Hollanda’da bir müslümanın hayatı nasıl geçiyor?

Hollanda’da bir müslümanın hayatı nasıl geçiyor?

Bir müslüman olarak karşılaşılan zorluklar neler? Hollanda halkının ve devletinin İslam’a bakışı nasıl? Türkiye ile karşılaştırıldığında neler söylenebilir? Ezan sesini özlüyor mu? Hayatının ilk 15 yılını Türkiye’de geçiren, sonrasında 29 yıldır Hollanda’da yaşayan Ahmet Altınok anlattı…

Ahmet Altınok ile Hollanda’daki Yaşam Üzerine

Altınok, Venhar Haber için yapılan mülakatında oldukça ilgi çekici noktalara temas etti.

İşte o mülakat:

Ahmet kardeşim, İslam’ı bilen bir Müslüman olarak, çok iyi tanıdığını zannettiğim bir Avrupa ülkesi, Hollanda ve orada Müslüman bir ferd ve Müslüman bir ailenin durumu, Avrupa kültürü, İslam’la Avrupa kültürünün kıyaslanması ve şimdi ve gelecekte özel olarak Hollanda, genel olarak Avrupa’da Müslümanları bekleyen sorunlar gibi hususlar üzerinde sohbet yapmak istiyoruz.

Öncelikle okuyucularımız için kendini biraz tanıtır mısın?

İlk olarak benimle röportaj yapmak istediğiniz için Venhar Haber ailesine teşekkür ediyorum.

Elhamdülillah. İslam’ı gücüm elverdiğince öğrenmeye ve eksiklerimin de çok olduğu bilinciyle yaşamaya çalışan bir kardeşinizim. Benim için İslam’ı bilen biri tabirini kullandınız. Aslında ben kendimi daha çok ‘bilmeyen’ ve ‘öğrenen’ konumunda görüyorum. Dolayısıyla, umarım sorduğunuz sorulara yetkin ve doyurucu cevaplar verebilirim.

Kendimi tanıtacak olursam şöyle anlatabilirim. Yozgat ilinin Sırçalı köyünde (şu an kasaba) 1974 yılının güz aylarından birinde dünyaya gelmişim. Beş yaşımda annemle birlikte Hollanda’ya göç ettik. Babam daha öncesinde gitmiş. On yaşlarımda babam beni tekrar Türkiye’ye gönderdi. Gerekçesi, Türk Müslüman kültürünü ve tabi dilini öğrenmem için. Liseyi bitirince tekrar Hollanda’ya döndüm.

Bu süreci özellikle anlatmak istiyorum. Hem böylece röportajın asıl içeriğine yönelik de bir giriş yapmış oluruz.

Benimle aynı kaderi paylaşan birkaç arkadaşım daha var. Zannediyorum Avrupa’nın genelinde bu süreci yani Türkiye ile Avrupa arasında gelip gitmeleri yaşayan insanların çok olduğu -özellikle benim yaş grubumda- bu var. O dönem bir trend (eğilim)di bu. Türkler ve bazı Faslılardan da duymuştum. Özellikle erkek çocuklarının büyüğünü geldikleri ülkelerine geri gönderiyorlardı.

Tabi bunun getirdiği sorunlar oldu. En azından kendi tecrübem şöyle; insan bu şekilde, dil gelişimini tam sağlayamıyor. İki dil ve tabi iki medeniyet anlayışı arasında kalıyorsun. Bu da tam gelişim çağında olan bir çocuk veya genç için gerek kognitif (bilişsel) gerekse sosyal birtakım problemleri beraberinde getiriyor. Bunu iki örnek üzerinden ele almak istiyorum.

Birincisi Dil. Biliyorsunuz dil sadece seslerden oluşan bir iletişim aracı değildir. Dil, beraberinde bir toplumun düşünce dünyasını da yansıtır. Örneğin Avrupalı, kilise ile hesaplaştıktan sonra hızlı bir seküler dönüşüm yaşadı. Bu da doğrudan dile yansıdı. Eşyayı artık seküler okumaya başlayan batılı, bunu kelimelerine ve kavramlarına döktü. Dolayısıyla dil seküler bir mahiyet kazandı.

Hollanda’da okula başladığım ilk dönemlerde, tabi Hollandacamın da yeterli olmadığı bir dönem, bazı derslerde hocalar benim konuşurken hangi dil üzerinden düşündüğümü sormuşlardı. Bu soruya o dönem pek anlam verememiştim. Hollandaca düşündüğümü söylerdim ama hocalar genelde bu cevabıma gülümserdi ve bazen bunun arkasından, ya ‘Hier en Nu’ (Burası ve Şimdi) veya ’Wij en Ik Cultuur’ (Biz ve Ben Kültürü) konularının önemi üzerinde konuşurduk.

İşte, modern felsefenin dimağlara dil üzerinden nasıl sokulduğuna veya girdiğine dair bir örnek olabilir bu. Geçmiş ‘Hier en Nu’ tertibiyle -tabi din ağırlıklı olarak- değersizleşiyorken şimdiki zaman ile gelecek, seküler zihniyet bağlamında yüceltiliyor. ‘Wij en Ik Cultuur’ tertibiyle de bireyselciliğin önemi vurgulanırken toplumculuğun -tabi bizim nazarımızda ümmetçiliğin- veya cemaat kavramının önemsizleştiğini görüyoruz.

İkinci örneğim aidiyet duygusu üzerine olacak. Hollanda ile Türkiye arasında gel-git yaşayan insanların tam olarak belirli bir ‘kimlik’ hissiyatına varamadıklarını gözlemliyorum. Türk veya Müslüman olduklarını söyleseler de duygu kargaşası yaşayan bir kişilik ortaya çıkıyor. Bu son söylediğim sadece Türkiye ile Hollanda arasında gel-git yaşayanlar için değil; burada doğmuş ama ilk nesil ile Hollanda toplumu arasında kalmış nesil için de söylenebilir. Bu da beraberinde özgüven eksikliği sağlıyor ve tabi bu da kişinin tüm kişisel, ailevi ve toplumsal hayatına olumsuz yansıyor.

Kendimi tanıtmaya devam edersem; evli ve üç çocuk babasıyım. İki oğlum ve bir kızım var. Otobüs şoförlüğü yapıyorum. Şimdilik bunlar yeterli olsa gerek.

Kaç senedir Hollanda’da yaşıyorsun?

Yukarda da bahsettiğim üzere 5 yaşlarımda Hollanda’ya geldim. Sonra 10 yaşımda Türkiye’ye geri döndüm ve 20 yaşımda tekrar Hollanda’ya geldim. Şu anda 44 yaşındayım. Öyleyse yanlış hesaplamıyorsam toplam 29 senemi Hollanda’da geçirmiş oluyorum. Evet 29 sene dile kolay. 15 senemi Türkiye’de 29 senemi Hollanda’da geçirmişim. Şimdi kendimi nereye ait hissetmem gerekiyor?

Her şeye rağmen İslam’a ve İslam ümmetine elbette…

Demek ki Hollanda’daki işiniz, bizim ülkedeki belediye otobüs işletmesine denk düşen otobüs şoförlüğüdür. İşinizin sevdiğiniz ve sevmediğiniz yanları nelerdir; sizi, bıkkınlık derecesinde yoran hususiyetleri var mıdır?

Evet, Utrecht eyaletinde hat otobüslerini sürüyorum. 2001 yılında bu mesleğime başladım. Hamd olsun bu vesileyle kazancımızı sağlıyorum.

İşimin sevdiğim birkaç yanı var. Sabah erkenden süreceğim otobüsü garajdan alıp, iş bitiş saatine kadar işime karışanım olmadan, otobüsü tekrar garaja koyup evime dönmeyi seviyorum. Otobüs şoför kabini benim adeta bir Hira mağaram diyebilirim. Özellikle sakin vakitlerde otobüs genelde boş olur veya birkaç insan seyahat eder. Bu vakitlerde seyir halinde birçok konuyu tefekkür etme fırsatını yakalarım ve halen de yakalıyorum. Örneğin bu röportaj sorularını yine Hiram’da düşündüm. Mola vakitlerimde ise not aldım ve eve gelince de yazıya döktüm.

Bazen ön sıradaki koltuğa oturan yolcularla sohbet imkânım da oluyor. Sohbetler bazen çok derinleşmek ve anlam kazanmak üzereyken yolcunun otobüsten inmesi hoşuma gitmeyen taraflarından bir tanesi. Özellikle Müslüman asıllı gençlerle yolculuğun verdiği imkân dahilinde kısa da olsa iletişim kurmaya çalışırım. Onlara kısa ve özlü mesajlar vermeye gayret ederim.

Bir anımı sizlerle paylaşmak isterim doğrusu. On iki, bilemedin on dört yaşlarında bir faslı çocuk kalabalığı da fırsat bilerek, kartını hızla gösterip devam etti. Göz ucuyla kartının geçersiz olduğunu görmüştüm. Diğer yolcuların da oturmalarını bekledikten sonra otobüsü sürmeye başladım ve mikrofonla o çocuğu yanıma çağırdım. Tabi çocuk biraz utanmış ve korkmuş olarak yanıma geldi.

Bu yöntemi özellikle kullanıyorum. Çünkü bir insan yapılan işin çirkinliğini toplumun fark ettiğini anlayınca yani bu bağlamda dikkatlerin üzerinde toplanmış olduğunu ve bunun yarattığı o mahcubiyet hissini tattığında daha etkili olduğunu düşünüyorum. Bir Musibetin bin nasihatten daha evla olduğu ilkesinden hareketle yapıyorum bunu. Tabi buna katılmayanlar olacaktır. Her çocuk için de geçerli olacağını söylemiyorum.

Tabi çocuk yanıma gelince ilk olarak Müslüman olup olmadığını sordum. Zannediyorum benim de Müslüman olduğumu fark ettiği için olsa gerek gururla ‘Elhamdulillah’ dedi. Herhalde bu ortak özelliğimizden dolayı yaptığı işten kurtulacağını zannetti. Tabi sonuçta gitmesi gereken yere kadar götürdüm ama varacağı yere kadar da oturmasına izin vermedim. Kendisiyle bir süre konuştuk.

Anlamlı bir diyalog ve sonuç çıktı diyebilirim. Bu yaptığının haram mı helal mi olduğunu sorunca, omuzlarını yukarı kaldırarak bilmiyorum dese de, sonrasında neden haram olsun ki deyince, düşüncesinin haram olmadığı yönünde olduğunu açık etti. Ben de mutlaka bugüne kadar bir fırına gitmişindir değil mi dedim. Evet dedi. Peki, bir fırının ürünü nedir diye sordum. Biraz durdu ve “ekmek tabi” dedi. Peki, sen ekmeği hiç para vermeden aldın mı veya fırıncı görmeden ekmeği alıp gittin mi deyince, “yok! bu hırsızlık olur ve haramdır” dedi. Peki, bizim burada sunduğumuz ürünümüz nedir? Buna cevap veremedi. “Siz ne satıyorsunuz ki?” diye sordu. Kısaca açıkladım. Bak seni A durağından aldım ve B durağına götürüyorum. Öyleyse bizim sattığımız ürün neymiş? Anladım insanları taşıyorsunuz dedi. Ekmek fırının, taşımacılık otobüsün dedi. Tamam dedim şimdi sen bu ürünün karşılığını vermiyorsun ne yapmış oldun deyince. “Hırsızlık. Bu haram” dedi. Tamam öyleyse anlaştık bundan sonra dikkat edeceksin tamam mı? Bu sefer seni af ediyorum ve bir daha yapmayacağın ümidiyle uğurluyorum dedim. İnşaallah diyerek selamlaşıp çocuk otobüsten indi. Sonrasında ne yaptı bilmiyorum bir daha karşılaşmadım o çocukla.

Evet işimin buna benzer güzel yanları var.

Tabi Müslüman asıllı bir çocuğun otobüse kaçak binmesi diğer taraftan hoşuma gitmiyor. Bu bir çocuk. Fakat büyüklerden de çok kaçak binenler oluyor. Farkına varıp da otobüse bindirmediğimde bana kızmaları ve hain gözüyle bakmaları da cabası. Bir Müslüman olarak bedava binmelerine müsaade etmemi istemeleri beni doğrusu üzüyor.

Başka sevmediğim hatta bıkkınlık veren yanlarını şöyle sıralayabilirim.

Sağlık açısından dezavantajları çok olan bir meslek. Sürekli oturuyorsun. Tabi hareket halinde oturmak bir evdeki koltukta oturmaktan farklı. Yoldaki tümseklerin çıkıntıların vs. yarattığı küçük (bazen büyük) çarpmaları belinle karşılıyorsun. Artı oturakların kimi sert kimi eğik olması da bele sürekli zarar veriyor ve ağrılar baş gösteriyor. Belirli yaştan sonra ağır bel ağrıları çekiyorsun. Bel fıtığı birincil hastalık grubumuz. Sinirlerin omurilik arasında sıkışması sonucu ayakta ve bacaklarda uyuşmalar sık karşılaştığımız sorunlar.

Daha kötüsü, sürekli egzoz gazını solumak zorundayız. Otobüsteki klima filtreleri tam olarak süzmeyi yapmadığını düşünüyoruz. Otobüs şoförlerinin ölüm yaş ortalaması 60, 70 yaş arası. Geçen sene firmada 17 meslektaşımızı kaybettik. Bunların çoğu kanser hastası ve emeklilik yaşı civarında. Kimi emekli olmak üzere kimi de yeni olmuştu.

Allah sizi korusun ve hayırlı ömürler versin.

Amin. Allah razı olsun. Otobüslerimiz eski. İçlerinde iyi olanlar var arızalı olanlar var. Genelde arızalı otobüsleri yabancılara veriyorlar. Burada insana ayrımcılık hissini yaratıyorlar. Kendileri ile bu konuyu konuşunca çoğu zaman öyle olmadığını söyleseler de, bir süre otobüs verirken dikkat ediyorlarsa da zamanla tekrar aynı kalıba bürünerek kendilerini ele veriyorlar. Aslında teoride yapılan işin yanlışlığını biliyorlar ama sinelerdeki asabiyet duygusu zamanla bilinç altından gün yüzüne çıkıyor gibi.

Siz onların mesela otobüse biletsiz binilmesini engellemek gibi, mallarını korukken, onlar size bu muameleyi reva görüyorlar!

Evet bazen benim de aklıma geliyor bu düşünce. Ama biz kendimizi onların muamelesine göre şekillendirecek değiliz. Doğrusu ne ise onu yapmalıyız. Tabi İşveren bu tutumumuzu takdir edecektir. Belki biraz da Hollandalı personelin kendi ruh haliyle alakalıdır. Biraz karışık bir durum bu doğrusu. Ama yine de genel ruh halleri bahsettiğim gibi maalesef.

Vesting Kale

Hollandalılar, sizin gibi bir ‘yabancı’nın kullandığı otobüslerine bindiklerinde, nasıl bir beden dili oluşuyor? Bir Müslüman Türk’ün sürdüğü otobüse binmek Hollandalıları rahatsız ediyor mu?

Hollandalılar da diğer toplumlar gibi, homojen bir toplum değildir. İçlerinde farklı görüşleri, eğilimleri olan insanlar var. Fakat 11 Eylül olaylarından sonra tüm dünyada olduğu gibi Müslümanlara yönelik oluşturulan olumsuz propagandalara bunlar da katıldı diyebilirim. Sağ eğilimli insanlar bunu fırsat bilerek ayrımcı davranışlarını arttırdı. Wilders gibi bir politikacıyı siyaset arenasına kolaylıkla soktular ve zaman ilerledikçe de ün salmasını sağladılar. Tabi hümanist ve özgürlükçü kanadı temsil eden tarafın da zamanla bu gelişmelerden etkilendiğini görüyoruz. Yeşiller partisinin eski başkanı şimdi Amsterdam belediye başkanı Bayan Halsema Amsterdam’da bulunan Tevhid camisini, Hollanda değerlerine aykırı ses çıkardığı için kapatılması gerektiğini söyleyebiliyor.

Kendi mesleğime dönersem, evet bu gelişmelerin yansımasını yolculardan da, öncesine nazaran daha sık görüyorum. Durağa yaklaşırken beni gören bazılarının yüzünün ekşidiğini görüyorum. O an İçimden geçirdiğim, bu şahsın otobüse binerken yüzüme dahi bakmayacağı ve selam vermeyeceği oluyor ki, yanılmadığımı görüyorum. Hatta Nadir de olsa homurdananlar bile oluyor.

Bazen anlamsız ve asılsız şikayet mektuplarını, bölüm müdürü elimize uzatabiliyor ve bizden cevap bekliyor. Şikayeti edenin ya yabancı düşmanı ya da Müslüman düşmanı olduğunu içimden geçirsem de müdüre bunu demiyorum. Makul bir cevap yazıp iade ediyorum.

Bunlar yolcular. Beni daha çok üzen, meslektaşların selamımızı almaması. Hatta kafasını çeviren dahi var. Bazen bunu kantinde gündeme taşıyorum. Tabi vermeyenler ve almayanlar hemen kendilerini belli ediyorlar.

Diğer ve çok sık karşılaştığımız bir husus kendi aralarında yabancılar ve Müslümanlar hakkında olumsuz konuşurlarken genelde sağcı eğilimli olanlar ses tonunu yükseltirler. Diğerleri ise hemen sözü başka konuya getirir. Getirir ama konu İslam olduğunda ortak paydaları böylece gün yüzüne çıkmış olur. Bundan dolayı iki kesim de bana pek güven vermez.

Yaşadığım bir örneği anlatmak isterim. Yine mola vaktinde kantine girerken, biri sağcı hatta aşırı sağcı ve İslam düşmanı olan, çantasında Amerikan bayrağı taşıyan dazlak bir meslektaşla ılımlı diyebileceğim bir meslektaş, Hollanda’daki krizi ve Hollandalılar arasındaki işsizlik konusunu konuşuyorlarken, sağcı olan beni ve zenci bir meslektaşı işaret ederek işte bu gibi insanları ülkeye aldığımızdan ve iş verdiğimizden kaynaklanıyor demişti de, dediğine pişman etmiştim. Tabi orda kullandığı şu ifade çok dikkat çekici idi. “Wij zijn the White Power en zullen jullie verslaan” Biz Beyaz Gücüz ve sizi alt edeceğiz.” Tabi ılımlı bildiğim meslektaşın bu konuda diğerini dinlemesi ve benim karşılık vermemle olayı büyüttüğümü söylemesi kabul edilecek gibi değildi.

Daha da kötüsü Faslıları Türklere, Türkleri de Faslılara kötülemeleridir.

O sağcı Hollandalıyı, dediğine nasıl pişman ettiniz?

Tabi uzun zaman oldu birebir tam ne söylediğimi hatırlayamıyorum ama sert bir ses tonuyla haddini bilmesi gerektiğini, bu sözleri hak etmediğimizi söylemiş, kendisi gibi düşünen beyaz ırkın, bu tavrıyla ne kadar basit ve aşağılık duruma düştüğünü, kendisinin de bir şoför olduğunu ve ekmeğini kazanmak için bir patrona çalışmak zorunda olduğunu filan söylemeye çalışmıştım. Bir daha bana veya benim yanımda herhangi birine bu tarz aşagılayıcı söz söylerse sonucuna katlanması gerektiğini, sonuna kadar mücadele edeceğimi söylemiştim. Tabi dazlak ve kalıplı biri olmasına rağmen Holandalı’nın bilindik tavrını göstermişti. Ürkek bir ses tonuyla fazla büyütmemem gerektiğini, şaka yaptığını filan söylemişti. Hatta o esnada kantine yeni gelen başka bir zenci meslektaşa çok sevecen selam vermesi, el vermesi ve kolunu omuzuna atması çok komik olmuştu da gülerek otobüsüme gitmiştim. İşte tipik bir Hollandalı karakter.

Hollanda’da bu kadar süredir yaşıyorsunuz; bir uyum süreci yaşadınız mı? Şu anda kendinizi Hollandalı gibi hissediyor musunuz?

Kendimi Hollandalı hissetmem bir Müslüman olarak mümkün değil. Hollandalı olmak Avrupalı olmak demektir. Avrupalılık ise sadece bir toprak parçasında yaşayan şahsı ifade etmiyor. Bu tabir, içinde bir dünya görüşünü de barındırır. Benim dünya görüşüm ile Avrupalının dünya görüşü uyuşmuyor. İslam’la tanıştıktan sonra Avrupalıya uymak için bir çabam hiç olmadı. Daha çok sahip olduğum kimliğimle var oldum.

Tabi bu kimliği her Avrupalı sindiremiyor bu nedenle yukarıda da örneklendirdiğim gibi çatıştığımız Hollandalılar oldu. Daha çok sağ eğilimli insanlar bizi aşağılayıcı ve ikinci sınıf insan olarak gördüklerini her fırsatta ima ederler. Tabi buna benim verdiğim iki farklı cevap veya tavır vardır. Bazen konuşurum. Bazen de sert çıkarım. Konuştuklarım, sağduyulu mantıklı ve arkadaşça bir yaklaşım sergilediğimi görünce aynı tonda fakat davranışını savunan bir karşılık veriyor. İlerleyen zamanda o şahıslarla bir iletişimi devam ettiriyoruz. Bazıları sana arkadaşça davransa da bunların arkadaşlığı, başka bir Hollandalı arkadaşı gelene kadardır. Bu tavırları çok dikkatimi çeker. Başka bir Hollandalı gelince seninle konuştuğunu unutur ve Hollandalı arkadaşı ile devam eder. Fakat kendi aralarındaki ilişki de zayıftır. Uzun vadeli arkadaşlık veya bizim anladığımız dostluk ilişkisi kurmazlar. Bazılarında ise tam bir gavur inadı var. Nuh der peygamber demezler. Bunlara zayıf tarafını vermeyeceksin ve geri adım da atmayacaksın. Yoksa seni ezerler. Bunlarla konuşmam.

Bu ilişkiler bağlamında gözüme çarpan husus şöyledir. Hollandalı veya Avrupalı hatta modern dünya görüşünü benimsemiş her toplumun insanında bağ kurma, bağlanma, vefa gibi olguları taşımadıklarıdır. Hollandalı kolay kolay arkadaş olmaz. Anlık ve gelecekteki ilişkilerin boyutuna binaen seninle ilişki kurar. Bu davranışın altında yatan sebep kanımca din ve yaratıcı olgusuna bakışlarının aynısı. Yaratıcıya bağlı olduğumu söylediğim anlarda birçok kez `Ben kendimin efendisiyim´ karşılığını almışımdır.

Tabi başta da dediğim üzere Hollandalı homojen (türdeş) bir toplum değildir. İçlerinde çok insancıl davrananlar vardır. Bunlar seni kendisinden ayrı görmezler. Aynı haklara sahip olduğumuzu vurgularlar ve yardım severdirler. Bunları kendi dünya görüşlerine daha bağlı olan kesim olarak görüyorum. Bunlar da çoktur ve hâkim olan Hukuk anlayışı her zaman uygulanmasa da, budur. Fakat bu bizi yanıltmamalıdır. Gerek sağ eğilimli, gerekse sol eğilimli kesim asılda pragmatisttirler. Aralarında sadece ton farkı vardır.

Adalet anlayışı, Hollanda´nın (Avrupa´nın) genel kanaatine ters düşene kadardır. Dini kültürel seviyeye indirgedikleri için, İslam’ı modernizme alternatif bir hayat şekli olarak gösteren kesimleri sevmezler.

Örneğin; kriminalitenin sıfır olduğu bazı Selefi gruplar karalama kampanyasına maruz kalırlar. Bunların imamları için medyada sık karşılaştığımız ‘Haat İmam’ (nefret imamı) tabirini kullanırlar. Hizbu’t-Tahrir örgütüne konferans yasağı getirmişlerdi bir zamanlar.
Youtubeda seyrettiğim açık oturumlarda davet ettikleri bu tür Müslümanları anlamak için değil, sıkıştırmak ve gözden düşüren bir yaklaşımı benimsediklerini gözlemişimdir. Ilımlı İslam’ı savunanları ise baş tacı ederler. Bunun en güzel örneği Roterdam belediye başkanı Faslı Ahmed Abutaliptir.

Bu gerekçelerle kendimi Hollandalı hissetmem ve uyum sağlamam diye bir şey söz konusu değildir.

Hollanda’nın ünlü yeldeğirmeni ve lale bahçesi.

Hollanda’da günlük yaşam nasıldır, özetler misin?

Sabah beş gibi ilk otobüsler hareket eder. Ben de işime genelde erken başladığımdan dolayı sabahın bu erken saatlerinden itibaren günlük yaşamı takip etme imkânım oluyor. Bu saatlerde üç beş yolcuyla günümüze başlarız. Sabahın bu saatlerinde, iş öncesi koşu yapanlara, işine bisikletiyle gidenlere rastlarım. Yedi ila on arası yoğunluk yaşanır. Trafik bazen tıkansa, kazalar olsa da kavga, gürültü nerdeyse yaşanmaz. Öğrenciler, bir noktada bisikletlerle buluşur ve hep birlikte okula giderler. Bisiklet, mobilet türü araçlar çok kullanılır. Yollar buna göre dizayn edilmiştir. Yaya ve bisiklet yolları yeteri kadar vardır.

Hollandalı, işine çok önem verir. Üretkenlik adına yapılması gereken işlerini yerine getirir. Erkenden işinde olur, kahvesini içer, üç beş sohbet, fikir alışverişi ve işe başlar. Zinde olmak adına iş öncesi spor yapar. Bazı işyerlerinin kendi spor salonları olduğu gibi işçilerine spor okulu için teşvik primi verir. Kaliteyi yakalamak adına istişareye çok önem verir. Yenilik üretecek ve işe faydası olacak fikirlere açıktırlar. Bundan dolayı işçiler rahatlıkla müdürle iletişim kurabilir. Hatta birçok işyerinde Müdürün kendine ait ayrı bir odası yoktur. Büro personelinin oturduğu kantine açık cephesi olan bir salonda masası vardır.

Saat dört-altı arası gibi mesai biter ve akşam yoğunluğu başlar. Küçük çocuklar kreşlerden alınır. Mutfak kültürü olmayan Hollandalı, akşam yemeğini dışarıda yer veya eve sipariş verir. Bu kültürün asıl sebebi, kadının da ekonomik hayata tamamen entegre edilmesiyle alakalıdır. Aile hayatı ekonomiye endeksli olan Hollandalı, bireysel bir hayatı benimsemiştir. Kariyer üzerinden ilişkiler yürütülür. Yemek masasında iş okul anıları paylaşılır ve genelde herkes kendi odasına çekilir. Anne baba Çoğu zaman işini evde de devam ettirir.

Kilisede disko

Hafta sonu eğlence zamanıdır. Hollandalı, hafta sonu adeta kopar. Bu kültüre maalesef Türkler de dahil olmuştur. Hafta içinde yaşadığı yoğunluğu ve stresi, bu zamanda atma peşindedir. Lunaparklar, teraslar, diskolar, meyhaneler, çarşılar doludur. Yaşlılar ormanlarda gezerler, kamp yerlerinde kamp kurarlar vs. Seküler, kapitalist bir toplumun birebir hayatı böyledir.

Bu soruya daha çok şey anlatılır ama aklıma şimdilik bunlar geliyor.

Hollanda’da yaşayan bir Müslüman kendisinin Hollandalılar nezdinde nasıl bir algıya sahip olduğunu düşünür? Mesela kendisinin o halk nazarında hiçbir zaman asla güvenilmez birisi gibi algılandığını mı düşünür yoksa, yerine göre tam bir itimat elde edebilir mi?

Bu algıyı, herhangi bir çatışma ortamında test edebiliyoruz. Bazı kurumlarla olan ilişkilerde oluşan bir hissiyattır. İster istemez insan ayrımcılığa uğradığını gerek konuşma tarzından gerek verilen bir karar varsa bu karardan dolayı, hal ve hareketlerden hissediyor.

Zaman zaman evet insan Müslüman olarak kendine güvenilmediğini hissedebiliyor. Gerek Müslümanların kendinden kaynaklı gerekse global patronların İslam’ı kötülemeleri sebebiyle Hollandalı genel manada Müslümanları sorun çıkaran, düzen bozan bir topluluk olarak algılıyor. Haberlerde, herhangi bir suç işlenmiş ise suçlunun ‘yine bir yabancı’ olduğu düşünülür.

‘Etnischeprofilering’, zannediyorum Türkçeye ‘etnik profilleme’ şeklinde çevirebiliriz. Bu kavram bir ara gündeme oturmuştu. Anlamı, polisin, ten rengini veya etnik kökeni şüphe sebebi sayarak kişiyi sorgulaması ki, yaşanan bir durum.

Yine etnik kimliğin, iş başvurularında dikkate alındığı bilinen bir vaka. Uzun süre gündemi meşgul etti ve etmeye devam ediyor. Tabi bu konu yabancılar arasındaki işsizlik oranının yüksekliğiyle alakalı diyebilirim. Çünkü yabancılar, işe alınmama sebebini bu argümana dayandırabiliyor. Tabi, istatistiklerin de bu sebebe işaret etmesi, devleti meşgul ediyor. Zannediyorum gündemde kalması anlaşılır bir durum.

Bu soruların bazılarını meslektaşlara da sormuştum. Biri cevaben, faslı gençlerin sebep verdiği rahatsızlıkların çok etkisi var. Kavga gürültü genelde bu kesimden geliyor. Veya bizim kurtuluş günümüzde ölülerimizi anarken saygı bekliyoruz diyor. Peki, İslam’ı biliyor musunuz sorusuna ise, hayır cevabını alıyorum. Wilders ve çevresi Müslümanların yanı sıra, İslam hakkında da konuşuyor diyorum. Tabi sağdan soldan duyduklarımız var. Örneğin, şiddet. Zannediyorum İslam’da kabul görüyor. Kadınların dövülmesi mesela, diyor.

Anladığım kadarıyla genel olarak Hollandalı halk, okuma oranı çok yüksek olmasına rağmen yargılarını teoriden ziyade vakalardan oluşturuyor. Diğer ülkelerde olduğu gibi özgürlüklerin doruk noktasına ulaştığı zannedilen Hollanda’da da belirleyici olan elit tabaka ve medya diyebilirim. Hatta Hollanda, genel olarak Avrupa’nın veya Amerika’nın politikalarına paralel bir tutum sergiler. Bunları takip eden ve dahil olan konumundadır. Bu durumu eleştirdiğimde aldığım cevap, Hollanda küçük ve bağımlı bir ülke. Dolayısıyla güçlünün yanında yer almak zorundayız derler.

Hollandalılar, farklı bir partiyi tutmasına rağmen hükümetin hangi partiden olmasına bakmaksızın alınan kararlara oluşturulan algıya gönül rahatlığıyla tabi oluyorlar. Parlamentolarına güven duyuyorlar. Alınan kararların istişare sonucu çıktığına inanıyorlar. Her konuda hemfikir olmasalar da, ülkeleri için birliğin önemine inanıyorlar.

Hollanda kültürünü İslam’la değerlendirecek olsan, neler söylersin?

İlk önce kültür kavramı hakkında düşündüklerimi paylaşmak isterim. Kanımca kültür kavramı, modernizmin bir boşluğunu dolduruyor. Biliyorsunuz modernizmin ontolojik zemini, Allahsızlık, dolayısı ile dinsizlik üzerine kuruludur. Fakat insan fıtratı bunu kabul etmiyor. Yüce bir varlığa, gaybi veya manevi bir aleme hep ihtiyaç duyuyor. Bu gereksinimi modern felsefe, kültür kavramı üzerinden absorbe (soğurtmak) ediyor. Din böylece asıl olmaktan çıkıyor ve modernizme eklemlenmiş, soğurtulmuş basit bir öge halini alıyor. Böylece, dindar insan modern hayata daha kolay uyum sağlıyor.

Kültür kısaca, bir toplumun geçmişinden gelen ve bugününü de içeren sosyal ilişkilerin oluşturduğu değerleri, davranışları ifade eden, yerellik ve yörellik özelliğinin belirleyici olduğu bir kavramdır.

İslam ise evrensel bir hakikat iddiasında olduğu için kültür üstüdür. Kaynak olarak beşerî değil ilahidir. Tabi modern felsefe, ilahi olan dinleri, kültür kategorisine koyarak bu dinlerin kaynağını beşerîleştirmiş de oluyor. Eğer kültürel bir değer, bugün geçerliliğini yitirir ise yürürlükten kaldırılması çok kolay olur, bu kavramsalla şekillenen zihinler için. Bu zihin, İslami değildir.

İşte Hollanda kültürü belki de modern kültürün en doğru yaşandığı ülkelerden biridir.

İnsanın özgürlüğü kutsaldır ve demokrasinin sunmuş olduğu kabul edilen tüm temel hürriyetleri sonuna kadar kullanırlar. Bu hususta bir engel oluşacak olsa, gündemin asıl konusu haline gelir. Örneğin; İslam’a yapılan hakaretamiz söylemlere karşı yapılan eleştirileri, protestoları ‘ifade özgürlüğüne’ karşı yapılmış bir hadsizlik olarak algılarlar. 2004 yılında ‘godlastering’ (Tanrıya, dine sövmeyi yasak kılan kanun) kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. 2004 yılına kadar da bu kanun ihlali yüzünden yargılanan hiç olmamıştır.

Diğer taraftan şeriat isteminde bulunanlara ifade özgürlüğü verirler ve insanlar inançlarını yaşamada özgürdür derler. Fakat Şeriat isteminde bulunan kesimlere büyük çaplı karalama kampanyası yapmada da çok marifetlidirler. Özellikle tanınmış açıkoturum programlarına, cemaat öncülerini veya sözcülerini çağırırlar ve bunların karşısına tanınmış farklı kesimlerden şahısları oturturlar. Siyasiler, sanatçılar, İslam uzmanları gibi. Ama en ilginç olanı da, ‘ılımlı İslam’ı savunan bir şahsın oturtulmasıdır. Hep birlikte adamın üzerine adeta çullanırlar. Tabi bu esnada ılımlı İslam’ı savunan kişi pohpohlanır, övülür. Şeriatçı olan, demokrasiye ve Hollanda değerlerine uymamakla veya saygı duymamakla suçlanır. Bu tür programlarda en ilginç olanı da, Hollanda’da her şeye rağmen, bir şeriatçının bile düşüncesini ifade etme özgürlüğüne sahip olduğu, buna müsaade edildiğine methiyeler dizmeleridir. Sonrasında canlı müzik eşliğinde adeta bir zafer sevinci içinde mutlu sona ulaşılır.

Hollandalı, genel anlamda kilise ve ilahi olan din anlayışlarına büyük antipati duyar. Fakat vicdanlarını rahatlatacak ayinlerden de vazgeçmezler. Avrupalının özelde de Hollandalının, Noel gibi Sint Nicolaas gibi hatta kraliyet ailesi bağlamında yaptıkları kutlamaları, milli bayramları vs. vicdan rahatlatma terapisi olarak görüyorum. Uzak doğu din anlayışlarına olan meyilleri de buna işaret ediyor. Kendileri İslam’a saygısızlık yaparken, kendi ayinlerine saygı bekleyen çifte standartlı bir zihniyet bu Hollandalıların geneli.

Şu anda Sint Nicolaas bayramları son hızıyla devam ediyor. Bu bağlamda bir kaç sene önce daha çok zencilerin dahil olduğu bir grup tarafından başlatılan ‘zwarte piet’ tartışması da yine gündeme oturdu. Protestolar, tutuklamalar vs. Zwarte piet, Sint Nicolas’ın kölesi ve zenci. Tabi Hollandalılar zwarte piet olmak için yüzlerini siyaha boyarlar. Biri de papaz kılığına girerek Sint Nicolası canlandırır. Sint Nicolaası genelde büyük kalıplı, beyaz tenli bir Hollandalı canlandırır. İhtişamlı bir giysisi vardır. Kırmızı pelerin, üzerinde haç bulunan mitre şapka, uzun beyaz sakallıdır. Bu bayramda Sint Nicolaas, çocuklara hediyeler verir. Zwarte pietlerde onun etrafında dört döner. Etrafa şekerler fırlatır, müzik ve şarkılar eşliğinde dans ederek eğlenirler.

Sint Nicolaas ve Zwarte Piet

Şarkılardan birinde ise şu ifade geçer. “Sint Nicolaas buyurun içeriye, hizmetçinizle birlikte…”

Tartışmanın asıl konusu, bu bayramın kölelik dönemini hatırlattığı ve çocuklara zencilerin köle ruhlu olduklarının aşılandığı ve böylece zencilerin aşağılandığı düşünülüyor. Bu haklı çıkış, istisnalar olmakla birlikte Hollandalı tarafından yuhalanıyor. Protestolara karşı protestolar düzenleniyor. Hollandalının bu eleştiriyi kabullenmemek için kullandığı argümanlar ise şöyle:
“Hollanda’nın kültürel bir bayramı, çocuk bayramı, çocuklar eğleniyor, Zwarte piet zenci değil, hediye vermek için bacadan inerken yüzü isleniyor vs.

Kitle pisikoloğu Hans van de Sande’nin bu bağlamda bir sözünü aktarıp bu konuyu kapatmak istiyorum. “Sint Nicolaas ve Zwarte piet bağlamında ‘adoration’ (tapınma, hayranlık, övgü), taraftarlarının tabiatlarına derinden işlemiş durumda. Bu inanç, birçok Sint Nicolaas ve Zwarte piet hayranları için tanrıya inanç mesabesindedir. Çocuk yaşlarda zihinlere kazınan veya telkin edilen bu inancı var güçleriyle savunacaklardır.”

Hollandalı’nın kültürel zihnini anlamak için şu konulara bakmak ve değerlendirmek yerinde olur.

Bedenin kutsallığı, çıplaklığın sanatsallığı, eşcinsellerin çocuk sahibi olmaları, eşcinsel rahip. Pedofiel partisi kurma teşebbüsü vs.

Geçen hafta gündem olan bir konuya da değinip bu soruyu kapatmak istiyorum. Zaten söyleşinin diğer sorularına verilen cevaplarda da Hollandalının kültürel kodlarını anlamaya yarayacak bilgiler var.

Homoseksüellerin, taşıyıcı bir anneden çocuk sahibi olması gittikçe artan bir olgu. Fakat bazı taşıyıcı anneler kendi yumurtalarını kullanmak istemiyorlar. Sebebi, kendi çocuğu olacağı için bir bağ oluşur ve bırakmak istemeyebilir. Bundan dolayı başka bir kadının yumurtasını kullanarak çocuk yapılması için yeni kanun yürürlüğe girdi veya girecek. Bundan dolayı talebin arttığını duyuran bir klinik personeli, haberi şöyle duyuruyor:

“Taşıyıcı anne kendi ‘materyalini’ kullanmak istemiyor, ilerde anne-çocuk bağı oluşur korkusuyla.”

İşte bu, batı zihniyetinin geldiği noktayı anlatmak için güzel bir örnek teşkil ediyor. İnsanı meydana getiren yumurtanın ‘materyal’ statüsünde değerlendirilmesi, batılının ruhsuz kişiliğini ele veren, varlık alemini sadece maddeye nasıl indirgediğine güzel bir örnek.

Şimdi bu kültürü, İslam’ın neresine koyacağız? Modern kültür, İslam’a göre küfürdür!

Gender neutraal toilet ( sokak pisuvarı )

Hollanda ile Türk toplumunu kıyaslasak, iki toplumun benzediği ve ayrıştığı hususlara dair neler söyleyebilirsiniz?

Türkiye, Hollanda hayat tarzına, özellikle de dünya görüşüne hızla benzeyen bir hal sergiliyor. İlahi dinin değerleri gün geçtikçe değersizleştirilirken, dünyevi arzuların oluşturduğu modern zihniyet ve beraberinde getirdiği değerler belirleyici oluyor. Özgürlük adı altında Hollanda’da yapılan tüm çirkinlikler Türkiye’de de yapılmaya başlandı. Hollanda bu sureci çok önce başlattığı için bunlar toplumda kanıksandı ve zamanla normalleşen bu dönüşüm, sorun çıkarmayan bir hayat şekli halini aldı. Türkiye, bu konuda yeni. Gelecek nesiller, böyle giderse aynılaşmış olacak. Tabi Hollanda’dan ziyade belki bir doğu-batı ülkesine benzeyecektir. Hollanda gibi olması için, ilk önce ultra zengin bir ülke olması gerekir ki, bu süreç sömürü, hırsızlık ve zulüm üzerine bina edilmelidir. Bunun üzerini örtmesini bilen Hollanda, genel bağlamda Avrupa, ‘masum rolünü’ iyi oynayarak eşit haklar, özgürlükler, hukuk devleti gibi yine insanın nefsini okşayan kavramları pazarlayabilmiştir. Bunu Türkiye becerebilir mi, bilmiyorum. Zaten Türkiye’nin ultra zengin olmasına batı müsaade etmeyecektir. Ha, Türkiye bunu aşabilir de zengin olursa, belki Hollanda’yı yakalayabilir. Tabi o zaman İslam namına bir şey kalmayacaktır.

Hollanda veya Avrupa, yaptıkları bu zulmü nasıl örtmüştür?

Su işleriyle ilgili dünyanın en büyük projesi : Zeeland Deltawerken
Denizden gelebilecek su baskınlarını önlemek için yapılan bariyerler. Hollanda su mühendisleri şuan Amerikada Newyork’u korumak için buna benzer projeleri yürütüyorlar.

Hollanda, kendi halkının geçim derdini çözmüş, lüks adına bildiğimiz ne varsa sunmuştur. Bunu hırsızlığının üzerine kurmuştur ama tüketmek yerine, katlayarak üretmeyi benimsemiştir. Bunu hayatın tüm alanlarına yaymasını da bilmiştir. Organize olmayı, örgütleşmeyi özellikle de ticaret sahasında çok sıkı tutmuş bir ülke. Güçlü ülkelerle barışık olmayı, gerekirse haraç vermeyi dahi, bekası için devlet politikası olarak kabullenebilecek, Makyavelist ahlaka sahip bir ülke. Amerikan şirketleri, bildiğim kadarıyla ya vergiden muaf ya da düşük tarifeden vergiye tabiler, en azından buna benzer bir durum söz konusu idi. Savaşlardan uzak durmayı, girecekse de güçlünün yanında, daha ziyade ‘lojistik müttefik’ olarak giren, pragmatist bir ülke.
Barışı koruyarak, beladan uzak durarak, maddi hayatını ve beraberinde ideolojisini en iyi standartlara taşıyarak, bir nevi fiziki sömürünün üzerini örtmüştür diyebilirim.

Hollanda, geçim derdini ve lüksünü garanti altına almakla birlikte, ideolojik iddialarını; özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi değerlerini, kendi topraklarında yaşayan halklara uygulamada titizlik gösterir. Tabi temelde pragmatizmi benimsedikleri için kurmuş oldukları bu düzeni böyle koruyacaklarına inanmaktadırlar. Fakat şu da bir gerçek. Yine menfaatleri söz konusu olduğunda zaman zaman ideolojik iddialarını kenara koymayı da bilirler.

Kavgadan çok korkarlar. Hedeflerine ulaşınca hemen, barışma yolunu tutarlar. Onur, haysiyet, namus gibi kavramlara, ilişkilerde pek yer vermezler. Türkleri bundan dolayı çok inatçı ve agresif bulurlar.

Türkiye’nin, Avrupa ve Amerika ile ilgili siyasi ilişkilerine bakınca, benzerlikler görüyorum. Bir farkla ki, o da Hollandalılar daha olgun, sakin ve kurnazca, bizimkiler ise abartılı ve aceleci, çoğu zaman da tutarsız.

Hollandalılar, düzenlerine bağlılıklarını eğitim, sağlık, ticaret, siyaset gibi hayatın her alanında gösterirler. Titizdirler. Kaliteyi birinci sınıfa çıkarmak için var güçleriyle çalışırlar. İstişareye önem verirler. Basit bir karar alacak olsalar da, mutlaka avantaj ve dezavantajlarını konuşurlar.
Kalite için para harcamaktan çekinmezler. En iyi olanı kullanmayı isterler. Arızayı bekletmezler ve işi bilene yaptırırlar.

Örneğin yollarda çok olduğum için, yolların düzeni, trafik kurallarının, levhalarının çokluğu ve bunların bir hesaba ve ölçüye göre düzenlenmiş olması gerçekten taktire şayan. Şeritlerin genişliği, kaldırımların yüksekliği vs. kaza oranını en aza indirecek ölçülerde düşünülmüş. Nerdeyse her yerde aynı.

Randevu ile çalışan ve buna sıkı sıkıya uyan, gelemeyeceğini veya gecikeceğini zamanında bildiren, ilişkilerini resmî tutan, duygusallığa fazla yer vermeyen bir ahlaka sahiptirler.

Bu anlattıklarımla Türkiye’ye bakışım şöyle ki, Türkiye eğer Dünyayı Ahirete tercih etti ise Avrupa gibi olmak için çok fırın ekmek yemesi gerekecek. Aksi takdirde yırtık, yamalı bir batılı elbisesini uzun yıllar üzerinde taşımaya mahkûm olacak. Yok Ahireti tercih etmişse ‘dünya görüşünü’ ve ‘hayat şeklini’ Ahiret endeksli kurmak zorundadır.

Üç cepesinde de kebap Factory ( kebap fabrikası ) yazan Utrecht Fatih camisi.

Türkiye’de günde beş vakit ezan sesini duyuyorsunuz, Hollanda’da ise bildiğim kadarıyla bu mümkün değil. Ezan sesini özlüyor musunuz?

Tabi, özlemez olur muyum? Bildiğim kadarıyla Hollanda’nın bazı kesimlerinde birkaç vakit, ezana müsaade ediliyor. Belediyelere bağlı bir konu zannedersem. Tabi bu ezanların sesi, ses yönetmeliğine uygun olmalı. Yani fazla uzaklara duyulmaz. Artı cami sayısının azlığı ve daha çok büyük şehirlerin merkezlerindeki büyük camilere bu izinler verildiği için ezan sesini duymak benim için mümkün olmuyor. Benim için ezan sadece namaza bir çağrı değil. Huzura, kurtuluşa çağrıdır. Bu sözleri ve sesi duymak beni rahatlatıyor ve güven veriyor. Ait olduğum yeri anımsatıyor.

Siz ve sizin gibi arkadaşlarınızın çocukları artık Hollandalı mı oldular? Orada yerleşecekler mi, sizin veya çocuklarınızın Türkiye’ye dönmek gibi bir hedefiniz var mı?

Çocuklarımız Hollandalı olmadılar ama kendilerini Türk de hissetmiyorlar. Fakat bizim çocuklarımızın çocukları ne olur bilmiyorum. Tabi bizlere nazaran onlar, Hollandalılarla daha iyi iletişim kuruyorlar ve onlara daha yakınlar. Ama daha önce de dediğim gibi hangi dünya görüşüne bağlı isen, kimliğini daha çok bu belirliyor. Bunu çocuklarıma sorduğumda kendilerini Hollandalı veya Türklükten önce Müslüman olarak tanımlıyorlar. Hollandalı ve Türklük arasında ise duygu kargaşası yaşıyorlar. Fakat Türkiye yerine Hollanda’da yaşamayı tercih ediyorlar. Sebebi ise Türkçeye hâkim olamayışları ve ilişkilerde kayırmaca, asabiyet, torpil, pazarlık, agresiflik, kaba kuvvet, acelecilik, anlayışsızlık gibi ahlaki zaafların Türkiye’de daha fazla olduğunu düşünüyorlar. Düzensizliğin hayatı zorlaştırdığı bir gerçek. Aynı gerekçelerle ben de Hollanda da yaşamayı tercih ediyorum. Birçok dönen arkadaşın Hollanda’ya geri gelmeleri de aynı gerekçelerle alakalı.

Tabi İslam’ı dava edinmiş Türkler çok az buralarda. Çocuklarımızın hayatında şekilsel Türklük, çoğunda ise şekilsel Müslümanlık var. Hayata bakışları bir Hollandalınınkinden farklı değil. Düğünleri, bayram kutlamaları, lükse, abartıya düşkünlükleri vs aynı. Gerçi Türkiye’de nasıl ki, orada da aynı. Yalnız Türkiye’de cemaatlerin daha güçlü olması ve bir cemaatin, İslamî toplumsal hayatı kendi içinde yaşama imkanını daha çok barındırması, elbette ki Avrupa’da yaşayan bir Müslüman için daha cazip geliyor. Umut ederim ki bu cemaatsel ilişkiler daha da güçlenir de, bizlerin ve gelecek neslimizin dönmesine vesile olur.

Hollanda demokrasisi ile Türk tipi demokrasinin örtüştüğü ve farklılaştığı hususlara dair neler söyleyebilirsin?

Demokrasi kıyası öz itibari ile aynıdır. Özden kastım, demokraside asılda bir toplumun yönetilmesi, Allahsızlık ilkesine dayanır. Yani toplumun hayatını ilgilendiren konularda alınması gereken herhangi bir karar, Allah’ı dikkate alarak değil, halkın seçtiği milletvekillerinin çoğunluğuna göre alınır. Gerçi pratikte iktidar partisinin belirleyiciliği söz konusudur ve o partinin önde gidenleri daha belirleyicidir. Dolayısıyla demokraside çoğunluk ilkesi de genelde teoride kalır.

Hollanda veya Avrupa, Allahsızlık ilkesine dayanan demokrasiyi kendileri ile çelişmeden işletirler. Çünkü inançları bu doğrultudadır. Bundan dolayı demokrasi Hollanda’da fazla tartışılmaz. İlk önce ülkenin, sonra halkın yararına alınacak kararlar adına istişare edilir. Ama Türkiye için bunu söyleyemem. Orada Allah’a inanan ve O’na çok saygı duyduğunu söyleyenlerin, Allah’ı dikkate almayan bir sistemi icra etmeleri çelişik ve komik durumlar oluşturuyor. İslam Şeriatına dayanan talepler karşısında uzlaşmaya veya alınan kararlara, İslamî elbise giydirmeye çalışmaları, ortaya yakışık almayan manzaralar çıkarıyor. Bundan dolayı Türkiye, bir kimlik bunalımı yaşıyor. Hatta çift kişilikli bir kimlik. İki arada bir derede kalan toplum sağlıklı bir hayat kuramaz. Hollanda veya Avrupa inandığını yaşıyor. ‘Psikolojik stabilite’ onları diğer alanlarda, -buna ‘dünyevi’ diyelim-, başarılı kılıyor. Türkiye ise hem dünyasını hem ahiretini kaybediyor.

Dolayısıyla Hollanda, demokrasinin yaşatılmasında bir sıkıntı çekmiyor. Ülkenin ve halkın zararına olmayan tüm alanlarda kültürel farklılıkları ayırt etmeden hukukunu işletiyor.

Bir Türk, işvereniyle yaşadığı anlaşmazlığı hukukun verdiği cesaretle tartışabiliyor. Tabi burada sosyal devletin imkanları da rol oynamıyor değil. İşten çıkarılınca geçimini temin edecek ödenek ve sosyal haklar garantisini de mutlaka dikkate alıyor.

Kurumlarda şikayet bölümü vardır. Personel işini iyi yapmadığında halk şikayetini buralara yapabilir. Personel buna cevap vermek zorundadır. Bizzat yazılı olarak cevap verilir. Tabi bu her zaman işletilir mi, zannetmiyorum. Azda olsa kayırmaca burada da yaşanır. Hatta eskiye nazaran daha çok yaşanıyor. İşverenle personel yakın ahbapsa, şikayetin dikkate alınmadığı da olur. Bizim işyerinde bunun yaşandığını biliyorum.

Şu gerçeği de söylemeden geçemeyeceğim, evet Hollanda demokrasisini Türkiye’ye nazaran belki daha iyi işletiyor ama bir taraftan bana öyle geliyor ki, Avrupa genelinde bu noktada bir gerileme de yaşanıyor. Sanki maddi bunalımlar, etnik çekişmelerin etkisi Hollandalının kendi aralarındaki ilişkiye de sirayet ediyor. Birbirlerinden daha çok şikayet eder oldular. Aslında bu durum demokratik ahlakın, asılda maddi refaha dayandığına işaret ediyor. Madde yoksa, demokrasi de yok.

Hollanda medyasında tıpkı Türkiye’deki gibi her türlü haber, bilhassa çocuk ve kadın cinayetleri, taciz olayları v.b. anında ve herhangi bir sansüre tabi tutulmaksızın verilir mi? Bir de, mesela Suriye’de, Irak’ta, Türkiye’de patlayan bombalar nasıl sunulmaktadır?

Hayır, hemen ve Türkiye’deki gibi abartılı sunulmaz. Özellikle Hollandalının yaptığı bir suç küçük tonda duyurulur. Fakat bir yabancı, özellikle de Müslüman asıllı ise, yaygarayı koparırlar. Ertesi sabah işyerinde mutlaka gündem yaparlar.

Tabi bu yine yukarda bahsettiğim gibi her kesim için demiyorum. Burada da farklı kesimlerin medya organları var. Ton farklılıklarını görebilirsiniz.

Çocuk tacizi çok karşılanan bir durum. Ev şiddeti yüksek oranda ama medya bunu küçülterek verdiği için halk fazla bilmiyor veya bilmezden geliyor. Sadece kiliselerde değil. Kreşlerde, spor okullarında vs. sık karşılanan bir durum. Kilisede gerçekleşince medya, dolayısıyla halk diğer yerlerde gerçekleşen durumlara nazaran daha çok gürültü çıkarabiliyor. Bu da halkın dine olan antipatisini yansıtıyor.

De Vries tarafından kaleme alınan ‘Geweld’ (şiddet) adlı kitapta, Hollanda özelinde ve Avrupa genelinde yaşanan ev şiddeti vakalarının çok fazla olmasına rağmen, devletin hatta Avrupa birliğinin, Dünya Sağlık Örgütü ve sivil inisiyatifin defaatle yaptığı uyarılarını görmezden geldiğini, nedenleriyle anlatıyordu. Aynı kitapta Hollanda halkının yüzde 50’sinin ev şiddetine maruz kaldığını ve cinsel tacizin azımsanmayacak kadar çok olduğunu istatiksel ölçütlerde vermektedir.

Hollanda, imajını bozacak konuları çok temkinli sunar. Bazen bu haberler kontrolden çıksa veya medyaya sızsa da, genel olarak konuyu açık oturum programlarında uzmanlarla tartışarak, işin vahametini halkın duygu dünyasında azaltmayı bilir. Çözüme yönelik, pratikte nasıl ele alınması gerektiği anlatılır.

İyi oldukları konu; söylenileni organizeli bir şekilde gerçekleştirmeleridir. Bu da halkın, ülkelerine güven duymasını ve gurur duymasını sağlar.

Yakın geçmişte çalıştığım muhitte bir kadın kaçırma vakası oldu. Bu haber büyük çaplı ilgi gördü ve kadının cesedi bulunana kadar gündemden düşmedi. Kaçıran, bir klinikten kaçan bir Hollandalı idi. Haberlerde kaçırana günbegün nasıl yaklaştıklarını, organizeli bir çalışmanın ürünü olduğunu, adeta tüm Hollanda’nın seferber olduğunu, halktan gönüllü grupların ormanları nasıl taradıklarını adeta bir film gibi seyrettik. Sonunda caniyi de, maktulü de buldular. Sorumlu klinik personelini de sorguya çektiler. İlgililer gereken cezayı aldı ve konu kapandı. Fakat bunun gibi birçok vaka oluyor. Yukarıda da kısaca değindiğim üzere, özellikle çocuk taciz vakaları çok sık karşılaşılan bir durum.

Hollanda, çocuk pornosunda birinci sırayı alan ülkelerden biridir. Çocuk seks-turizmi adı altında birçok Hollandalının uzak doğu ülkelerine gittiğini ve bunu engellemek adına projeler geliştirdiklerini biliyorum.

Pedofili, psikologlar ve psikiyatristler tarafından ara sıra masaya yatırılan bir konudur. Bir psikoloji dergisinde okuduğum bir makalede, pedofilinin, genetik bir özür olduğunu ve homofili değer kategorisinde kabul edilmesi gerektiğini bilimsel olarak savunuyordu.

İlginç olan, makalenin, kurulma aşamasında olan bir pedofili partisi dönemine rastlaması idi. Özellikle annelerden büyük tepki alan parti, resmi makamlara müracaat etti ise de kabul görmedi.

Bu örnek aslında modern zihniyetin çelişkisini çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bilimi doğrunun kaynağı gören batılı, fıtratın ve anne vicdanının sesini yok sayamadı. Ama şu da bir gerçektir ki, fıtratın ve neslin bozulduğu bu dönemde, körelmiş vicdanlar, zamanı gelince pedofiliyi de legalleştirecektir. Çünkü sistem, legalitesini sayı çokluğundan almaktadır. Daha iki hafta öncesinde genç bir bayanın bu projelerden bir tanesine destek aramak için kapı kapı dolaştığına bizzat şahit olduk. Bizim kapıya da geldi ve durumun vahametini anlattıktan sonra projenin devamı için maddi destek istedi. Bunun üzerine yarım saat kadar kendisiyle konuştuk. Bu sorunun kapı kapı maddi destek toplamakla çözülmeyeceğini, devlet, işine gelen projelere nasıl fon ayırıyorsa, buna da ayırması gerektiğini ve cinsellik konusunun gerek eğitim merkezlerinde, gerekse medyada ve diğer alanlarda işlenmesi gerektiğini, porno endüstrisinin durdurulması gerektiğini, kendisi de dahil olmak üzere kılık kıyafetimizin daha kapalı olması gerektiğini öğütlesem de, biraz mahcup olmuş haliyle hak verdi ve gitmesi gerektiğini söyledi.

Hollanda polisi, çocuk pornosu internet takip ekibi kurdu ve birçok batı ve uzak doğu ülkeleriyle iş tutan bir ağı çökerttiğini duyurdu. Tabi bu gerçek miydi, yoksa halkı rahatlatmak için miydi, bilmiyorum.

Sorunun ikinci kısmına gelince;

Bir yerde savaş varsa ve bombalar patlıyorsa, bunun genelde dini kaynaklı olduğuna inanırlar. Dinin tarih boyunca savaşlara sebebiyet verdiğini, dolayısıyla dinden uzak durulması gerektiğini söylerler.

Meslek arkadaşlarımdan sık duymuşumdur, iyi ki bombalar yakınlarda patlamıyor diye. Fakat Charlie Hebdo olayı çok yakınlarda gerçekleştiği için bayağı korktular. Bir süre konu gündemde kaldı. Medya, dolayısıyla halk yine İslam’a yüklendi. Tabi sağ kesim prim yaptı. Müslümanlarla halk arasında tartışmalar yaşandı ve zaman zaman adeta aba altından sopa gösterildi. Sonrasında diğer, buna benzer vakalarda olduğu gibi Müslümanlar daha temkinli, dolayısıyla daha ılımlı ve özür dileyici bir dil kullanmaya başladığını gördüm. Medyada yapılan röportajlarda olsun, açık oturumlara davet edilen sözde entelektüeller veya devlet kurumlarında çalışan biraz popüler olmuş insanlar olsun, sanki ağızbirliği edip adeta özür dilediler. Tabi bu durumlar, Hollanda’da yaşayan Müslümanları daha da çözüyor. İslam’ı zaten az yaşayan azınlık, artık İslam’ı savunmaktan da vaz geçiyor.

Hollandalı, İslam beldelerinde patlayan bombalara farklı tepkiler veriyor. İçlerinde, “yesinler birbirini” diyenler olduğu gibi, bir zamanlar Avrupa da böyleydi zamanla oralar da olgunlaşacak diyenleri de vardır. Hollanda genelde Avrupa’daki güçlü ülkeleri takip ettiği için medya, oralardaki etkiye göre haber yapar. Örneğin Türkiye ile ilişkiler iyi ise, haber daha abartılı bir ilgiyle sunulur. Yok kötüyse hafiften değinip, sıradan bir habermiş gibi geçilir.

15 Temmuz 2016’da Türkiye’deki darbe girişimi medyada nasıl verildi?

15 Temmuz’da Türkiye’de olduğum için Hollanda’daki medyayı sıcağı sıcağına takip edemedim. Döndükten sonra ise olay, Hollandalı halk arasında etkisini büyük ölçüde kaybetmişti. Sadece Türkler arasında devam ediyordu. Medyada ise ara sıra değinildiğini görüyordum ama haber sıralamasında artık başları çekmiyordu. Darbe girişimini ‘Mislukte Staatsgreep’ (Başarısız Darbe) başlığıyla sunuyorlardı. Bu konuda bir medya taraması yaptım. Yine ağırlık ‘başarısız darbe’ başlığında düğümleniyor. Tabi haberlerde ve birkaç makalede edindiğim genel izlenimim, sanki Hollanda’nın bu darbe girişiminden memnun olduğu yönünde. Darbenin başarısız olmasına üzüldüklerini söyleyebilirim. Devlete yakın Hollanda kanallarında temkinli bir yaklaşım ve daha çok Brüksel’den gelen haberlere paralel söylemleri görüyorum.

Erdoğan’ın OHAL’i istismar etmemesi gerektiğine yönelik, insan haklarına ve demokrasiye uymaya davet, OHAL kapsamında ‘evrensel insan hakları bildirgesini’ geçici kaldırmanın bazı kuralları olduğu, dolayısıyla Türkiye’nin buna dikkat etmesi gerektiği yönünde beyanatları okudum.

Darbe girişimi sonrası Türk halkının bayraklar ve 3 hilaller eşliğinde çekilmiş fotoğrafların altına ‘Nasyonalist Türkler’ yazmaları, Hollanda üniversitelerinde görev yapan Türk bilim insanlarını, akademisyenleri ve okuyan öğrencileri geri çağırma ihtimaline karşın, müsaade edilmemesi gerektiğine yönelik beyanatlar mevcut. Önceki darbelerin başarılı olmasını Amerika’nın desteğine bağladıklarını, bu darbenin ise amatörce yapılmasından dolayı Amerika’nın dışarıda tutulması gerektiğine yönelik farklı beyanatlar okudum.

Haberlerin altında yapılan yorumlarda ise halkın nabzını kısmen ölçebildim. Şöyle ki, halk Erdoğan’ı hedef tahtasına koyuyor. Darbe girişiminin arkasında kendisinin olduğu, bunun sonucunda diktatoryal bir güç elde edeceği ve ettiği şeklinde tamamen taraflı ve Türkiye’deki muhalefeti anımsatan söylemler ağır basıyor.

Son olarak eklemek istediğin şeyler var mı?

Avrupalıyı yani Batı medeniyetini eleştirirken, dünyevi ve maddi olgulardan ziyade, dünya görüşleri üzerinden eleştirmek gerekiyor. ‘Hak-Batıl’ tartışması bu zaviyeden yapılırsa isabetli olur. Çünkü bu, zamana ve mekâna endeksli değildir. Kriminalite, zenginlik, teknik üstünlük, intihar vakaları, sosyal ilişkilerin şekli gibi konular üzerinden yapılan savunmalar toplumun dönüşümü, evrilmesi ile sakıt kalabilir. Şeriat bir toplumda var olabilir ama toplumun hakikatten sapması da her zaman imkan dahilindedir ve Tarih bunun şahididir.

Ahmet kardeşim bize zaman ayırdığın ve bu çok önemli, birbirinden değerli bilgileri bizimle paylaştığın için, Venharhaber olarak sana çok teşekkür ediyoruz. Size orada, hayırlarla dolu, huzurlu bir yaşam diliyoruz.

Ben de size çok teşekkür ediyorum

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Yener
    3 Aralık 2018, 01:38

    Ahmet kardes Allah razi olsun
    Tam bir musluman bakisi
    Gercekler gozunden hic kacmamis

    REPLY