimdeki insanların çoğu da sizin gibi şikayetçidir o konuda. Dini hassasiyetinizden dolayı iyiliği emr ve kötülükten sakındırmak üzere bir kuruluş oluştursanız ya da kişisel davet yapsanız bu durumda piyasa dinine hakaretten ve kontrol dışına çıkmak suretiyle uyarılabilir yahut cezalandırılabilirsiniz. Sizi sorguya çekenler de, denetlemeye gelenler de hassasiyet sahibi insanlardır. Aslında çoğunluk olarak herkes dindardır! Ama yasalar din dışıdır. Bu durum nasıl olur diye sorsanız mevzuatlar, yönetmelikler ve yasalar devreye girer. Peki bu kadar insanın dindar olduğunu iddia ettiği bir toplulukta yasalar niçin dindar değildir? Herkes yasaları, yasaları yapanlar dünya gerçeklerini, gelişen piyasaları, büyüyen ekonomileri gerekçe göstererek bu devranı yürütme derdine düşerler. İsmet Özel’in tabiriyle “alışılmışın ortalamasını tutturarak yaşarlar”. Foucault buna normalleşmek diyor. Herkes normalleşene kadar piyasada soyut bir canavar üzerimize abanır durur. Sahi sizce de piyasada bizi kontrol eden, denetleyen, dengeleyen, normalleştiren bir güç yok mu?!!!

Venhar Haber

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *