Hatıralarım – 12. Bölüm

Hatıralarım – 12. Bölüm

Hayat ile kavgamız asıl şimdi mi başlıyordu! Şimdiye kadar önümüze çıkanları kabullenip onlarla yaşamaya çalışmıştık. Bu günlerde ise olacaklara, nerelerde nelerle karşılaşacaklarımıza cevap bulmaya çalışıyordum kafamda.

ADANA’YA GİDİŞ

Yıl 1969 ve Mart’ın altısı idi Adana’ya başlayan yolculuğun tarihi. Kışın ayazı soğuğu hız kesmeden sahiplenmişti kırsalın bu yöresini. Baharın gelişine inat hâlâ öcünü alamamıştı sanki buralardan Mart’ın acı soğuğu, hâlâ yakıyordu elleri yüzleri. 

İşte böyle bir günde uğurlamıştık Ercümend’i Adana’ya bir minibüse bindirip yol arkadaşlarıyla, jandarmalarıyla…

Yolcuyu uğurladıktan sonra hep birlikte kayınpederimin evine dönmüştük. Herkes sus pus olmuş oturuyordu. 

Birkaç gün kaldıktan sonra ben de toparlanıp İnegöl’e annemlerin yanına dönmüştüm. Artık ziyaret edemeyeceğimiz kadar uzaktaydı mahpusumuz. Mektuplarla haberleşiyorduk. 

Her olumsuzlukta bir güzellik bulmak Ercümend Özkan’ın huyuydu. Kendini buna motive etmişti. Adana’ya gittikten sonra yazdığı ilk mektupta, güneye doğru indikçe havanın nasıl bahara döndüğünü, ağaçların tomurcuklarını, ıslak toprağın çimlenmeye başlayışını, bu havayı içine çekip nasıl mutlu olduğunu anlatıyordu. Mektuplarıyla bile bizleri rahatlatmaya çalışıyordu. 

Ellerindeki kelepçelerle, yanında yöresindeki jandarmalara rağmen bu güzellikleri görebilmek, baharın kokusunu duyabilmek, insanın kendisini sadece iyiliğe ve güzelliğe adaması ile mümkün olabilir ancak diye düşünmeden edemiyor insan. 

Böyle bir mektuptan sonra siz gelin de negatif olun, mümkün mü! İşte Ercümend Özkan buydu. Sanırım birileri de ondaki bu pozitif enerjiden korkuyorlardı, çünkü asla pes etmiyordu.

Adana cezaevinde yattığı sürece bir kere ziyaret edebilmiştik. O ziyaretimizde de o kadar zora koşmuşlardı ki neredeyse eli boş dönecektik. Yarım saat bile değildi görüş süresi. Hapishanenin bahçesinde bizden istediklerini verip, hal hatır ettikten sonra oradan ayrılmıştık. Yanımda yine kardeşim Tandoğan ve Ömer vardı. 

İMROZ

Daha sonra İmroz yarı açık cezaevine nakledildiği haberini aldık. İyi hali görülen mahkumların kalan cezalarını yarı açık cezaevlerinde taamlamaları kuralı gereği Ercümend de bundan yararlandırılmıştı.

Gökçeada, İmroz adını oradaki bir tepede kurulmuş olan bir şehrin adından almıştı. Bu şehir o yıllarda yıkıntılardan ibaretti. Ada, Ege denizinin kuzeyinde, Rumlarla Türklerin birlikte yaşadıkları bir yerdi. Tarih boyunca el değiştirmiş durmuş burası. Lozan anlaşması ile de Türkiye sınırları içerisinde kalmış. Adadan bakıldığında Yunanistan’ın ışıklarını görebilirsiniz sis olmayan gecelerde. Zaman zaman öyle büyük dalgalar oluşur ki adanın etrafında böyle zamanlarda gemiler yanaşamaz iskelelere. Bu dalgaların boyu bazen iki metreyi bazen de daha yüksekleri buluyormuş.

Daha sonra adaya birlikte gittiğimizde buna ben de şahit olmuştum. Fırtınalarına, çırpınmayı seven denizine, sahile çarptıkça coşan yükselen hırçın dalgalarına rağmen ada çok güzeldi. 

Ercümend’in adaya götürülüşü, dalgaların coştuğu, alabildiğine yükseldiği bir güne rastlamıştı. İskeleye yanaşamayan gemiden yolcular kayıklarla adaya ulaştırılmıştı. Ercümend o gün yaşadıklarını, “Bindiğimiz kayık bir yükseliyor, bir dibe iniyordu. Bu dalganın yüksekliği ile kayığın dalga ile birlikte dibe vuruşu arasındaki mesafe inanılmaz gelmişti bana. Sanki üç dört metre gibiydi, belki de daha fazla” diye anlatmıştı.

Adadaki yarı-açık cezaevinde kalan mahkumlar bazı işlerde çalıştırılıyordu, Ercümend de “ne iş olursa zevkle yaptım, hiç yüksünmedim” diyordu. “Zeytin topladım, zeytin taşıdım…” Zeytinyağı çıkartılan fabrikada, yağ çıkartmada bile kendini sınadı. Çok da iyi sonuç aldığını, emeğinin boşa gitmediğini gururla anlatırdı. Eline aldığı her işi başarmakla övünürdü. Bunda da haklıydı. Ona göre Allah’ın rızasına ters olmayan her iş, her çaba, her damla alınteri saygıya değerdi. İş ne olursa olsun yeter ki dürüstçe ve Yaradan’ın rızası gözetilerek yapılsın.

Çalışma saatleri dışında deniz kenarında dolaşıyor, balık tutuyordu. Deniz pırıl pırıldı. O yıllarda kirlilikten nasibini henüz daha almamıştı doğa. Tuttuğu balıkların büyüklüklerini, çeşitlerini anlatır dururdu sırası geldikçe. Orada öğrendiği bir balık çorbası vardı. Bu çorbayı en ince teferruatına kadar biliyordu ama ne yazık ki malzemesini bulamadığı için aslına uygun bir biçimde yapamamıştı bir türlü. Balığın adını hatırlamıyorum şimdi, yalnızca balığın kafasındaki etlerden yapıldığına göre bu çorba, kafanın sahibinin de epey iri olması gerekirdi diye düşünüyorum. 

Ercümend, öyle böyle derken kalan tutukluluk günlerini de sona getirmiş, yıllardan 1970, aylardan Nisan’ın dördüncü günü evine ve sevdiklerine dönebileceği ana kavuşmuştu. Gökçeada’dan bir sürü acı tatlı anı kalmıştı elinde sadece. Anlatırken kimine güler kimine hüzünlenirdi. Çok sevdiği, kendine can yoldaşı bildiği kedi yavrusunun ölümüne üzülür, yediği fazla bal yüzünden soğuk suya atlamak zorunda kaldığını da gülerek anlatırdı:

“Çok güzel bir gündü. Oralara bahar erken gelir. Adada gezintiye çıkmıştım. Bütün adayı değil tabii ki, bize serbest olan yerleri geziyordum. O yörede balın da çok iyisi üretiliyordu, bunu biliyordum. Bal satan adanın yerlisi bir Rum köylüsü ile sohbete başladım. Elindeki kasnaktan tatmamı istedi. Ben kasnağı alıp içindeki balı yemeye başladım. Adam beni uyarıyordu dokunur diye. Bal çok güzeldi. İnatla yemeye devam ettim. Biraz sonra bal bitti ama vücuduma bir alev yürüdü sanki. Gittikçe de alevin sıcağı artıyor, arttıkça beni sarıyordu. Yanımdaki köylü hemen ilerdeki dereye girmem için beni uyardı. Başka yapacak bir şey yoktu. Hemen derenin derin yerine atladım. Soğuk su iyi gelmişti. Şayet suya atlamasaydım balın vücuduma yayılan ısısı beni ne hale getirirdi kim bilir!.. İnsan hiç bal terler mi demeyin sakın, daha sonra bal terledim birkaç gün” diye anlatır ve öyle içten gülerdi ki.

HER ŞEYE YENİDEN BAŞLAMAK

Ben ve çocuklar İnegöl’de idik bu sırada. Artık mahpushane sonrası diye adlandırıp gülümsediğimiz hayatımızın ikinci dönemi başlıyordu Ercümend’in aramıza dönmesiyle. 

Birkaç gün birlikte kaldıktan sonra bir meçhule doğru yola çıktık. Ankara’ya gidiyorduk ama ne ne olacağımız ne de ne yapacağımız belliydi. Cezamız henüz bitmemişti. İki yıl da Bingöl’de zorunlu ikamet edecektik. Edecektik de ne iş yapacak, ne yiyip ne içecektik, doğrusu ben epey endişeliydim. 

Hayat ile kavgamız asıl şimdi mi başlıyordu! Şimdiye kadar önümüze çıkanları kabullenip onlarla yaşamaya çalışmıştık. Bu günlerde ise olacaklara, nerelerde nelerle karşılaşacaklarımıza cevap bulmaya çalışıyordum kafamda. Ben kafama üşüşen bu soruların yarattığı karamsarlıktan sıyrılmaya çalışırken Ercümend sanki hiç sorun yokmuş da mutlu sona yaklaşıyormuş gibi davranıyordu. Doğrusu ondaki bu tevekkül haline hayran olmamak elde değildi. En karamsar, en zor zamanlarda bile insana güç veriyordu bu haliyle. Hayata bakışını değiştiriyordu yanındakinin, yöresindekinin. 

İşte bu şartlar altında İnegöl’den Ankara’ya geldik. Kayınbiraderim Ajans’ın başındaydı. Öyle sahiplenmişti ki işi, kimseyi orada görmek istemiyordu! Sahiplenmeye sahiplenmişti ama bir adım bile ileri gitmemişti hiçbir şey. Hâlâ Emek mahallesindeki o küçücük dükkanda hizmet veriyordu abonelere. Her şey o kadar bıraktığımız gibiydi ki komşu dükkanın sahibi, “Ercümend Bey raflardaki tozlar sizi tanıdı” diye espri yapmıştı. 

Ercümend de Ankara’da kalmanın yollarını arıyordu bu arada. Onun mahkemelerinde Ağır Ceza reisi olarak bulunan hakim emekli olmuş, avukatlığa başlamıştı. Nasıl olduysa ona ulaşmış bu konuda tavsiyeler almıştı. Dilekçesinde Ankara Hukuk’ta talebe olduğunu ve başında bulunması gereken bir işinin de Ankara’da bulunduğunu bildirmişti. Bu dileği kabul gördü, böylece gözaltı cezası süresince Başkent’teki bir karakola her gün saat beşe kadar imzaya gitti. Bu tam iki yıl sürdü. 

Kendisi bu günlerden bahsederken şöyle diyordu: “Evet 4 Nisan 1970’de Gökçeada cezaevinden çıktık. 32 ay fiilen hapis yattıktan sonra. İşte Ankara’da yeniden işimize başladık. Hizbu’t Tahrir ile alakamızı zaten hapse girdikten bir ay sonra, ta 1967’de bitirmiştik. Onun için, içerde iken kaldığım yerden değil, baştan başlamak üzere kendimi hazırladım. Bunun temasları ve hayata yeniden intibak etme gayretindeydim. Çünkü toplumdan 32 ay (4 ay da firarlığım var, yani 36 ay, tamı tamamına 3 yıl) süreyle kopuksunuz. Hayatın dışındasınız. Tabii, cezaevi başka bir dünyadır, başka bir dünyada yaşamaktır. Hatta Peygamberimiz (a.s.)’den bu konuda bir hadis rivayet edildiği söylenir, ‘Hapiste olan kimse, ‘Ben vallahi bu dünyada yaşamıyorum’ diye yemin etse, bu yemininden dolayı ona kefaret gerekmez.’ mealinde bir hadis. Gerçekten bu dünyadan farklı bir dünyadır, hapishane dünyası. Neyse hayata intibak için şuraya buraya gidiyoruz, eski tanıdıklarımıza gidiyoruz. Araya bunca fasıla girmiş, ürkeklikler var, korkular var. Ne iki satır mektup yazabilmiş, ne ziyaretlerimize gelebilmiş, hatta selam bile gönderememiş, kimisi uğrun uğrun, korka korka selam gönderebilmiş bu arkadaşlarla biz, o hareketli Ercümend olarak, yeniden eski bağları kurmak istiyoruz.”

Fikir düzeyinde bunlar yaşanırken, Özkan bir yandan da üç yıl aradan sonra kardeşine bıraktığı işini toparlamaya çalışıyordu. Gerçekten raflardaki tozlar onu tanımıştı. Tozlar yerinde duruyordu da istikrar ve düzen farklıydı. Hiçbir gelişme olmadığı gibi, bir durağanlaşma sürecine girmişti her şey. Gazetelerin diziliş sırasında bile sorun çıkıyordu iki kardeş arasında. Sonunda ayrılmaya karar verdiler. Özkan kardeşine işi tamamen kendisine bırakması karşılığında bir miktar ödeme teklif etti. O da kabul edip ayrıldı. 

Zaten kısa bir süre sonra da Tandoğan ile Erol abinin mahkemeleri de sonuçlanmış birer yıl ceza almışlardı. Kardeşim cezasını Bursa’nın Keles kazasındaki cezaevinde yatarak tamamladı. Kayınbirader Özkan ise Almanya yollarına düştü. Yaşanacaklardan kaçmak mümkün olmuyor demek ki, orada da yerin bin metre altında kömür ocaklarında çalışarak çilesini çekti. 

Ercümend, işini Emek mahallesindeki küçük dükkandan Ankara’nın o zamanlar iş merkezi olan Kızılay semtinde iki odalı bir yere taşıdı. Burası oldukça merkezi bir yerdeki Adil Han’daydı. İşyeri eşyalı olarak devralınmıştı. Ama o eşyalar bizim işe göre değildi. Çoğunu eve getirdik. İskandinav tarzı koltuklar, bakır avize, duvardan duvara, püsküllü, altı plastik yer döşemeleri. Bütün bunlara çok sevinmiştim, evimize yepyeni bir hava gelecekti. Ne yazık ki çok isli paslıydılar. Yıkaya yıkaya arıtamıyordum yer döşemelerini. Ama inatla direndim ve onları kullanılabilir hale getirdim. Hepsi bize çoktu bu kadar yaygının. Fazlalarını eşe dosta akrabaya vermiştik. 

Ben evimi hep sevdim. Evimin elimden geldiğince huzur veren bir mekan olması için de hep gayret sarf ettim. Ama asla gücümüzün üstünde şeylere göz dikmedim. Bunu daima, elimin altında bulabildiklerim ile yaptım. 

İnsana asıl huzur veren hayat tarzının da bu olduğuna inandım hep. Yani kanaatkar ve onurlu bir yaşam ancak insana huzur verir. Güzeli iyiyi beğenmek ayrı, ona sahip olmak için boyundan büyük güç harcamaya kalkmak ayrı bir şey. Bu bana ana nasihatı idi. Anacığım sık sık şu atasözünü tekrarlardı bize hayatın bu gerçeğini öğretmek için: “Kendinden yukarı bakıp fikretme, kendinden aşağı bakıp şükret.” Bu öğüt, insana tevazuu, kanaatkarlığı tavsiye ediyor. Asla durağanlığı ve tembelliği değil. Tembellik ne dinimizde ne de geleneğimizde var bizim. 

Diğer yandan, “Bir hırka, bir lokma” ile yaşama anlayışı da bizim inancımızı, daha doğrusu müslümanın inancını şekillendirmemeli. Allah inananların her konuda, güçlerinin yettiğince çalışmalarını emretmiyor mu?

İSTANBUL’A İLK ADIM

İşler açılmaya başlamış, hayatımız bir düzene girmişti. Ercümend hem işleri ile uğraşıyor, hem de inandığı doğruları ulaştırabileceği bir çevre oluşturmak için çabalıyordu. Bunu ve bunun gibi bazı hassas konuları onun kendi sözleriyle aktarmayı, bu dönemdeki çalışmalarını da onun anlatımıyla sunmayı daha uygun görüyorum:

“Derken İstanbul’a gittim bu arada. Orada bizim Mucur’lu, uzaktan da olsa akrabalığımız bulunan Mustafa hoca var. Sarıyer’de Çarşı Merkez Camii’nin imamı. Onun oğlu var. Hamza Türkmen’in emsali. Beraber büyüdüler oralarda. 

Bana Marksist diyor onlar. Tahrirciyiz ya. Marksizm’den bizde bir miligram bile bir şey yokken, onlarda okkalarla var. Resmen adamın yayınlarında var. Anlat et bilmem ne, nafile. Mesela evlerine misafir gitmişiz (Hamza ile dışarıda görüşüyoruz.) Ben evlerine vardığım zaman kalkıyordu, bana baka baka ‘Ben bir komünistle aynı odada, aynı havayı teneffüs edemem’ deyip çıkıp gidiyordu. Babası, ‘Oğlum yapma etme, akrabamız, ayıp olur’ diyordu ama boşuna. Ta bu kadar yani. Sene 1971. Daha mücadeleciliklerinin en gürbüz günlerindeler onlar. Ne söylesek yok yani. Onların gözünde biz Marksistiz. Ondan sonra yıllarca konuş konuş konuş; her şeye rağmen sabırla anlattım onlara. Derken sene 1973-1974 galiba. (Sürekli gelip gidiyorum. Hatta 1973’ün ortalarında orada bir büro da açtım. Hamza oraya gelip gidiyor. O zamanlar bir ortaokulda memurluk yapıyordu.) Sami ile tartışmalarımız oluyordu. Ben onlara İslami bir teşkilat olmadıklarını anlatıyordum, bildiğim kadarıyla. Fakat yok! ‘Biz İslami bir teşkilatız senin bildiklerin yanlış’ dedi bana. ‘Peki’ dedim ‘varsayalım yanlış. Yani ben yeniden Milli Mücadele hakkında ne biliyorsam külliyen yanlış atıyorum. Siz nesiniz, sizi nasıl tanıyacağım?’ dedim.”

Bu uzunca süren konuşmaların sonunda zaten bildiği durumu kendilerine söyletmişti Ercümend. Sloganları, “Ortam tam demokratik bir hale getirildikten sonra İslam’ı getirmek üzere çalışmalar ancak başlayabilirdi.” Buna inançları tamdı. Ve bu amaç için gayret gösteriyorlardı. 

Bu arada, Milli Mücadele nedir, nasıl bir çalışmadır kısaca onu da anlatmak isterim. Aykut Edibali, Milli Mücadele adı altında bir dergiyi 1970 yılında yayın hayatına başlattı. İlk sayısı “Milletim uyan” sloganı ile çıktı. Bu çıkışın amacı inançlı gençleri bir gaye için bir araya getirmekti. Milli duyguları coşturmak, Batıya karşı bir bilinç oluşturmak, oradan gelen kültürel baskıya karşı çıkmaktı mesele. Bu cephenin en önemsediği slogan da “Milli sağ” sloganıydı. Derginin etrafında toplanan gençler de Milli Mücadeleciler olarak biliniyorlardı. Bu camianın Batıya karşı tutumu tamam da, en anlaşılmayan tarafı Batının demokrasisini sahiplenmesiydi. Önce demokrasi sonra İslami çalışmalar demelerindeki kargaşa anlaşılabilir gibi mi sizce? Sonunda Aykut Edibali, 1984’te kurduğu Islahatçı Demokrasi Partisi ile bu çalışmalara son noktayı koyarak işi netleştirmişti. 

Ercümend de hayatının bu döneminde her şeye yeniden başlıyordu. Her şey öyle bir dağılmış, ipler öyle bir kopmuştu ki ortalıkta tutacak tek dal kalmamıştı.

Doğrusu sağcı basın bu işi iyi başarmıştı. Müslüman müslümana düşman olmuştu Müslümanlara yakıştırdıkları Komünist sıfatı komik olmasına karşın işe yaradığı da Ercümend Özkan’ın yukarıdaki ifadelerinden anlaşılıyor. Hani çamur at, tutmazsa izi kalır derler ya, işte bu iftiralar da bu işe yaramıştı tamı tamına. Bu da Ercümend’de yılgınlık yerine gayrete sebep olmuştu. Daha bir şevkle sarılmıştı davasına, dava edindiği İslam’ı savunmaya, anlatmaya. Camilerde kim gümüş yüzük takıyorsa kendine yakın bulup ona açılıyordu. Bu yolla edindiği bir çevresi de vardı. Ama asıl köklü ilişkilerini oluşturduğu bazı arkadaşları ile Musa Çağıl vasıtası ile tanışmıştı. 

Musa Bey’in Sıhhiye’de bir saatçi dükkanı vardı. İslam ile haşır neşir olmayı seçen birçok Müslüman oraya uğrar, birbirleriyle konuşur tartışır, tanışırlardı. İşte pek çok kişi ile de orada tanışmıştı.

Daha sonraları Ercümend ve arkadaşlıkları konusunda şu sözleri söylüyordu Musa Bey: “Bu davada ona ayak uydurmak çok zordu. Belli kilometrelerde bazı arkadaşları döküldüler. Onun şahsi bazı davranışları, çok basit özel olaylar bile birtakım arkadaşlarının ondan ayrılmaları için esbab-ı mucibe olarak değerlendirildi.”

Evet Ercümend bu konuda oldukça muzdaripti. Bana bir gün, “Ayağı ayağına denk bir dost bulamadan gitti diye yazın mezar taşıma” diyerek sitem ediyordu. Bu sitemden bana da pay vardı. Hiçbir konuda onun hızına yetişmek mümkün olmuyordu. Yola çıkarken bile onunla aynı anda çıkmayı başaramıyordum çoğu zaman. Bir dakika gecikme bile ona uzun gelirdi birini beklerken. Her zaman arkasında idim. Ne yazık ki yanında olamadım beraberliğimiz süresince. Bunun için şimdilerde çok üzgünüm. 

Dışarıda yaşadığı olumsuzlukları eve hiç taşımazdı. Arkadaşlarıyla arasında geçenler orada kalırdı. Yalnız bir seferinde çok sıkıntılandığını, uykularının kaçtığına şahit olmuştum. Merak ediyordum ne olduğunu. O ise anlatmamakta ısrarlıydı. Sonunda neler olup bittiğinden kısaca bahsetmek zorunda kaldı: “Onca emek, onca çalışma, onca umut boşa gitti. Güvendiğim dağlara karlar yağdı. Herkes bir yana savruldu. Bu nasıl bir şey, insanlar nasıl bu kadar çabuk pes edebiliyorlar, anlayamıyorum doğrusu?” diyerek sıkıntısının sebebini anlattı. Ben de ona, “Bütün sıkıntın bu muydu! Doğrusu sana inanamıyorum. O günlerde okuduğum Cuma suresinin on birinci ayetini hatırlattım ona. Demek ki çevrende bir deli rüzgar esmiş. Kökü sağlam olanlar kalmış, tutunmasını bilemeyenler savrulup gitmiş. Kalanlar beslendikleri yerin farkındalar, onlardan korkma. Gidenler zaten gideceklerdi eninde sonunda. Rüzgarlar tutunmasını bilemeyenleri, zayıfları alır gider. Kalan sağlar sana yeter dost olarak. Sonuçta bu Allah’ın imtihanı, dava onun davası. Kaybeden sen misin gidenler mi?” 

Hiç ummamıştım ama Ercümend rahatlamıştı. Söylediklerimi başını sallayarak doğru diye tasdikliyordu. Artık bu konu uykularını kaçırmadı ama onun gündemini de kafasını da uzun süre meşgul etti. Bu konularda pek konuşmazdı. Ben onu iyi tanıdığım için bunu anlayabiliyordum. Bu halini kendisi, Ali Okur’a verdiği röportajında şöyle dile getiriyordu: “Uzun yıllar çalışıp uğraşıp bir şeyler meydana getirmek istersiniz ama emekleriniz elinize gelir ya.. İşte o zaman belki yalnızlığı yenilmeden tattığım oluyor. Boyun eğmiyorum lakin içimin derinliklerinde hissediyorum. Bir arpa boyu yol almadığınızı düşündürtecek manzaralar muhakkak ki insanı etkiliyor, ortada yapayalnız, tek, kimsesiz, sahipsiz kaldığınızı içinizde duyuyorsunuz. Güçlü bir kişiliğe sahip olma, amaçlı bir kişiliğin sahibi olma ve başka tür yalnızlıkları yenmeye yetiyor Allah’ın yardımı ile.”

Bir yandan ekmek kavgası, diğer yandan davası ile günleri dolu dolu geçiyordu Özkan’ın. İstanbul dışında da gezileri oluyordu.

İSTANBUL’DA INTERPRESS’İ DEVİR ALIYOR

Yıl 1974 artık işimiz gereği de İstanbul’da olmak kaçınılmazdı. Yabancı asıllı bir çiftin kırk yıllık geçmişi olan babadan kalma ‘InterPress’ adı altındaki kupür derleme merkezine talip oldu. Sahibi olan bayan, talipliler arasından Ercümend’i tercih etmişti. “Artık yoruldum. Ama babamın hatırası. Öyle birine bırakmalıyım ki onu yaşatabilsin. Bu işin altından kalkmak zor” diyordu işini devrederken sahibi olan hanım. 

Kısa sürede anlaşmalar yapıldı. Artık Interpress, Basın Haber Ajansı adı altında hizmet vermeye başlamıştı. Artık bir ayağımız da İstanbul’daydı. Bazen hep birlikte gidiyorduk, bazen de Ercümend yalnız gidip geliyordu. 

İstanbul’u çok severdi. Çok seviyorum ama bu şehir beni yutuyor, dağılıyorum, burada zaman bana yetmiyor derdi. Gerçi zamanın yetmediğinden her yerde, her zaman şikayet ederdi ya… 

O zamanın değerlerine göre oldukça yüksek sayılabilecek bir kiraya, Kabataş Setüstü’nde deniz manzaralı geniş bir daireye taşımıştı işi. Daireyi Uzak Doğulu bir sefaretten eşyalı devralmıştı. Güzel el halıları kristal avizeleri vardı buranın. Onları da evimize taşımıştık. Daha sonra sıkıştıkça satıyorduk bu halıları. Hele birisi antika çıkmıştı. Kendi küçüktü ama karşılığında aldığımız para bayağı bir iş görmüştü. Parasız günlerimizde yanımızda kalan dayıoğlu şimdi buradaki Ajans’ta çalışıyordu. 

Bir gün halıları satmaya Kapalıçarşı’ya beraber gitmiştik. Antika halı iyi para edince sıkıntılar hafiflemiş, espriler yapılmaya başlanmıştı. Dayıoğlu; “Çok yol aldık. Yoğurt, süt kabı satmaktan, halı satmaya!.. Nereden, nereye!..” diye güldürmüştü bizi. 

Setüstü’ndeki bu daire oldukça büyüktü. Üç odası ile mutfağını ev olarak kullanıyorduk gidip geldikçe. Dairenin en güzel yeri de ön cepheyi boydan boya kaplayan balkonuydu. Akşam üzerleri Kabataş iskelesine gelip giden vapurları ve boğazın mavi sularını seyre doyum olmazdı. Bütün günün yorgunluğu bu dingin manzaraya karşı içilen bir bardak çayda erir giderdi. Arada bir duyulan vapur düdüğüne karışan martıların çığlıkları, akşamın alacakaranlığının çağrıştırdığı yalnızlığa inat müzik gibi gelirdi kulağa uzaktan uzağa… Bu şehir gerçekten de çok güzel, çok görkemli, o zaman da öyleydi şimdi de. Bütün olumsuzluklara rağmen büyüleyici etkisi kıyamete dek sürecek anlaşılan…

Zaman böylece akıp gidiyordu artık. Bana göre de normal insanlar gibi yaşamaya başlamıştık. Artık beş çocuklu bir aileydik. İşler oldukça iyi gidiyordu. Bir arabamız bile vardı artık. Bizim hayatımıza sükunet ve istikrar gelmişti bu aralar. Ama ben hiçbir zaman bunun uzun süreceğinden emin değildim. Hani diken üstünde diye bir tabir vardır ya işte ben tam da öyle bir ruh hali içindeydim. 

Ercümend hem çalışıyor hem de boş zamanlarında durmadan okuyor okuyordu. Çocuklar etrafında dolaşıyorlar, omuzlarına çıkıyorlardı o ise hiçbirinden rahatsız olmuyor, öte gidin demiyordu. Her türlü kitabı okumaya başlamıştı. İslami bilgilerini artıracak olanların dışında Kemal Tahir’den tutun da yabancı klasiklere kadar. 

Yine İstanbul’da olduğumuz günlerde, komik mi desem trajik mi bilemiyorum, işte öyle bir olay yaşamıştık, burada o anımı anlatmadan geçmek kendime haksızlık olur…

Biz sık sık Sarıyer’de oturan kayınbiraderlere gelirdik. O zamanlar InterPres’te çalışıyordu Erol ağabeyimiz. Onlara geldik mi, gece kalır sabah da kendi yerimize dönerdik. Yine bu günlerden biriydi, Ercümend de eve gelmemişti henüz. Gecenin oldukça geç bir saatinde kapı çalındı. Gelen, Ercümend’in uzaktan akrabası olan, Sarıyer camiinin imamının eşiydi. Oğlu Sami eve gelmemişti hâlâ ve onu arıyordu. Hem hanımlığını bozmamaya çalışıyor hem de “O Ercümend iledir, beraber arayalım. Yarın Sami’nin sınavı var, nerede bu oğlan!” diye diye kendini harab ediyordu kadıncağız. Bana bir şey söylemiyordu ama ‘nerede bu oğlan’ derken sanki Ercümend’i sorumlu tutuyor gibi geliyordu bana. Bu Sami, bir zamanlar Ercümend’i komünist olmakla suçlayan Sami idi.

Gecenin o saatinde birlikte düştük yollara, olabileceği kapıları çaldık, kimseyi bulamadık ve evlere eli boş döndük. Artık uyku tutmak ne mümkün. Kayınbiraderin evi, boğazın kenarında küçük bir çatı katı. Deniz sanki terasta, o kadar yakın. Ben terasta ayakta ve gözlerim yolda.. Sabah oluyordu. Güneşin arz-ı endam etmesiyle mavi sular kızarmaya başlamıştı. Beni yeni bir gün falan teselli edecek gibi değildi. Güzellikleri görebilmek için sadece göz yetmiyormuş demek. Gönlün ve yüreğin de göz ile birlikte görmesi gerekiyormuş, o gün bunu anladım. Nereden nasıl bir haber gelecek endişesi bir karabasan gibi örtüyordu her şeyin üzerini…

Bir de baktım Ercümend gülerek eve doğru geliyor. Tartışmaları, konuşmaları yeni bitmişmiş efendim! Sami Çerçi ve Hamza Türkmen ile beraber imişler geldikten sonra anlattı. Daha sonraları da bu beraberlik bir yere kadar sürdü. Keşke onca emek bir arada kalabilmelerine yetseydi. Aralarındaki fikir ayrılıkları büyüdükçe herkes kendi yoluna gitmişti sonraları. 

Ben zamanla bu gecikmelere de alışmıştım. Bazen kırk sekiz saati bile bulurdu bu gecikmeler. İnsanoğlunun bir yapısı vardır. Beterin beterini görünce betere razı olur. Ben de mahpushane yollarında epey bir olgunlaşmışım anlaşılan ki bunlara çoktan razıydım. Ercümend’in gülen yüzünü karşımda görür görmez sanki her şey yoluna giriveriyordu. Aslında o gülümsemesinin özür yerine geçtiğini de biliyordum. Böyle zamanlarda özür dilemezdi. Bunun böyle olması gerektiğine alışmamı önerirdi. Ama kişisel, özel durumlarda küçücük bir çocuktan bile özür dilemekten kaçınmazdı. Benden ve çocuklarından da esirgemedi bunu hiçbir zaman. Bunun insanı küçültmeyeceğine inanırdı, tam tersi, özür dilemenin dileyeni yücelteceğini söylerdi. 

BÜRODAKİ İFTARLAR

Bir gün iftar yemeği veriyordu bürosunda. Bu klasikleşmişti. Her Ramazan’da birkaç sefer verirdi bu yemeği. Bazen kırk kişi beklerken yetmişi bulurdu misafirlerin sayısı, bazen de beklenenin altına düşerdi. Yemek listemiz de hep aynıydı. Atadan dededen gördüğü bildiği bulgur çorbası, hapishanede öğrendiği ve mahpushane yemeği adını koyduğu, patlıcan ile patatesten oluşan etsiz türlü, ardından da pirinç pilavı, imkanı olduğunda da tavuk olurdu. Bazen ben de yardıma giderdim. O gün de ortanca kızım Elif ile oradaydık. Ercümend’in odasının kapısı bozukmuş, kapı çekilince kilitleniyormuş. Elif bilmeden kapıyı kapatınca ortalık birbirine girdi. Oruçlu iken barut gibi olan Ercümend sesini oldukça yükseltmiş, kızına çok söylenmişti. O da babasına küsüp kenara çekilmişti. Daha önce de dediğim gibi Anadolu’nun insanı, oranın iklimi gibidir; eser, tozu dumana katar, o anda göz gözü görmez. Ama bu iklimde kasırgalar olmaz. Burada esen rüzgar canlara kastetmez, sadece eser. Dindiğinde, şeffaflaştıkça şeffaflaşır ortalık. Durduğunuz yerden baktığınızda, gök ile toprağın birleştiği yere kadar gözünüzün alabildiğine açık ve duru bir manzarayla karşılaşırsınız. Her şey apaçık ortadadır. Gizem yoktur, loş çukurlar, arkası görünmeyen uçurumlar da yoktur Anadolu’nun kırsalında. Ercümend de tıpkı doğup büyüdüğü bu toprağın adamıydı. Öylece şeffaf ve berrak. Öylece kabına sığmaz. Öylece öfkeli… Ama asla öfkesine yenik düşmezdi. Fark ettiği anda öfke ona değil, o öfkeye baskın gelirdi. Yine öyle olmuş, aradan geçen kısa bir zaman sonra Ercümend kızından özür diliyordu. Diğeri ise barışmamakta ayak diriyor kendini naza çekiyordu. Öyle sevgi dolu yaklaşırdı ki küslükler anlamını yitiriverirdi bu davranışının karşısında. O gün de öyle olmuştu. Dargın kalmayı hiç sevmezdi. Haklı bile olsa yine özür dilerdi. Yeter ki ortalık yatışsındı.

Dediğim gibi, bizim hayatımızın en istikrarlı dönemiydi bu yıllar. Ama bizim dışımızda da bizim bigane kalamayacağımız bir dünya vardı. O dünyanın bizi de etkilememesi mümkün değildi. Özkan’ın deyimiyle zemheri rüzgarları esiyordu bizim duvarların dışında.

Devam edecek…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *