Mustafa Bozacı: 480

Mustafa Bozacı: 480

Biz bize düşenleri hakkıyla, hakkını vererek yapalım, Hakk’a teslimiyetimizi olabildiğince açıklık ve örneklikle ifa edip, hakkı temsiliyetimizi alabildiğince serahatle gerçekleştirelim, asıl mesele bu…

480

Mustafa Bozacı

480, bir sonra 481. ‘Bu da nedir?’ derseniz; acele etmeyin, durun, düşünün, tahmin edin! Cifr, ebced değil, bu kesin. Bir şifre, sübliminal mesaj da değil! Şu an tahminlerinizi almak, duymak isterdim gerçekten. ‘Ne alaka’ diyenlerinizi, ‘amaç ne’ diyenleri de…

Neyse fazla meraklandırmadan amacımıza, başlığımıza gelelim. Bu sayı, İktibas dergisinin son (aklınıza farklı bir anlam gelmesin, karşınızdaki en son baskı anlamında) sayısının ifadesi. Tam 480 sayıdır karşınızda bu dergimiz. Kamuoyunun dikkatlerine sunuluyor. 38. yıl… Dile kolay, bir ömür…

Kimler gelmiş geçmiş, kimlere ulaşmış, ne konular tefrika edilmiş, ne uyarılar-ikazlar yapılmış, nice bilgiler paylaşılmış, ne fedakârlıklar sergilenmiş, ne bedeller ödenmiş, ne engeller aşılmış, ne yaftalarla/yaftalamalarla, nice yakıştırmalarla uğraşılmış… Ne zemheriler, ne pastırma sıcakları ile karşılaşılmış… Takdire şayan olan odur ki asla geri adım atılmamış, taviz verilmemiş, rota değiştirilmemiş, hiçbir ilkemiz pazarlık konusu kılınmamış, maişet korkusu iddialarımızı örselememiştir. Bazen durduğumuz olmuştur. Sesimizin gerekli volümde çıkmadığı zamanlar da olmuştur. Bazen usul hatalarımız, organizasyonlarda eksikliklerimiz, iletişimde ve etkileşimde ihmal ve hatalarımız olmuştur. Lakin bunların yol kazaları bağlamında, kasıt içermeyen, iç sıkıntılardan olduğu aşikârdır. Açık olan bir husus da şudur ki; sözün doğrusunu, doğru bir şekilde, dosdoğru olarak/kalarak, olduğu gibi, eksiltme ve ekleme yapmadan söylemek ve olabildiğince örneklendirmek, ‘yapmadığımızı/yapamayacağımızı söylememek’ şiarımız olmuştur. Bu manada özgün ve özü gür bir fikriyatımızın ve duruşumuzun olduğunu söylemek ve iddia etmek abesle iştigal olmasa gerek! Bir abartı ve yersiz bir kuruntu hiç değildir. Hele zemherilerde farklı bir savruluş, pastırma sıcaklarında farklı bir kayış, patinaj ve yavşamanın (kurbağa meseli…) olduğu tüm zaman ve zeminler düşünüldüğünde…

‘Fikir vermek’ ise başlı başına önemsenmesi ve fakat elbette yetinilmemesi gereken bir haslettir. Bu ‘fikir alma’yı da içeren, aklı akla eklemeyi, istişareyi, danışmayı da ilzam eden bir durumdur. Yoksa salt kuru bir iddia ve teori peşinde koşmak değildir. Elbette bir fikriyat, ekol ‘düşünce ve metoddan’ oluşur. Düşünceyi(akideyi) koruma ve yayma da bu işin doğal uzantılarıdır. ‘Doğru davranışlar doğru düşüncelerden kaynaklanır’ ifadesi de bu camianın mottolarındandır. Kâle almak, özen göstermek, söyleyen kadar dinleyene ve ‘talibe’ de düşer. Talip olmayan, tercih beyanında bulunmayan ise muhatap olmakla birlikte ilk anda i’rab dışıdır. Siz bırakın 5, 10 sayıyı, uyarıyı, 480 kez de sunsanız, 4480 kez de yineleseniz yine fayda vermeyecektir, ilgi duymayana, kulak kabartmayana. ‘Ettekrarü ahsen..’ mucibince biz de farklı konu ve gündemler babında ‘tevhid, adalet ve ahiret’ odaklı, hakikate muvafık olduğuna kanaat getirip inandığımız değerleri paylaşmaya, bu tarz yayın siyasetine devam ediyoruz. Alıcıların, algıların açık, frekansın ayarlanmış, çanağın yönü tutturulmuş olmalıdır ki ortak bir noktada buluşma, birleşme gerçekleşsin. Yine iğneyi kendimize yönelterek söylersek; bu arada sözü söyleyenin de durduğu yer, sözün içeriği ve rengi, biçimi ve şiddeti vs. etmenler meselenin en az yüzde ellilik kısmını oluşturmaktadır, sebep sonuç ilişkileri açısından. Lakin bu yarı oranlı kısım sözün hakkı verildiğinde, gerekleri gereğince ifa edildiğinde yüzde yüzlük bir değere ulaşır ve sahibini bağlamaktan, muhatabın tercihine ve neticede tastamam sorumluluğuna döner!

Bugüne değin bu sözün, fikriyatın ve ‘duruşun’ değmediği, temas etmediği bir kişi, kurum ve camia olmamış ve kalmamış desek yeridir. Takdir edilmek ise ayrı bir olgu… Şu da var ki bazen, bazı kişi ve camialardan ‘İktibas hala çıkıyor mu’ ifadesini duymak, bilmiyorum, ağlanılası mı, gülünesi mi bir durumdur! Bizim eksiklerimiz bize… Lakin bu ses ve sedayı duyup yanlışlığına da yol bulamamışken hala bir kenarda duran, başka mecralarda oyalanan, bir yerlerde keramet arayan, elimize el uzatmayan, sesimize ses katmayan nice muhatabımıza bilmem ki ne demeli! Bu sadece ev sahibinin üzerine bırakılabilecek bir kusur mudur? Sonra ‘Niye bir şeyler olmuyor, yapılmıyor’ demeye kimin hakkı olabilir/kalabilir? 

Bakınız bunca yıl, onca sayı… Elde avuçta ne var bakalım: İster alt alta, ister yan yana toplayın, sağdan, olmadı soldan sayın, ‘gönlü bizden, kılıçları başkalarından yana’ olanları hesaba katmadan ‘karakolda doğru söyleyip mahkemede şaşanları’, akışa kapılanları, popülizm, çoğulculuk sevdasına kananları, şartlara ve mazeretlere teslim olanları, kendini aşağısındaki(!)lere göre konumlandırıp, ‘Bu zamanda ve ortamlarda bu kadarı yeter!’ diyenleri bir kenara bırakırsak ve net bir sayı söylesek nasıl bir manzara çıkar ortaya? 

Bu arada meseleyi ‘nicelik’ duvarına toslatmadan, derginin kitleye ulaşmada, onlarla irtibatta, fikri toplumsallaştırmada başvurulan bir araç olarak gördüğümüze göre burada bir sorun olduğunu itiraf etmeliyiz. O da şu; bunca emeğe ve değere rağmen, hala ‘yan gider’ olarak, derginin fedakârlıklarla çıkartılıp masraflarını dahi çıkartamadan dağıtılması hassasiyetini de düşündüğümüzde hala bir avuç insana ulaştırılıyor olması (pdf hakikati değiştirmiyor) bir problem değil midir? Bunun dışsal faktörleri şimdilik bir bahsi diğer ve bizler her sayıda bunlara dair değinilerde, uyarılarda bulunmaya özen gösteriyoruz. Okuyucu kitlesinin artırılması –ki bu artış nicel olduğu kadar, hatta daha fazla niteliği de içermektedir- konusunda herkesin kendi çapında yapabilecekleri bir şeyler, sunabileceği katkılar yok mudur? Bu kitlenin illa da yüzde yüz aynı renkten olması da gerekmez. Merak edilen, beklenen, farklı kesimlerden ‘Bunlar ne demişler.’ diye bir cazibe oluşturan bir evsafta yayın yapmak elbette bizlerin de hedefidir. Lakin bu da bir süreç ve arz-talep meselesidir. Bizim kadar, muhatabın da ‘hazır bulunuşluk’ ve ‘çıta’ algısıyla yakından ilgilidir. Düşünününüz, mesela, böylesi ‘cins fikriyatın’ abonelerden ücret talebinde bulunmak durumunda kalması ortada başka cinsliklerin olduğuna işaret etmez mi? Bu nitelikte bir yayını olabildiğince niceliklere ulaştırmak da bir nitelik işidir. Çaba, gayret, adanma, fedakârlık ve cefakârlık gerektirir. Ve bu beklenti çok şey olmasa gerektir. Keza okuyucunun, talibin de talep ettiğinin ardında durması, sese ses vermesi, ele el katması, eleştirel bakışını koruyup varsa eksik ve yanlış olan ona da müdahil olması aynı nitelik gereği beklenen bir olgudur. Yoksa bizler “oldu-bitti, her şeyi ihata ediyoruz, bilgide ol’duk” demiyoruz; bir farkındalık, bir duruş/çıpa (ilkeler ve sabiteler üzerinde), nitel (birr ve takva uğrunda yardımlaşma ve yarışma) bir çıta, hakikati temsiliyette ve vukufiyette bir bilinç ve iddia, bir dert ve dava, başka bir açıdan düşünüş ve bakış, aslî kaynakla ve yan verilerle doğru irtibat peşindeyiz ve bunu salık veriyoruz. ‘Adımız Hıdır, elimizden gelen budur!’ da demiyoruz, elimizden geleni yapmaya, en iyi şekilde olmasına çabalıyoruz. Hatalarımızın, yanılgılarımızın, dahası ihmallerimizin olduğunu biliyoruz. Bunun için mazeretlere de sığınmıyor, ‘iç güveyisinden halliceyiz’ diyerek de yan gelip yatmıyoruz. Yolda olma, istikamet üzre kalma azmimizi sürdürüyoruz. Bu konuda her türlü destek ve öneriye de açık olduğumuzu da deklare ediyoruz.

Bakınız tekraren altını çizerek bir daha yineliyoruz: İnsanlara, İsrailoğullarının Musa’ya dedikleri gibi ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada bekliyoruz!’ demeleri misali ‘tüm sorumluluğu yükleyerek’ bir kenarda durmaları ve duruma göre renk ve konum almaları yakışık almadığını –genelin genel tavrında olduğu gibi- biliyoruz? Biz sorumluluğumuzu müdrikiz. Durduğumuz yerde duruyor (Bu arada ‘durmak’, ataleti, meskeneti değil, aksine ‘ilke ve sabiteleri’, zamana ve şartlara teslim olmamayı, dert ve davayı sürdürmeyi kapsamaktadır.); istikameti şaşırmadan, hedefe doğru, doğru araçlarla, sahih yol ve yöntemlerle yürüme azmimizi sürdürüyoruz. Dilimizin döndüğünce, gücümüzün yettiğince yolda kalmaya, yolculuğu açılan nitelikli çınırlar üzerinde devam ettirmeye çabalıyoruz. Eksiklerimiz bize ait, hatadan, kusurdan beri değiliz. Uyarıcılara ve uyarılara kulak veriyor, ciddiye alıyoruz. Bu tavrın sürdürülmesi gerektiğine de inanıyoruz. Lakin gel gör ki bu uyarı ve uyaranların çoğu, ‘kendi vicdanlarını rahatlatmak’, ‘günah savmak ve çıkarmak’, ‘açmazlarını gizlemek’ ve çoğunlukla ‘yadsımak ve hafife almak’ kabilinden olduğu da bir gerçektir. Daha da kötüsü ‘aşağıya çekmek’ kendi konumlarına indirgeyip, kendi hallerine düçar kılmak gibi müfsidane bir hal de içermektedir. Pişmiş aşa(!) su katmakla, ‘gölge etmekle’, ‘karşı tarafın ekmeğine yağ sürmekle’ itham ediliyor oluşumuz da bundandır. ‘Kral çıplak!’ denilmesi pek çok açıdan kimsenin işine gelmiyor! Kendi çıplaklıklarının fâş edilmesi sonucunu da doğuracağı için sözüm ona sanki savunmayı hücum hattında kurarak, uyanık kalmayı, uyanıklık yapmayı maharet sayıyorlar!

Neyse, biz bize düşenleri hakkıyla, hakkını vererek yapalım, Hakk’a teslimiyetimizi olabildiğince açıklık ve örneklikle ifa edip, hakkı temsiliyetimizi alabildiğince serahatle gerçekleştirelim, asıl mesele bu… Bu zaten bizim asli ve yadsınamaz sorumluluğumuzdur ki bundan hesaba çekileceğiz… Muhataplarımızla ilişkilerimiz de; ‘belki fayda verir’ amacıyla, hiç olmazsa ‘Rabbimize karşı bir mazeretimiz olur’ mucibince ihmal edemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz aynı sorumluluğun bir gereği ve uzantısıdır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *