Mustafa Öztürk’ten savunma

Mustafa Öztürk’ten savunma

Tarihselci görüşleri nedeniyle son günlerde ismi sürekli gündemde olan Mustafa Öztürk, Resullah’tan sonraki dönemde müslümanların birbiri ile din üzerinden hesaplaştığını, din baltasıyla birbirini budamaya çalıştığını savundu. 

Her görüş bir yorumdur!

Tarih boyunca devam eden tartışmalar neticesinde müslümanın müslümana din anlatması gibi bir gelenek oluştuğunu, burada kritik hususun “dinin ne maksatla ve nasıl anlatıldığı” konusu olduğunu ileri süren Mustafa Öztürk, Karar gazetesinde dün yayınlanan yazısında, ‘Dinî alandaki her görüşün en nihayet tarihî tecrübe içinde ortaya çıkıp kendine az veya çok taraftar bulmuş bir yorumdan ibaret’ olduğunu savundu.

Bugün birçok dinî grup ve cemaat kendi din anlayışını pazarlamakta olduğunu belirten Öztürk, bunu yaparken de başka gruplar veya dinî alanda ismi az çok ön plana çıkan şahısların saf dışı bırakılmaya çalışıldığını söyledi.

Hangi görüşün esas olması gerektiği noktasında bir görüş belirtmeyen Öztürk, “Belli ki din alanında kendini konuşmaya yetkili gören pek çok kimse kendi inandığına Allah’ın da inandığını zannetmekte, bu yüzden de Allah’ın sözcüsü gibi konuşmaya kendini ehil görmektedir.” diye yazdı.

Mustafa Öztürk, “Din anlatmak mı yoksa…” başlıklı yazısında şu değerlendirmede bulundu:

Tevhid inancına dayalı İslam dini Mekkî surelerde müşriklere, Medenî surelerde ise hem müşriklere hem de Yahudiler ve Hıristiyanlara anlatılır. Bu arada müslümanlara da ne zaman ve nasıl davranmaları gerektiği yönünde emirler ve yasaklar aktarılır. Fakat sonuçta Kur’an’ın tek Allah’a iman mesajı öncelikle topyekûn Ehl-i küfre yöneliktir. Ne var ki Ümmet-i Muhammed’in nüzul döneminden sonraki tarihsel tecrübesine bakıldığında, özellikle sahabe devrindeki iç çatışmalar ve savaşlardan sonra İslam dininin Ehl-i küfürden ziyade, Ehl-i imana anlatılmaya başlandığı fark edilir. Hatta bu tecrübede dinin anlatılmasından ziyade müslümanların fırkalar ve mezhepler hâlinde birbirleriyle din üzerinden hesaplaşması ve her bir fırkanın diğerini din baltasıyla budamaya çalışması gibi bir duruma şahitlik edilir.

***

Daha ilk hicrî asırda vuku bulan Cemel, Sıffîn, Kerbela, Harre gibi çok trajik vakalarla birlikte İslam dinine müslüman kanı bulaşmıştır. Hz. Peygamber vefat eder etmez başlayan hilafet tartışması ise 15 asırdır son bulmayan ve bilhassa Ehl-i Sünnet ile Şia arasında adeta kan davası mantığıyla polemik konusu yapılan bir derin kriz olarak tarihteki yerini almıştır. Öte yandan, Kelam ilmi başlangıçta İslam dinindeki temel inanç ilkelerini başka din ve kültürlere karşı savunmak gibi bir amaca hizmet ederken, sahabe devrinde patlak veren kavgalar, nizalar ve kanlı çatışmaların zaman içerisinde ortaya çıkardığı mürtekib-i kebire, iman-küfür sınırı ve tekfir gibi meselelerle birlikte İslâmî fırkalar arasında ardı arkası kesilmeyen bir polemik edebiyatı hâlini almıştır. Böylece müslümanın müslümana din anlatması veya belli bir mezhebî görüşü kendi dindaşına dayatması gibi bir gelenek oluşmuştur.

Kur’an ve Sünnet açısından bakıldığında müslümanın müslümana din anlatması bir bakıma zorunludur. Ancak burada kritik husus, dinin ne maksatla ve nasıl anlatıldığı konusudur. Asr suresinde müslümanların birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ettikleri vurgulanır. Âl-i İmrân 3/159. ayette ise Hz. Peygamber’in kendi çevresindeki müminlere kaba ve katı kalpli değil, yumuşak ve sevecen davrandığı anlatılır. Kur’an’da müminlerin uhdesine tevdi edilen emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker vazifesi herhalde böyle uygulanır. Fakat günümüzdeki tebliğ diline bakıldığında söz konusu dinî vazife adeta emir bi’l-münker ve nehiy ani’l-ma’ruf şekline büründürülmüş tarzdadır. Zira bugünkü dinî gruplar arasında kavga, gürültü, tezvirat had safhadadır. Herkes birbirine had bildirme ve muhalifini bertaraf etme arzusundadır. Bir kişinin dinî görüş ve düşünceleri belli bir grup tarafından tasvip edilmediğinde, söz konusu kişi için beddua ve lanet seanslarına başlanmaktadır. Ardından siyasi ve idari merciilere şikâyetler yağdırarak görevden el çektirme gibi alçakça yollara başvurulmaktadır. Üstelik bütün bunlar gözünü sevdiğim cemaatçi mankurt müslümanlığı adına yapılmaktadır.

Evet, bugün birçok dinî grup ve cemaat kendi din anlayışını pazarlamakta, bunu yaparken de başka gruplar veya dinî alanda ismi az çok ön plana çıkan şahısları saf dışı bırakmaya çalışmaktadır. Bu durum dinin birtakım cemaatler nezdinde basbayağı bir sektör ve rant kaynağı olarak algılandığı yönünde bir izlenim uyandırmaktadır. Belli bir dinî görüş ve anlayışın pazarlanması ve dayatılmasında kimi zaman tekfir etmek, kimi zaman tehdit etmek, kimi zaman da açıkça hedef göstermek suretiyle muhalif çevrelere saldırılması, din alanında nefret lobilerinin oluştuğunu ve bu alanın aynı zamanda kriminolojik bir boyut kazandığını ortaya koymaktadır. Bütün bunların yanında din içerikli söylemlerin çok kere kişiler üzerinden gayet sakil bir dedikodu kültürüne dönüştüğüne tanık olunmaktadır. Kendi payıma düştüğü kadarıyla şunu açıkça belirtmem gerekir ki sosyal medya mecralarında en sakil, galiz ve pis ifadelerin özellikle kendilerini Ehl-i Sünnet müdafileri olarak tanıtan tiplere ait olması, içinde bulunduğumuz durumun vahameti hakkında yeterli bir kanaat oluşturmaktadır. Bundan daha vahim olan durum ise akademik camiadan da az çok bir zümrenin söz konusu türden paylaşımlara alkış tutmasıdır.

Dinî alandaki her görüş en nihayet tarihî tecrübe içinde ortaya çıkıp kendine az veya çok taraftar bulmuş bir yorumdan ibarettir. Belli bir görüş ve yorumun tek hakikat gibi savunulması ve bu görüşe katılmayanların sapkın sayılması herhalde bir kişinin kendine mahsus dinî kanaatine Allah’ın da iştirak ettiği vehminden kaynaklanıyor olsa gerektir. Belli ki din alanında kendini konuşmaya yetkili gören pek çok kimse kendi inandığına Allah’ın da inandığını zannetmekte, bu yüzden de Allah’ın sözcüsü gibi konuşmaya kendini ehil görmektedir. Hâlbuki gerçekte herkes ya kendi kanaatini ya da gelenekten tevarüs ettiği belli bir mezhebî görüşü dillendirmekte ve fakat ne yazık ki bunu mutlak dinî hakikatle özdeş addetmektedir. Dinî bir meselede, “Bizim sahih ve sağlıklı gördüğümüz anlayış budur; naslardan anlayabildiğimiz kadarıyla meselenin aslı şudur” demek yerine, “Hak ve hakikat olan yegâne görüş budur; bunun dışındaki her görüş ve anlayış bâtıldır” şeklinde totaliter ve faşizan bir dil kullanmak, baskı ve tehdit yoluyla belli bir dinî yorumu dayatmak ve aynı zamanda cemaat inzibatlığı yapmaktan başka bir şey değildir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Ali Bal
    23 Aralık 2018, 13:36

    Öncelikle düşüncesini ifade eden ve düşüncelerinde kimseyi kimseye karşı kışkırtan bir veya imada bulunmayan insanların düşüncelerinden dolayı lince tabi tutulmaları kabul edilemez.Sayın yazara ga gelince ben sadece onu değil,onunla birlikte iş bu noktaya gelinceye kadar sessiz kalanları da eleştiriyorum.M.Öztürk videolarının birisinde peygamberin (mealen söylüyorum) vildanul muhalledun meselesinde Mekke eşrafını memnun edecek şekilde Kur’an metinleri üzerinde tasarrufta bulunduğunu idda ediyor.Dahası,sadece M.Öztürk değil,Ankara Okulu olur veya başkaları olur.Kur’an’ın Allah tarafından indirilme olmayıp peygamberin kendi tasarrufu sonucu vücuda gelen bir metin olduğu anlamına gelecek bir akım ilahiyat çevrelerinde tartışılır duruma gelmiştir.İlahiyat sempozyumlarında bu tartışmaların masaya yatırlıması gerekiyor.

    REPLY